Leni Riefenstahl: “O işler” Biraz Karmaşık…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

İlker Yasin Keskin

“Sanat özgürlüktür! Sanat direnir! Sanat muhaliftir!”

Özellikle sanatın herhangi bir alanında baskı ve sansüre maruz kaldığımızda biz sanatçılar arasında birden buna benzer sloganlar peyda olur. Ve sonra ekleriz: “Bırakın sanat özgür kalsın!”

Savunduğumuz değerler apaçık bir şekilde doğru gözüküyor. Fakat kanımca ne yazık ki işler o kadar da basit yürümüyor. Yani sanatın kendisi, ne özgürlük ne direniş ne de muhalif olmak anlamına geliyor. Bu yazıda işte bu “fuzuli” mesele üzerine bir kaç kelam etmek istiyorum.

Biz insanlar için hayatımız boyunca doğru, güzel ve iyi olanın peşine düşmek akla yatkın geliyor. Medeniyet dediğimiz de aslında biraz da bunlar değil mi? Doğrunun, güzelin ve iyinin peşinden gitmek… Peki, her sanat eseri doğru, güzel ve iyinin arayışında olmak zorunda mıdır? Ya da soruyu şöyle soralım: Bir sanat eserinde her zaman ahlak ve estetik arasında doğru orantı olduğunu beklemek ne kadar mümkündür? Örneğin estetik açıdan çirkin olan bir şey ahlaki açıdan güzellenebilir mi? Notre Dame’ın Kamburu’nu bilen, duyan herkes bunun cevabını rahatlıkla verebilir. Şimdi tersini düşünelim: Ahlaki açıdan doğru olmayan bir şey estetik açıdan güzellenebilir mi? Bu mümkün müdür? Cevap malum: Evet mümkün… Şimdi bu konuda bir iki kelam edebilmek için gelin Leni Riefenstahl’ın “İradenin Zaferi” adlı belgeseli üzerinde duralım.

İradenin Zaferi 1935 yılında Hitler’in propagandası için çekilen bir belgesel. Almanya’da kamuya açık gösterimi yasak… Belgesel ilk yıllarda ateşli tartışmalara neden olmuş. Kullanılan çekim teknikleri nedeniyle film büyük övgülere mazhar olurken Hitler meselesi yüzünden tu kaka ilan edilmiş.

Bu kısa bilgilendirmeden sonra şimdi film hakkında bir kaç noktayı açalım.

İradenin Zaferi

Kitlelerin arasında küçük bir nokta gibi gözüken ve kürsüye yükseldiğindeyse kameranın konumu sayesinde devleşen insanın alnından süzülen ter, bir Hollywood aktörünün teri değildir. Sesi bir aktörün sesi değil; coşkusu, bakışlarındaki sertlik bir aktörün rol parçalamaları değildir. Gördüğümüz milyonlarca insanın ölümüne neden olacak bir dünya savaşının politik arenadaki başlıca mimarlarından olan Hitler’in ta kendisidir. Heil! (Yaşa) diye bağıran yüz binler ise yüksek bütçeli bir filmin figüranları hiç değildir.  Onlar Führer’lerini tanrısallaştıran senin benim gibi kanlı canlı Alman vatandaşlarıdır.

 leni-riefenstahl

Belki de bugün bile Almanya’da bu filmin yasak olmasının bir nedeni de biraz da budur. Bu propaganda filminin “oyuncuları” gerçek insanlardır. Nasyonel Sosyalistlerin gençlik kamplarında birbirleriyle güreşen, şaşırtıcı oyunlarla yarışlar düzenleyen gençler gerçek insanlardır. Ve gerçekten gülüp oynamakta, eğlenmektedirler.

Kitleler gece gündüz demeksizin kamera sayesinde devleşen ve ulvileşen adamın önünden bir nehir gibi ağır ve kararlı akıp geçer. Kürsüdeki adam kameranın açısı sayesinde gözümüzde büyür. Bu tablo bugünün politikacılarının seçim zamanı aşağıdan çekilen fotoğraflarına benzer.

“İradenin Zaferi”‘nde Leni Riefenstahl, düzinelerce kamerayı ve çok sayıda film emekçisini yönlendiren bir kadın yönetmendir. Filmin ismi belki de o dönem kazandığı statünün de ismidir aynı zamanda. “İradenin Zaferi!” Yüz binlerce erkeğin müthiş bir düzen içerisinde gerçekleştirdiği ayinsel törenleri ve kutlamaları, Leni’nin hemcinsleri balkonların penceresinden sadece alkışlayabilmektedir. Leni ise karanlığın burnunun dibine kadar girebilmiştir.

leni-riefenstahl2

Kara üniformalı özel birliklerin geçişini diz hizasından çeker. Askerlerin yerleri döven bacaklarındaki sertlik ve geometrik uyum güçlerine güç katar. Kamera hep hareketlidir. Sütunların arasında, sokakları rahatça görebilmemize imkân veren çatılarda, kalabalıkların arasında… Buysa sürekli algımızı açık tutar… İmgenin gücünü ve çarpıcılığını arttırır.

Bu kaba analizler çoğaltılabilir elbette. Biz konumuza dönelim. Sorumuz şu: Leni’nin karanlıkla bu alış verişinden estetik alanın kazançlı çıktığı söylenebilir mi? Bil Nichols “Introduction to Documentary” adlı kitabında belgeselin yayınlandığı zaman (2. Dünya savaşı henüz patlak vermemiştir) filmin Nazi propagandasıyla suçlandığını ama bununla birlikte Avrupa’da pek çok ülkede çok sayıda ödüle de layık görüldüğünü not eder. Ve Hollywood’un bu filmde kullanılan tekniklerden nasıl faydalandığını basit bir örnekle açıklar:

Filmde bir kilim deseni gibi devasa bir boş alana dizilmiş yüz binlerce askerin arasında üç küçük nokta gibi gözükerek yürüyen üç Nazi liderinin olduğu bir sahne vardır. Daha sonra Star Wars filminde de bu koreografinin kullanıldığından örnek verir. Fakat bu sefer faşist bağlam koreografiden çıkarılmıştır. Üç Nazi lider yerine bu sefer film karesinde üç kahraman (Han Solo, Chewbaca, Luc Skywalker) vardır. Bu arada bu kareler Yüzüklerin Efendisi’ndeki devasa orduların çekimlerini de hatırlatmıyor değil…

leni-riefenstahl3

Elbette örnekler çoğaltılabilir. Zaten belgeseli izlediğinizde “bu kareleri ben bir yerlerden hatırlıyorum” diyeceğinize de eminim.

Bu ve buna benzer örnekler düşünüldüğünde Leni Riefenstah’ın sinemasal keşfinin yüceltmenin estetiği noktasında olduğu düşünülebilir. Yani kamerasıyla bir şeyi yüceltmenin formüllerini bulmuş gibi… Tabi kimi, niye yücelttiğin senin tavrın ile ilgili bir konu oluyor…

Lafı uzatmadan bağlayalım… Leni’nin belgeseli özetle bize şunu “bağırıyor”: Aslında sanat dediğimiz şeyi özgürlükle aynı düzleme yerleştirmek pek mümkün değil.  Sanat eşittir iyilik, güzellik, doğruluk diye bir şey yok maalesef… Tıpkı bilim gibi…  Hayatımızı kolaylaştıran, sıhhatimizi arttıran pek çok şey bilimsel keşifler sayesindedir; Hiroşima’da, Çernobil’de, Tokyo’da yaşananlar da…

Benzer şekilde, sanatsal süreçlerin her neticesi de iyi ve doğru olmak zorunda değil. İyi ve doğru olan içinde olduğumuz tavrın ve eylemin ya da tercihlerimizin ahlaki ve politik değerinde yatıyor.

Şimdi sorumuzu Leni Riefenstahl’a soralım: Sanat özgürlük müdür efendim? Ya da sanat direniş midir?

Leni Riefenstahl: Vallahi o işler biraz karmaşık vesselam…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: İlker Yasin Keskin

1 Yorum

  1. Fırat Güllü Tarih:

    İlker Yasin keskin’in yazısını değerli buluyorum. Tartışmaya bir katkı yapmak için Susan Sontag üzerine yazdığım “Sanatçı: Çağdaş Bir İdeolog mu” başlıklı yazıdan bir bölümü buraya eklemeyi uygun buldum. Yazıda Amerikan uçaklarının Sırbistan bombardımanına destek veren Susan Sontag’ın söylemi analiz edilirken onun “Biçem Üzerine” başlıklı yazısından bir alıntı yapılıyordu:

    “Sanatta ‘içerik’ sanki bilinci, temelde biçimsel dönüşüm süreçleri içinde yakalayan araçtır, erektir, tuzaktır.

    ‘İçerik’ine ahlaksal açıdan itiraz ettiğimiz sanat yapıtlarını vicdanımız sızlamadan beğenebilmemiz bundandır. (…) Leni Reifenstahl’ın İradenin Zaferi’ne ve Olimpiyat Oyunları’na başyapıt demek, estetik yumuşaklıkla Nazi propagandasını kapatmaya çalışmak anlamına gelmez. Burada Nazi propogandası açıkça ortadadır. Ama başka bir şey daha vardır ki bunu reddetmekle kayba uğrarız. Zekanın, zarifliğin ve duyumsallığın karmaşık devinimlerini yansıttıklarından Reifenstahl’ın bu iki filmi (Nazi sanatçıların yapıtları arasında eşsizdir bunlar) propaganda, hatta röportaj türünün ötesine geçer. Bir de bakarız –elbette oldukça büyük bir rahatsızlık içinde- ‘Hitler’i görüyoruz ama Hitler değil bu; ‘1936 Olimpiyatları’nı seyrediyoruz ama 1936 Olimpiyatları değil seyrettiğimiz Reifenstahl’ın dehası aracılığıyla ‘içerik’ –onun amaçladıklarının tersine bile olsa bunu varsayma iznini verelim kendimize- bütünüyle biçimsel bir rol oynar duruma gelmiştir.” (“Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş”; s. 31-32)

    Bu yorumdan yola çıkarak şöyle bir değerlendirme yapmaktaydım:

    “Eminim ki dünyaca ünlü kadın yönetmen Reifenstahl sinema tarihinin bu iki ünlü filmini çekerken kafası en az Sontag’ınki kadar karışıktı. Reifenstahl’in Nazilere karşı büyük sempati beslediği, çoğu arkadaşının parti üyesi olduğu, hatta Hitler’in özel ilgisinden hoşnutluk duyduğu bilinir. Ama onun bile bu filmleri çekerken Nazi hareketini destekleyen kitleleri bu denli etkileyeceğini tahmin ettiğini sanmıyorum. Çok iddialı gibi görünse de benim kişisel fikrim daha çok Reifenstahl’ın gerek Nazi dönemi Almanya’sında çektiği görkemli politik filmlerde, gerekse sonraki dönemlerde Afrika’nın el değmemiş bölgelerinde çektiği etnografik filmlerde öznel bir sanatsal tatmin aradığı ve dolaylı yoldan da olsa toplumsal koşullardan kopartılmış soyut bir sanat fikrinin peşinde koştuğunu yolunda. En bildik tabirle “sanat sanat içindir”ci bir tavırdır bu.

    Bu noktada Üstad Brecht’in iki ünlü eserine gönderme yapmak istiyorum: 1946’da sürgünde olduğu Amerika’da sergilenen “Galilei’nin Yaşamı” ve 1956’da tamamlayamadan öldüğü “Turandot ve Aklayıcılar Kongresi”. Brecht Galilei’nin Yaşamı’nda -tıpkı Reifenstahl gibi- varoluş koşullarının farkında olmayan ve soyut bir bilim fikrinin ardından koşan bir aydının tasvirini yapar. Daha sonraları Galilei’nin Yaşamı’nda “aklın şafağını” anlattığını söylemiştir Brecht. Galilei “aklın şafağı”nda bilimin toplumsal koşullardan bağımsız evrensel doğrularını ararken önce kar duygusuyla hareket eden Venedikli tüccarlara, sonra da yükselen orta sınıfa karşı son kalelerini korumaya çalışan kiliseye hizmet eder. Sonuçta, ne para etmeyen hiçbir şeye değer vermeyen tüccarlara ne de kutsal kitabın dogmatizmine hapsolmuş kiliseye yaranabilir. Ve engizisyonda daha önce ileri sürdüğü dünyanın güneşin etrafında döndüğüne yönelik iddiasından vazgeçmek zorunda kalır. Bu yenilgi kiliseye karşı yönelmiş halk hareketlerinin bastırılmasını da beraberinde getirir. İçinde yaşadığı toplumsal ve tarihsel koşulların ayırdına varamayan aydın tipini eleştirirken Brecht, muhalif bir kimlik örgütleyemeyen bir bilimadamının kendisi reddetse bile her zaman egemen sistemin hizmetinde olacağına gösterir. Özelde Brecht’in eleştirisi soyut bir bilimsel çalışma pratiği içerisine gömülen ve farkında bile olmadan atom bombasının bulunmasına hizmet eden bilimadamlarına yöneliktir. Brecht’in “aklın karanlığı”nı anlatmak için kaleme almaya başladığı ama tamamlayamadan öldüğü “Turandot ve Aklayıcılar Kongresi” adlı oyunu ise farklı bir aydın sorunsalını tartışma konusu yapmayı amaçlamıştır. Bu oyunda sistemin işleyişini iyi bilen, ama onun dışında yer almayı, muhalif bir kimliği sahiplenmeyi değil aksine onun kendisini yenilemesi ve yaşamaya devam etmesi için çalışmayı seçen sistem ideologlarını eleştiriye tabi tutulur. Bu iki oyun birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Sistem ideologluğuna giden yolda ilk adım duyarsızlıktır. Görünen o ki ölümünün üzerinden geçen yıllara rağmen Brecht, bize politik bir sanatın ve politik bir sanatçının nasıl olması gerektiği konusunda hala önemli ipuçları veriyor ve vermeye devam edecek.”

Yanıtla