“Kızılırmak”ın Suyu Tersine Akar mı, Suyun Yatağını Yerinden Oynatmak O Kadar Kolay mı?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Banu Çakmak

Bir yazar için en zor olan bilinen konulara farklı biçimler vermektir. Sıradan olanı, sıra dışı bir anlatımla, evrensel boyutta önemli bir düşünceyi de iletebilecek şekilde biçimlendirmesi, birçok yazarı “usta yazar” kılmıştır. Bunlardan en bilineni Shakespeare’dir kuşkusuz. Herkesin bildiği tarihi olayları ya da halk anlatılarını oyunlarına temel malzeme olarak seçerken evrensel insanlık duygularına temas etmiştir Shakespeare…

Geçtiğimiz günlerde İstanbul Devlet Tiyatrolarında sıradan bir konunun böylesi sıra dışı bir anlatımla buluştuğu bir sahnelemeyle karşılaştım. Kızılırmak Karakoyun adlı Türk halk masalının bir oyuna uyarlanmış halini içeriyordu sahneleme. Çoğumuzun bildiği gibi bu masal, Türk Sinemasında, önce Nazım Hikmet’in sonra Yılmaz Güney’in senaryosuyla sinemaya aktarılmıştır. Bu isimlere bakarak masalın içerdiği toplumcu gerçekçi yapıyı hissetmek hiç de zor değil. Nitekim feodal ataerkil düzende insanların yaşadıklarının toplumcu gerçekçi bir perspektifle sunulduğu filmlerdir bunlar. Aynı konuya yeni bir yorum ve biçim katarak tiyatroya uyarlayan Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı Kızılırmak oyunu, Galip Erdal rejisiyle bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrolarında seyirciyle buluşuyor.

16. Ekim. 2013 tarihinde prömiyeri yapılan oyunu, İstanbul Devlet Tiyatroları Cevahir Sahnesinde, 19. Ekim. 2013 tarihinde izledim. İnsanların koyunları, kuzuları, köpekleri canlandırdığı; sözden çok müziğin sahneye egemen olduğu, kişilerin şarkı söyleyerek konuştuğu, alışılmışın dışında bir sahnelemeydi bu. Ancak biçim ve yorumdan söz etmeden önce oyunun konusu ve iletisi üzerinden içeriğine yakından bakmak iyi olur sanırım.

Oyunun baş kahramanı Çoban Selim, anasız babasız, gariban, yoksul ama yiğit bir delikanlıdır, sürüyü yönetme hüneriyle de dillere destandır. Koyunlarıyla kuzularıyla kurduğu dostluk onu böyle hünerli bir çoban yapmıştır. Selim’in en yakın dostu kara koyundur, derdini ona açar, başı sıkıştığında ona akıl sorar Selim. Selim büyük bir çıkmazdadır, kendisine yasak olmasına rağmen ağanın kızı Hatice’ye sevdalıdır, Hatice de ona. Bu yetmezmiş gibi bir de Hatice’nin analığı, Hüseyin Ağa’nın genç ve güzel karısı Zehra da Selim’e aşıktır, onu ister. Hatice, analığı Zehra’dan zulüm görür, babası ona dayak atar, bütün evin işlerini Hatice yapar. Bütün bunlar Hatice’nin canına tak eder, Selim’e kendisini kurtarması için yalvarır. Bu sırada Hüseyin Ağa’nın borçlarını erteleyen Ali Ağa ve oğlu, Hüseyin Ağa tarafından teşekkür yemeğine davet edilmiştir. Aslında Ali Ağa’nın niyeti, oğlu Mehmet’e Hatice’yi istemektir, Zehra da Hatice’den kurtulmak için aynı şeyi düşünmektedir. Şaban Kahya da işin içindedir, Selim’e yemek için üç kuzuyu kesmesi emredilir. Selim, ağanın emriyle, dostu olan sürüden üç kuzuyu keserek koyunlarını ve izleyiciyi hayal kırıklığına uğratır. Yemek sırasında Ali Ağa’nın kendini isteyeceğini öğrenen Hatice, hemen bu durumu Selim’e bildirir, Selim’den onu kaçırmasını ister. Selim usulen büyüklerinden Hatice’yi ona istemelerini rica eder. Hüseyin Ağa ve Zehra öfkelenir, Ali Ağa buraya geliş niyetlerini açıklamak zorunda kalır ve Hüseyin Ağa’yı teskin ederek bir fikir önerir, Selim’e gerçekleşmesi imkansız bir koşul sunarlar. Sürü bütün gece tuz yiyecek, ertesi gün Kızılırmak’ın karşı yakasına bir yudum su içmeden geçerse, Hatice Selim’in olacaktır. Selim bu koşulu kabul eder, kara koyundan, sürüsünden yardım ister. Sürü ertesi gün su içmeden ırmağı geçer, Hatice’nin Selim’in olacağını anlayan Ali Ağa’nın oğlu Mehmet, Selim’i vurmaya kalkar, bu sırada Selim’in önüne geçen kara koyun vurulur, Selim, Hatice ve sürünün üstlerine yürümesiyle Ali Ağa, Hüseyin Ağa, Zehra, Mehmet ve adamları geri çekilir.

Görüldüğü gibi oyun öncelikle güçlü bir dramatik çatışma içeren yoğun bir öykü üzerine kurulmuş. İzleyici ne olursa olsun tiyatroya bir öykü izlemeye geldiği için, oyundan bir hikaye beklediği için, denilebilir ki bu oyunda beklediğini buluyor. Bir buçuk saatlik makul bir süre içinde, ayakta tutulan merak ve güçlü dramatik çatışmayla, sahip olduğu trajik öğelerle oyun, izleyiciyi kolayca sarabilecek bir niteliğe sahip. Öte yandan vurgulanması gereken bir diğer nokta, oyunun bir halk masalından yani anlatı geleneğinden kaynağını almasının da seyirciyi yakalayan önemli bir özellik olduğu gerçeğidir. Kötü kalpli üvey anneden, masum ve kurban genç kıza; kavuşamayan aşıklardan, sevenlere koşulan imkansız şartlara anlatı geleneğinin tanıdık kodlamaları oyunda bir bir yerini bulmuş. Ancak sahnelemeyi etkili kılan asal unsur, oyundan alınıp seyirciye iletilen düşünceler ve açılan gönderme alanları…

Koyunların, kuzuların feodal ataerkil düzende yaşayan, boyun eğen halkı temsil ettiği oyunda, halkın lideri kara koyun, halkın temsilcisi sürünün çobanı Selim’dir. Ancak daima temsil ettiği yoksul halkın yanında durması beklenen Selim, kendi mutluluğu ya da ağanın emri söz konusu olduğunda, biricik dostları olan kuzuları öldürmekle kendinden bekleneni yapmaz. Ama o ağanın emrinde bir çobandır, ezilendir, kendine belletilen kuralları uygulamak zorundadır diğer yandan da… Selim’in sevdiği kıza kavuşması da yine sürüye yani halka bağlıdır. Bütün gece tuz yiyecek olan da ırmağı su içmeden geçecek olan da sürüdür. Yani sürüden dolayımla halk, güç sahipleri için kurban olur ya da her koşulda olan yine halka olur. Ağanın ve paranın her şeyden üstün olduğu bu feodal yapı, halkın uyuması ve boyun eğmesine koşullu olarak varlığını garantiler. Bu gerçeğe oyunun afişinde, kulakları tarafından gözleri kapatılmış bir koyun resmiyle çok açık bir şekilde işaret edilir.

Sürünün, çobanı olan Selim’in mutluluğu için bir yudum su içmeden ırmaktan geçmesi de yetmez, sürünün lideri kara koyun sonunda Selim için ölür. Sürünün yaptığı su içmeden ırmağı geçme eyleminin imkansızlığı, ırmağı ters yönde akıtmak, yatağın yerini oynatmakla tabir edilirse, kara koyunun ölümü, bunun bedelinin ne kadar ağır olduğunu gösterir bize. Daha açık bir ifadeyle kara koyun, düzenin değişmesi için verilen kurbanların sivriltilmiş bir sembolüdür. Sürü, en büyük kaybı verdiği, liderini yitirdiği an korkutucu, tehditkar bakışlarla yürür efendilerin üzerine, efendiler sinip terk eder sahneyi. Bu final gündelik yaşamın tersine, oyunda, düzeni yürütenlerin yenilgisini haber verir. Bu doğrultuda umutla, umutlu bir şarkıyla son bulur oyun. Hayattakinin aksine kaybettiklerinin intikamını almak ve bu gidişe son vermek için dirilen bir halkın seslenişiyle biter oyun. Irmak tersine akıtılmıştır, yatağı yerinden oynatma sırasıdır şimdi ve bunu yapacak olan güç, sürü, halk, izleyici üçlüsüdür. Halktan olan izleyiciler koyun sürüsü gibi güdülmekten kurtulup, daha çok kayıp vermeden düzeni değiştirmeye çağrılır.

Oyunda Hatice’nin yaşadığı mağduriyet üzerinden aynı düzende kadınların yaşadığı sorunlar da konu edilir. Şiddet gören, sevdiğine verilmeyen, bir mal gibi alınıp satılan, kendi hayatı hakkında söz sahibi olmayan kurban kadındır Hatice. Öte yandan Zehra da kurbandır bir nevi… Sevmediği, kendinden yaşça büyük bir adama –muhtemelen para karşılığı- gelin gelmiştir. Bastırdığı kadınlığı şimdi onu canavarlaştırmaktadır. Zehra da düzenin kendine dayattığı bir kadınlık rolünü oynamaktadır. Bu bağlamda oyunun kadın sorununu da konu ettiği söylenebilir. Ne var ki Hatice’nin, kurtuluşu bir başka erkekte görmesi, anlatılardaki yerleşik üvey ana imgesinin kanıksanmış şekilde oyunda kullanımı ve kavuşamayan aşıklar izleği üzerinden, kadın sorununa yönelik göndermeler daha dolaylı ele gelir, öykünün gölgesindedir. Ancak oyunun bir masaldan kaynağını aldığı düşünülürse bu tür yerleşik söylemlerin ve tanıdık anlatı izleklerinin barındırılmış olması şaşırtıcı gelmez.

Anlatı geleneğine yaslanmak, bilinen öyküleri kullanmak seyirciyi yakalamak açısından kolay bir yol olsa gerek. Ancak bütün bunlar anlamlı bir düşünce doğrultusunda işlevsel olarak seferber edildiğinde işin rengi değişir. Bu bakımdan gerek oyun, gerek sahneleme kaynak masalı, güncel bir ileti doğrultusunda iyi bir malzeme haline getirmiş denilebilir. Nitekim halkı kurban ederek yaşamını sürdüren iktidarın karşısına dikilip bu düzene dur demek isteyen kişilerin ne gibi ağır bedeller ödediğine sıkça şahit oluyoruz. Söz konusu düzenin adı ne olursa olsun –feodalizm, ataerki, kapitalizm…- düzen uyuyan halk sayesinde yaşamına devam ederken uyanışın bedeli ise genelde çok ağır oluyor.

Oyunun sözü geçen içeriği –öykü ve iletiler- etkili bir sahnelemeyle yoğrulunca hem estetik hem de düşünsel anlamda zengin bir seyir vücuda gelmiş. Sahnelemede gerek düşünceleri taşıyan gerek öyküyü aktaran en etkileyici unsur müzik. Öncelikle sahnede enstrümanların seyirci karşısında canlı çalınması, birbirinden güzel seslere sahip oyuncuların canlı performanslarıyla, müzik, izleyiciyi ve salonu baştan başa kuşatıyor. Denilebilir ki duygular oyuncuların seslerinden taşarak bedenlerine oradan da seyirciye geçiyor.

Tiyatroda yaygın eğilimin aksine bu sahnelemede seyirci, baş kişilerden çok koroyla yani koyun sürüsüyle özdeşleşmeye sevk edilmiş, hatta koro, özellikle de kara koyun oyunun baş kişisi durumunda. Postları, eldivenleri, kabarık saçları, sürmeli gözleriyle adeta canlı bir koyun sürüsünü izleme deneyimi sunuyor bu koro seyirciye. Oyuncuların koyun, kuzu, köpek olarak hayvan formu içindeki devinimleri oldukça başarılı. Özellikle sürü kara koyunun peşinde ayaklandığı zaman, onların karşısına dikilen köpek rolündeki oyuncular, vücut duruşları, ağızlarından akan salyalarıyla köpekleri çok iyi gözlemlediklerini hissettiriyorlar bize. “İktidarın köpeği” söyleminden hareketle sürüyü köpeklerin sindirmesi de çok akıllıca.

Dekor olarak sahnenin arka planındaki duvarların beyaz örtüyle kaplandığı, üzerine koyun postunu andıran buruşukluklar, tüy görünümlü detaylar koyulduğu görülüyor. Bu arka planın önünde sürünün hareket ettirdiği merdiven, çeşitli mekanları yansıtan tek dekor olarak çok işlevsel kullanılmış. Sürüye tuz yedirildiği sahnede, tuz çuvallarının baş aşağı çevrilmesiyle, kum saatini andıran bir görünüm elde edilirken, sürünün tuz yeme ve ırmak geçme sahnelerindeki bedensel devinimleri birer görsel şölen sunuyor.

Bütün bunların yanında oyunculuğa dair birkaç eksiklik söylenebilir. Yoğun performans gerektiren dans ve şarkılardan sonra, mikrofonların da etkisiyle oyuncuların nefes sesleri seyircinin kulağına geliyor. Bu anlamda belki ses, nefes ve kondisyona bir parça daha fazla dikkat edilebilir. Öte yandan hayvanları oynayan oyunculardan bazıları yer yer bunu unutup insan gibi davranıyorlar. Ayrıca Hüseyin Ağa’nın evinde verilen yemek sahnesinde, koyunların davet misafiri insanları oynadığı konusunda anlam bulanıklığı yaşanmaması için, oyuncuların sırtındaki postların çıkarılması daha uygun olabilir.

Gerçek yaşamda farklı olanın dışlanması, hor görülmesinin aksine burada kara koyunun bir sürü lideri olması akla biraz gerçek dışı geliyor. Ancak bu durumun, sürünün lideri olmanın bir parça farklı olmayı gerektirdiğini söylemek ya da farklı olanın da topluma kabul edildiği hoş görülü bir yapıya duyulan arzuyu imlemek için tercih edildiği düşünülebilir. Yine oyunun yaşamla karşıtlık içeren finali, yani kanı dökülen liderlerinin acısıyla, sürünün / halkın uyanışı izleyiciden bekleneni gösteren bir ipucu olarak yorumlanabilir.

Bu küçük detaylar bir kenara bırakılıp bütün olarak bakıldığında, güzel bir seyir zevki yaşatan Kızılırmak, sıradan bir konuyu sıra dışı bir içerik ve sahnelemeyle seyirciye sunan bir oyun olma özelliği taşıyor. Son aşamada seyirciyi de sıradan olanı sıra dışı bir duruma dönüştürmeye, ırmağı tersine akıtıp yatağın yerini oynatmaya çağırıyor oyun: uyumayan bir halk olmaya, kurban olmaktan kurtulmaya, farklı kimlikleri kucakladığımız, iktidar uğruna canımızdan olmadığımız, özlenen ama ulaşılamayan bir dünyayı kurmaya…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Banu Çakmak Duman

Yanıtla