Çehov’un Çevresinde

Pinterest LinkedIn Tumblr +

selimileri[Selim İleri’nin Zaman gazetesinde yer alan köşe yazısını yayınlıyoruz.] Can Yayınları 1990’lı yıllarda “Çağdaş Drama Dizisi” adını verdiği bir tiyatro dizisine başlamış, dünya edebiyatından değerli oyunların çevirilerini yayınlamıştı. Bu diziyi Aziz Çalışlar yönetiyordu.

Genç yaşta yitirdiğimiz Aziz Çalışlar gerçek bir tiyatro tutkunuydu. Değişen dünyada tiyatro sanatının da birçok yenilikle donandığını bilir, okuru ve izleyiciyi bu yeniliklere çağırmak isterdi. Elbette tiyatro adamlarını da.

O dönemde Erdal Öz’e Çağdaş Drama Dizisi kitaplarının satışını sormuştum; pek parlak değilmiş. Hatta kitapların çoğu ‘kendini kurtaramıyormuş’. Tiyatro kitaplarına, oyun metinlerine bizde hiçbir zaman ilgi duyulmadı. Sahnede sergileneni seyretmek belki yetip artıyordu.

Oysa Virginia Woolf, galiba güncesinde, okunmuş, özümsenmiş bir eserden daha çok tat alınacağını söyler. Yunan tragedyalarını örnek verir: Tümü, yüzyıllarca okunmuş, canlandırılmış, artık genlere işlemiştir…

Virginia Woolf, oyunların birbirlerine esin kaynağı olduğu kanısındadır. Gerçekten, Yunan klasiklerinden esinlenme oyunlar yirminci yüzyılda enikonu rağbetteydi.

Demin andığım Can Yayınları dizisinde bir oyun yayınlanmıştı: Trevor Griffits imzalı Piyano. Rahmetli Filiz Ofluoğlu’nun dilimize kazandırdığı bu eserin alt başlığı Çehov’dan Esintiler. Griffits İngiltere’nin önemli bir çağdaş yazarıymış. Piyano’da Çehov’dan gerçekten çok etkilenmiş.

O kadar ki, Piyano’yu ilk okuduğumda, metinler arası bağları yakalayamadığımdan, pek bir şey anlayamamıştım. Sonra sonra, büyük usta Çehov’a göndermeleri alımladıkça, Piyano şaşırtıcı deneyselliğiyle belleğime saplanıp kaldı.

Çehov’un öykülerini, oyunlarını özümseyenler için bir şölendi Piyano. Ama, diyeceksiniz ki, Çehov’u öylesine özümsemiş kaç okur var yeryüzünde? Kestirmek hayli zor. Çok sayıda olamaz, bu açık. Hele günümüzün yayın bombardımanına tutulmuş okurları arasında.

Yazar yine de bildiğini okuyor, duyumsadığı metni hiçbir tecimsel kaygı gütmeden kaleme getiriyor. Öyle yapmış; saygı duymamak imkânsız.

Yönetmen olarak da çok sevdiğim Başar Sabuncu, tiyatro edebiyatımıza aynı yolda iki eser armağan etti: Birinde Shakespeare’in oyunları, ikincisinde Çehov’unkiler. Metinler, replikler iç içe geçiyor, yeni özgün bir bütün ortaya çıkıyordu. İkisini de çok sevmiştim, bununla birlikte, Çehov esinli Herkes Aynı Bahçede’yi daha çok sevmiştim. Sahnelenen eserler, seyirciyle ne ölçüde buluştu, bilmiyorum.

Çehov’un oyunlarında sürüp giden bir şey var. Ölümle noktalanan İvanov’da bile var. Unutulmaz veda sözlerinden sonra İvanov canına kıyar. Ama seyircinin belleğindeki İvanov yaşamaya devam eder…

Üç Kızkardeş’in ya da Vanya Dayı’nın sonlarında “perde ağır ağır iner” ama, sanki bu eserlerde yansıtılan, bu eserlerden yansıyan hayat sürmektedir. Vanya Dayı’da Sonya ölünceye kadar yaşayacakları acılardan hüzün dolu bir demet uzatır bize. Bizse, henüz yaşanmamış bu acılarla baş başa kalırız ve onları düşlemekten kendimizi alamayız. Kötü düşler şüphesiz, yine de çekici gelir, öğrenmek, hatta yaşamak isteriz…

Çehov esinli yeni yeni oyunların, öykülerin, sinemada beliren filmlerin gerisinde, öyle sanıyorum ki, Çehov’daki ‘yaşarlık’ söz konusu. Belki gizli bir umut. Belki yaşamın değişebileceği, değiştirilebileceği umudu.

Piyano’dan alıntılıyorum:

“Gel Mişa. Gidelim. Sen beni yaşama geri getirdin. Yeniden mutlu oldum. Sana her gün bunun için teşekkür edeceğim.”

Zaman

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ömer Özdinç

Yorumlar kapatıldı.