Tiyatro İşte Bu Yüzden Büyüktür

Pinterest LinkedIn Tumblr +

odatv[Mümtaz İdil’in yazısını paylaşıyoruz…] Tiyatronun büyülü havası Devlet Tiyatroları’nın perdelerini açmasıyla bir gerçeği fark etmeme neden oldu: Öylesine teknoloji ile donanmışız, öylesine sanal dünyanın ortasına fırlatılmışız ki, sahnedeki oyuncuların neden ışın tabancası kullanmadığına, neden bir anda ortadan yok olup, başka bir köşede yeniden ortaya çıkmadıklarına, neden nötrino gibi aynı anda üç yerde birden olamadıklarına şaşkın şaşkın baktım.

Kaçırdığım sahneleri niye geri sarıp izleyemediğimi düşündüm. Kordonu oyuncunun önüne sarkmış çevirmeli telefon ahizesine ne kadar uzak olduğumu anladım. Başka bir dünyanın başka çocuklarıydı sahnedekiler ve bizi gerçeğe doğru çekmeye çalışıyorlardı: Sıradan insanların, ayakları yere basanların, ağlayan ve gülenlerin, sevenlerin, dolandırılan ve dolandırılanların dünyasına.

İnsana özgü ilişkilere yani… Süper kahramanların “Romeo-Jüliet Evlenseydi” açmazına düşmelerine tanık oldum yeniden: “Romeo, terliklerimi getir hemen!”

Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken”i neden yazdığını da sanki o anda bir daha anladım. Beckett’in, soyutlamanın tiyatro sanatını temelden yok ettiğini anlatmaya çalıştığını düşündüm.

Karşımda ete kemiğe bürünmüş insanların sıradan yaşamlarının bizleri“Avatar” dünyasından çekip, yeryüzüne mıhladığını görüyorsunuz tiyatroda. Ramiz’in kaba sabalığına gülüyor, Sadiye’nin ya da Jülide’nin kadınsı heyecanlarına kendinizi kaptırıyorsunuz. Masanın üzerinde duran kırmızı telefon bile sanki artık bu çağa ait değilmiş gibi geliyor insana, ama sonra asıl insani çerçevenin onun etrafına dizildiğini görüyorsunuz.

Ramiz ile Jülide sözünü etmeye çalıştığım oyun. Refik Erduran’ın yazdığı, ilk kez 1995’te Kenter Tiyatrosu’nda sahnelenmiş. Devlet Tiyatroları bu sene Şinasi Sahnesi’ni bu oyunla açtı. Sevgili dostum Necati Akınbingöl ile izledik oyunu. Yönetmen Ali Hürol, Yönetmen Yardımcısı Ahmet Türkoğlu, Ramiz rolünde Faruk Günuğur, Jülide rolünde Nurcan Sürer, Sadiye rolünde Şirin Ergüven, Nur rolünde Müge Taşpınar sahne alıyor.

Refik Erduran’ı 1992 yılında tanımıştım ilk kez. Yıllar aramızdaki mesafeyi kapatmadı, tam tersi açtı. İyi bir dostluk, soğuk bir yabancılaşmaya dönüştü. Oyunun prömiyeri olduğu için oyuna gelmişti ve yıllar sonra yeniden karşılaşmak da, ne yalan söyleyeyim, sevindirdi beni.

Oyun üzerine konuşmadık. Zaten pek de yeri ve zamanı olmazdı.

Tiyatro sanatının diğer sanatlardan çok daha fazla algılama sanatı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Sinemada tekrar mümkün, ama tiyatroda geri sarma işlemini yapamıyorsunuz. O günkü ruh halinizden tutun da, fiziksel rahatsızlığınıza kadar her şey algınızı etkileyebiliyor.

Tıpkı televizyon yerine stadyumda futbol maçı izlemek gibi. Golü kaçırdıysanız eğer, tekrarı maalesef yok.

İşte belki de sırf bu yüzden tiyatro sanatı size bir şey anlatmaz, siz bir şeyler algılarsınız. Bütün sanatlar için geçerli olan bu algı meselesi en çok da tiyatro için geçerlidir. Resim sergisini gezmeye benzer bir anlamda tiyatro, ikinci gidişinizde incelediğiniz aynı tabloyu ilk gördüğünüzden daha farklı algılarsınız. Ne yaparsanız yapın, bu gerçeği değiştiremezsiniz.

Oyunu, oyuncuları, müziğini, dekorunu, konusunu, replik kavgalarını eleştirmek veya övmek asla bana düşmez. Genel tiyatro sanatı üzerine konuşmak zaten oyunu anlatmakla eşdeğer bence.

Geçtiğimiz yıl da Gülşen Karakadıoğlu’nun yazdığı, Oda tiyatrosunda prömiyeri yapılan “Nehir” adlı oyuna gittiğimde sarsılmıştım. Tiyatronun gerekliliği, Shakespeare’dan bu yana sokakları dolduran bir cümbüşün bir kedi gibi köşeye sıkıştırılmaya çalışılmasını, bundan kurtulmak için de var gücüyle tırnaklarını çıkarmak zorunda olduğunu görüyorum her seferinde. Karakadıoğlu’nun Nehir adlı oyunu da 15 Ekim’de “perde” diyecek. Yine Oda tiyatrosunda.

Neden televizyon dizileri, uydur kaydır vurdu kırdı filmleri daha çok insanı yakalıyor, biliyorsunuz. Çekirdek de çitleyebiliyorsunuz, çayınızı höpürdeterek içiyorsunuz, sigara sıkıntınız yok, ayaklarınızı gere gere, gürültülü biçimde esneyerek ekrana bakıp kalıyorsunuz. Sanat disiplini olmayan bir “eğlenceye” indirgenmiş boşluk ile karşı karşıyasınız ve bunun farkına varamıyorsunuz.

Oysa tiyatro, sinema, konser salonları birer mabed gibidir. Oraya izlemek üzere gittiğinizden o ritüele uymak zorundasınız. Oyuncu kadar çaba göstermekle yükümlüsünüz, yazar kadar sorumluluk almak mecburiyetindesiniz.

Toplu ibadettir tiyatro ve yerine sanal bir dünya koyduğunuzda reddeder, kusar. O yüzden Marvel’in filmleri tiyatrodan nefret eder. Üstün insan mitolojisi yoktur, herkes gerçek göz altındadır, kahkahalar ve hüzünler ortak dualardır.

Devlet Tiyatroları sahneleriyle seyircisine merhaba dedi!

Şube müdürlüğü düzeyine indirilmeye çalışılan bir anlayışla bilerek veya bilmeyerek kavga ederek başladı yeni yürüyüşüne.

Ramiz ile Jülide’yi izleyin derim. Tüm yüreğimle söylüyorum ki, Refik Erduran’ın metnini de aşan bir ustalık hissedeceksiniz, özel tiyatroların ürktüğü direnişi duyacaksınız. Hem Ramiz ile Jülide’de hem Nehir’de. Keşke diğerlerini de görseydim de öyle yazsaydım demeyi de çok isterdim.

Hoş geldin tiyatro, özlemiştik.

OdaTv

Paylaş.

Yanıtla