“Afrika Dansı”nın Düşündürdükleri…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Senem Donatan

Birkaç gün önce Beyoğlu Salt’ta Sevim Burak’ın “Afrika Dansı” öyküsünden sahneye uyarlanan performansı izledim. İzlerken yoruldum. Evet, ruhen ve fiziken yoruldum maalesef. Açık konuşmak gerekirse, büyük beklentilerle değil ama beğenmeyi umarak gitmiştim. Çünkü bir kadının “mücadele ve direniş metni”ne* tanıklık edecek olmak ilgimi çekiyordu. Ayrıca Sevim Burak’ın bir öyküsünün sahneye aktarılma fikrini cezbedici ve meydan okuyucu buluyordum. Üstelik tanıtım yazısında belirtildiği üzere, öykünün “Burak’ın dili gibi deneysel bir yolla” sahneye aktarılma iddiası da benim nezdimde gösterinin çekiciliğini bir kat daha arttırıyordu.

Peki, neden yoruldum? Çok fazla imgeyle, nesneyle, sözcükle karşılaşmak bünyemde hazımsızlığa sebep oldu sanırım. Sanki lezzetli etler, taze sebzeler, meyveler sofraya konmuş da, yemek pişirilmemiş gibi hissettim. Yemeği pişirmemek gösteriyi hazırlayanların bilinçli bir tercihi miydi? Bilemiyorum. Tek bildiğim, bünyem pişmemiş yemeği yemeye alışık değildi. Acaba “çoğunlukla hep aynı tür metinler okumaya, aynı “dil”i konuşmaya, anlamaya mahkȗm bırakılmış bir güruh”un parçası olan bana “başka bir şey var” denmek isteniyordu da ben mi anlamıyordum? Alışkanlıklarımdan ötürü mü bünyem tepki veriyordu, yoksa ortada bir “sahneye aktaramama” sorunu mu vardı?

Tüm bu sorular beni edebiyatla görsel sanatlar arasındaki farkları yeniden düşünmeye sevk etti. Sevim Burak’ın metinlerinin dilin altını oyan -dolayısıyla anlaşılması zor-, tekrar tekrar okunmayı talep eden metinler olduğunu kabul ediyorum. Ama Burak’ın metinlerine “hazmı zor” denilebilir mi emin değilim. Sevim Burak’ın dilinin her yeniden okumada yeni olasılıklara, yeni tahayyüllere kapı aralayan büyülü bir yapısı var. Peki, bu dönüp dönüp tekrar okunabilen büyülü dilin kağıtta bıraktığı izi, mekânın ve zamanın akışkan zeminine aktarmak nasıl mümkün? Eğer bu dili sahneye aktarma çabasına girişilmişse, o zaman kağıttaki izi ikame edecek başka bir iz bırakma yönteminin bulunması şart. Aksi halde söze ve devinime aktarılan sözcükler havada ya da bedende saçılıp yok olurlar. Gerçi usta bir icracı ete kemiğe büründürdüğü sözcükleri saçıp yok ederken de izleyicide güçlü bir iz bırakabilir. Ama tüm gösterinin saçılıp yok olma anlarından ibaret olması, izleyende nasıl bir etki bırakır tam kestiremiyorum. O türden bir sahneleme tercihinin de farklı bir fazlalık ve yorgunluk hissiyatı oluşturacağını seziyorum yalnızca. Demem o ki; okuyucunun tekrar dönebildiği sayfaları gibi, izleyici de gerektiğinde dönebileceği bir izleğe gereksinim duyuyor. Eğer seyirciye sürekliliği olan bir bağlam sunulmuyorsa -”Afrika Dansı” gösterisinde de olduğu üzere- benim gibi bağlam arayan izleyiciler perişan oluyorlar. Bu noktada aklıma şu soru geliyor: Bağlam bir performans için olmazsa olmaz bir olgu mudur? Bağlamdan yoksun bir performans kurgulanamaz mı? Ya da soruyu şöyle sorayım: Bağlamı olmayan bir buluşma mümkün müdür? Buluşma derken; sanat eseriyle seyircinin karşılaşmasını kastediyorum. Bu sorulara pek çok spekülatif cevap verilebilir. Ben kısa ve net olmaktan yanayım: Hayır, bağlamı olmayan bir buluşma mümkün değildir. O nedenle bir buluşma tasarlanıyorsa, ne kadar deneysel olursa olsun bağlamı oluşturulmalıdır. Aksi halde buluşma gerçekleşemez. Daha doğrusu gerçekleşen her ne ise ona bir buluşma diyemeyiz.

Kanımca, “Afrika Dansı” performansının izleyicilere sunduğu malzemeler bütünlüklü bir bağlama oturtulsaydı eğer, hep beraber büyülü bir yolculuğa çıkabilirdik. “Sözcükleri birer iz gibi oradan oraya sürükleyen” Sevim Burak’ın izinden çocukluğuna, hastalığına ve/veya Afrika yolculuğuna merakla ve keyifle sürüklenebilirdik. Ama biz izleyiciler olarak gösteri mekânının bir yanından diğer yanına -her seferinde biraz daha yüksek sesle- söylenerek sürüklendik ne yazık ki. Çünkü seyirciyi sürüklenmeye davet eden, ona büyülü bir yolculuk vaat eden bir kurgunun içinde değildik. Seyircinin pek de önemsenmediği bir mekân tasarımının içinde, dışarıdan gelen pop müzik seslerine kulak tıkayıp, banttan verilen ve zor duyulan seslere kulak kabartmakla meşguldük. Oysa “Afrika Dansı” performansı sesin ve devinimin izleyiciyi sarıp sarmaladığı bir hayal, bir büyü olabilirdi pekâla. Haksızlık etmeyeyim, sahnede bu hayalin nüvelerini görmek mümkündü (örneğin kafasını diken kadın, üç bacaklı kadın, röntgenleri yutan makine adam vb.). Ama özenle işlenmeden, seyirciyle paylaşılacak bir olgunluğa getirilmeden sunulmuş olan bu imgeler, yapının bütünü içinde alelâde bir “şey” olmaktan öteye gidemediler. Performans boyunca karşımıza çıkan; boşluğa fırlatılmış oyuncular, zamanını bulamamış imgeler ve bağlamından kopuk buluşlar, hep bu “şeyleştirme” eğiliminin tezahürleri olarak kaldılar. Hedeflenin aksine; “sahne öğeleri tıpkı [Sevim Burak’ın] sözcükler[i]gibi kendi özerkliklerinde hareket etmeleriyle mevcut” olamıyorlardı. Çünkü mevcudiyet ancak belirli bir bağlam içinde kurulan bir ilişkilenme eylemiyle mümkün olabilirdi. “Afrika Dansı” performansında ise ilişkisizlik özellikle tercih edilmiş gibi duruyordu. Bu ilişkisizliğin nedenleri ve sonuçları ise belirli bir bağlama oturtulamamıştı. Özellikle seyirciyle nasıl bir ilişki kurulmak istendiği tam bir muammaydı. Bağlamsızlık, en çok canlı müzik yaparak ve dans ederek performansa katılan Afrikalı ekibin bakışlarında açığa çıkıyordu. Afrikalılar sahnede “rengârenk ve çeşit çeşit[likleriyle]…hassasiyet ve hayranlığın hedefleri olarak “biz buradayız” diyemiyordu bizlere. Onun yerine, ne yapacaklarını bilemez halleri ve ürkek bakışlarıyla “biz neden buradayız?” der gibiydiler.

Bitirirken, bir noktanın altını çizmek isterim; beni -yukarıda özetlemeye çalıştığım- düşüncelere sürükleyen itki, “Afrika Dansı” performansının izleyiciye sunduğu malzemelerin (imgeler, nesneler, buluşlar, oyuncular) zengin bir potansiyel barındırıyor olmasıdır. Ortaya konan deneysel çabanın ciddiye alınması gereken bir derinlik ve zenginlikten beslendiğine inanıyorum. Dolayısıyla eleştirilerimin “olabilecekken olmamış” ya da belki de “halen olma halinde” olan bir çabaya yöneldiğini özellikle belirtme ihtiyacı duyuyorum. Son kertede, aslolan denemeye devam etmektir.



* Yazıda tırnak içine alınmış italik bölümler Sevin Yaltır’ın “Afrika Dansı” performansı hakkında kaleme aldığı tanıtım yazısından alıntılanmıştır.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Senem Donatan

Yanıtla