Kadınların Gözüyle Aşka ve Faşizme Dair

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Yeşim Özsoy Gülan Mimesis Söyleşi / 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında GalataPerform ekibinin genel sanat yönetmeni olan Yeşim Özsoy Gülan ile Gianina Carbunariu, Linda Mclean ve Helena Tornero’yu biraraya getiren Aşk & Faşizm oyununun gösteriminden sonra kısa bir söyleşi yaptık. Dört kadın yazarın kaleminden çıkan ve sekiz kadının oyuncunun yer aldığı Aşk & Faşizm oyununun oluşturulma sürecinden metnin yorumlanma biçimine keyifli bir sohbet oldu.

Dört ayrı kadın yazarın –biri de sizsiniz- elinden çıkan dört ayrı hikayeyi biraraya getirirken, yorumlarken nasıl bir yaklaşımla hareket ettiniz?
Biz bu oyunu yazmak için konuşmaya, düşünmeye başladığımızda dedik ki, yazarlarla birlikte paralel yazmaya çalışalım. Biz bunu yazarken, bölüm bölüm paralel gidelim. Yani işte birinci bölümü Linda (Mclean) yazdı, ondan sonra biz onu okuyalım, ona reaksiyon olarak kendi bölümlerimizi yazalım ya da tasarlayalım. Öyle düşündük ve öyle gittik. O aşamada da onlar yazarken reji benim kafamda belirmeye başlamıştı. Biraz da kendi yazdığım bölümü, rejiye en iyi şekilde nasıl katkıda bulunur diye yazdım. O yüzden biraz normalde olduğu gibi; bir metin vardır, yönetmen alır, inceler, sonra bir vizyonu vardır, oyunculara götürür, sahneye götürür… İşte bütün bu sıralamalar aslında iç içe geçti, daha organik bir şekilde işledi bizim için.

Oyunculuk yorumlarıyla ve metinlerin biraraya getirilmesiyle de değişiklikler oldu galiba. Dört ayrı hikayeyi birarada anlatıyorsunuz oyunda…
Sonuçta biz bu metinleri aldığımızda bunlar dört ayrı metindi. Oyuncularla ilk provayı yaptığımızda onlar metinleri ayrı ayrı okudular. Daha ilk başta hangi karakteri kim oynayacak, nasıl oynayacak , belli değildi. Bazı metinlerde sadece bir karakter ve çevresinde yan karakterler vardır.  Bizde öyle değildi. Mesela Gianina Carbunariu’nun metro hikayesinde bir kadın vardı, son sahnede bir karakter giriyordu; orada mesela oyuncuyla birlikte çalışırken metronun en başından itibaren o karakteri ekleyerek, onun durumunu etkin kılmak için farklı bir çalışma yaptım.

Başta oyuncular gerçekten hiçbir şey bilmiyorlardı. Hangi oyuncu hangi karakteri nasıl oynayacak, bunlar iç içe nasıl geçecek, o da bir güven gerektiriyor, ancak bu ekiple mümkün olabilirdi. Yani başkası olsa hangi rolü oynayacağım, burada kim var, kim hangi karakteri oynuyor gibi durumlar yaşanırdı. Bu oyun hep birlikte, bir kumpanya anlayışıyla ortaya kondu.

Oyunculuklarla iç içe geçirirken metinleri şimdi masabaşında dört metni biraraya getirirken kafanızda bir şey oluşturabiliyorsunuz ama ben oyunculardan çok yararlandım. Metinleri aynı anda okuduk, metinleri iç içe geçirerek okumayı denedik. Farklı denemeler yaptık. Ondan sonra bu denemeleri eve gidip kurgulamaya çalışıyordum.

Sahne üstü ile masabaşı çalışmalarının birlikte yürüdüğü bir süreç ilerledi sanıyorum.
Evet, çünkü o kurgulama meselesi bayağı zordu. Her ne kadar bölüm bölüm yazılsa dahi metinleri iç içe geçirmek kolay değil. İki metni iç içe geçiriyor olsak sorun değil, ama dört tane ayrı ses olduğu için onların hepsini biraraya getirmek zorlaşıyor. Zaten onların hepsini bir noktada seyrederken de belli oluyor, bu taraflarda da farklı gözler var gibi bir hissiyat oluşuyor. İşte sırayla hangi oyuncu girecek, hangisi çıkacak, en uygun nasıl kurgulanır, beraber ilerledik.

Hareketli bir sahne kullanımınız var. Bazı tiyatro oyunlarında bazı oyuncular oynarken bazıları…
Dururlar. Bu oyun onu kaldırmıyor. Bir süreklilik gerekiyor, dört hikayenin de sürekliliği gerekiyor. Ben aslında onu seviyorum, oyuncu ekibini bir orkestra gibi düşünüyorum, bir oyunu da bir beste gibi düşünüyorum. Hani ilk bestemiz ilk giriş oluyor benim için, ondan sonra hareketlendiği, yükseldiği bir bölüm; sonra ritmin düştüğü ve daha farklı bir ruh haline girildiği ve bir sonuçla oyunun, bestenin bitirildiği bölüm. Bu yapıyı seviyorum. Her ne kadar bir yapı yokmuş, klasik anlamda bir yapı yokmuş gibi gözükse de giriş, gelişme, sonuç olmasa bile, bir beste gibi düşündüğümden dolayı duygusal olarak bir yapı düşünüyorum.

Ben oyununuzu izlediğimde giriş, gelişme ve sonucu olmayan bir oyun izlenimi edinmedim.
Yani klasik anlamda yok.

İç içe anlatılan dört hikayenin anlaşılır bir şekilde başlayıp anlaşılır bir şekilde ilerleyip bittiğini söyleyebilirim.
Evet, ama anlaşılmaz hale gelebilirdi.

Hareketli kullanımınızın yanında bazı ufak tekrarların hikayeleri anlaşılır kıldığını düşünüyorum.
Evet, geri dönebiliyorsunuz hikayeye. Sonuçta insan beyni de öyle; bir tarafa kanalize oluyor, ancak diğer tarafları da algılıyor. Seyrederken burada bir tercih yapıyorsunuz. Bu tarafa bakıyorsunuz, sonra diğer tarafa dönüyorsunuz. Seyirciyi özgür bırakıyoruz yani. Artık günümüz seyircisi özgür algılamaya açık bir seyirci. O kısıtlandığı zaman rahatsız oluyor gibi geliyor bana.

Aslında yapıyı bozuyorsunuz. Dört ayrı hikayeyi yapıbozuma uğratıyorsunuz, ancak bozduğunuz hikayeleri iç içe geçirdiğinizde yeni bir yapı oluşuyor.
Tam da dediğiniz gibi aslında. Bana göre bir yapı var yani. Şunu hissediyorum: Pekçok oyunumda da o var zaten. Simultane sahnelemeyi seviyorum. Simultane algıyla oynamayı seviyorum, hayatın kendisini de biraz parçalı görüyorum. Çok böyle bütünsel değil hiçbir şey. Orada birileri bir hikaye anlatıyor, diğeri başka bir şey yapıyor aynı zamanda. Hayatta da bu böyle. Genelde tiyatro oyunları bana fanusta gibi geliyor, sanki dünya yok orada da, boşlukta ve fanusta tek karakter kendi başına konuşuyor, öbürü susuyor, sonra o cevaplıyor. Gerçekdışı geliyor bana.

Yürürken etrafınızda bir sürü olayı gözlemlemeniz gibi…
Evet, diğeri daha gerçekdışı geliyor bana. Bu daha gerçekçi.

Hikayelerinizde bambaşka hayat bakışları olan kadınları anlatıyorsunuz. Hikayelerinde ortaklaştıkları birçok durum da var, ancak aynı zamanda farklılıklarını ortaya koyuyorlar. Mesela anneliğe dair konuşulurken iki anne çok farklı hayatlar yaşasa da belli noktalarda ortak düşünceler taşıyorlar ve benzer düşüncelere sahipler, ancak bir yerden sonra ayrışıyorlar.
Sonuçta klişe cümleler çok tercih ettiğimiz şeyler değil: Tüm anneler şöyledir, kadınlar böyledir gibi ama sonuçta bir noktada da birleşiyor kadınlar. Biz oyunculuk olarak çalışırken de kadınların çok farklı olduğunu hissettik erkek rolleri oynattığımız zaman. Erkeklerin şiddet gösterdiği sahneleri kadınlara oynatmak zordu yani gerçekten. Çünkü bünye olarak başka bir bedene zarar vermek yok kadınlarda, belki de bu grupta olmayabilir, emin değilim. Şöyle anlar yaşıyorduk, “Hadi pataklıyoruz ”, ondan sonra “Bir şey oldu mu , iyi misin, of sert vurdum mu” gibi şeyler. Erkeklerle oynayacak olsaydık, çok daha farklı olabilirdi diye düşünüyorum. Bunlar da şunu gösteriyor aslında, erkeklerde de kadınlarda da bir ortaklık var, bütün dünyadaki erkeklerde ya da kadınlarda. Ama aynı zamanda belli şeyler tamamen farklı olabiliyor. Burada farklı olan, İskoçya’dan bir yazarın Tanrının olmadığından bu kadar kolay bahsedebiliyor olması örneğin. Toplumlarda anne, aile ilişkilerinin daha farklı olmasından kaynaklanıyor. Diğer yazarların da Türkiye’den, Romanya’dan, İspanya’dan olmasından kaynaklı böyle güzel ufak farklılıklar var.

Aşk ve faşizm derken, kadınların bakış açısıyla aşk ve faşizm diyebilir miyiz, dört ayrı kadın yazarın…
Dört ayrı kadın yazarın elinden çıkınca tabii böyle hikayeleri konuşuyorlar. 8 kadın oyuncu bu hikayeleri canlandırıyor. Diyebilirim ki, Aşk ve Faşizm’in kadın algısıyla, kadın bakış açısıyla yapılmış bir oyun.

Çok teşekkür ederim vakit ayırdığınız için.
Piri Kaymakçıoğlu / Mimesis Haber

Paylaş.

Yanıtla