“Alt Kattan Üst Kata Bir Sızıntı Var”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

senay_tanrivermisMimesis Söyleşi / GalataPerform’da bu sezon 21 Haziran’a kadar oynamaya devam edecek olan ve Yeşim Özsoy Gülan’ın  yönetmenliğini, Özlem Saraç, Şirvan Akan ve Sezer Arıçay’ın oyunculukları üstlendiği “Dil” hakkında oyunun yazarı Şenay Tanrıvermiş ile oyunun yazım süreci, tüketimin bir kimliğe dönüşmesi, aile, kayıp insanlar ve diller hakkında bir söyleşi yaptık. [Söyleşi: Piri Kaymakçıoğlu]

YENİLİKÇİ ŞEYLER BİRDENBİRE KLİŞE OLDU

Bu oyunu yazma fikri nereden çıktı?
Yeni Metin Yeni Tiyatro kapsamında atölyelerde başladı, başlangıçta çok net bir şey yoktu kafamda ama biliçaltında bastırdıklarımızla dilimizin altından kaçanlar arasında bir paralellik vardır, Freudyen bir bakışla yola çıktım aslında. Bangır bangır söylediğimiz şeyler hiç söylemediğimiz şeyleri bastırsın diye bu kadar yüksekten söyleniyor. O seslerin yükseklikleri nasıl kullandığımızla ilgili bir imge vardı kafamda. Hep aynı şeyleri söylüyoruz, bazı şeyleri çok bağırarak söylüyoruz, bazı şeyleri hiç söylemiyoruz. Bazılarını farklı vurgularla söylüyoruz. Bir kelimeyi nasıl tonladığımız çok anlam ifade ediyor, bir şeyler saklıyor. O saklama kısmı beni çok ilgilendiriyor. Dil, dil-altı; bilinç, bilinç-altı paralelliğinden başladım diyebilirim.

Ne zaman yazmaya başladınız? Gezi olaylarından sonra yazılmış bir oyun mu Dil?
Geçen sene, Gezi’den önce yazıldı, okuması da yapılmıştı. O anlamda hep sezgisi çok yüksek bir oyun olarak tanımlandı.

Okurken bazı kısımlar Gezi’ye birer gönderme gibi hissediliyor.
Değildi, Allah’tan diyorum okuması falan yapılmış, ispatı var. Geziden önce yazıldı bu oyun. Öyle diyorum çünkü sonrasında bazı cümleler çok klişe oldu. İlk duyduğunda çok yenilikçi gelen şeyler, birdenbire hepimiz aynı sloganvari dili tutturunca hemen klişeye dönüştü, çok büyük bir hızla yani.

OYUNA HERKES KENDİ MALZEMESİNİ KATIYOR

Yeni Metin Yeni Tiyatro projesi kapsamında bir atölyede bu oyunu yazmaya başladınız…
Şimdiye kadar aldığım eğitimler tiyatroyla ilgili değil. Sinema televizyon mezunuyum, iletişim sanatları masteri yaptım. Tiyatroyla aldığım yegane şey, Yeni Metin Yeni Tiyatro kapsamında oldu. Zaten hep yazıyla ilgili olduğum ve orada da metin ve yazı atölyesi olduğu için katılmıştım. Bana iyi geldi. Haplaştırılmış, kompakt bir eğitim hızlandırılmış bir şekilde enjekte edildi neredeyse. Bu sene de devam ettim çünkü yazarlık “anladım, bitti”, öyle bir şey değil. Zaten sürekli yenilemek zorundasınız kendinizi. Bir de yeni atölye katılımcılarıyla bile bütün tadı değişiyor. Bambaşka bir şey oluyor. Kaldı ki katılımcılar birtakım elemelerle alındığı için orada da birbirimizi besleyen bir atmosfer, bir aura var. Orası öyle tılsımlı bir yer haline geldi.

Birlikte metin üretiyor musunuz atölyede?
Bir kavramımız oluyor ve o kavram doğrultusunda herkes ayrı yazıyor. Tabii, atölye seni bağlamıyor, istersen otur iki kişi yaz ama öyle bir şey olmadı…

Oyun sürecinde bulundunuz mu?
Çok az katıldım. Etkilemek istemedim, karışmak istemedim. Çünkü her oyuncunun kendi malzemesi var, yönetmenin tamamen farklı bir bakışı var. Bir iki kez geldiğimde de ister istemez oyun çok değişik geldi ve hiç olumlu bir katkım olmayacak gibi hissettim. O yüzden en iyisi seyirci olarak oyunun sonunda geleyim dedim. İyi ki de öyle oldu. Bir bütün çıktığında da herkes kendi malzemesini katıyor ve oyun başka bir şey oluyor artık. Metinden farklı bir yere gidiyor.

Oyunda bir aileyi görüyoruz. Bir aile ve tepelerinde devleti ya da toplumun baskılayıcı yönünü simgeleyen bir karakter var…
Ben bir ailenin içinde tüm dünyanın saklı olduğunu düşünüyorum. Hepsini, her şeyi, bütün duyguları, bütün sistemleri barındırdığını düşünüyorum; en çok nasibini alan en küçük birim olduğunu düşünüyorum ailenin. Ben de erken evlendim, 17 yaşında evlendim, iki çocuğum var. Öyle bir sistemin içinde de olunca en iyi bildiğim ortam, en hakim olduğum ortam aile. Kadına en çok yüklenen, kadından en çok beklenen rol annelik. O sistemi çok iyi bildiğim için, aile bana hep çok çekici geliyor. Çok doğru bir nokta gibi geliyor. O yüzden aileyi seçtim. Bütün dayatmaların hepsinin ailede yaşandığını düşünüyorum. Yansımaların en azından. Toplumdaki, dünyadaki tüm dayatmaların, kirliliğin ya da temizliğin, neyse dışarısı bence içerisi de o. İçerisi tabii çok daha kompakt ve metaforik biçimde küçültülmüş hali. Herkes nasibini fazlasıyla alıyor. En korunaklı yerimiz zannettiğimiz için orada daha fazla zedeleniyoruz, orada daha fazla dayak yiyoruz. Birbirimize iyi davranırken, okşarken bile çünkü biçim değiştirse de öz aynı oluyor.

ALT KATTAN ÜST KATA BİR SIZINTI VAR

Oyundaki Arzu, kendi kullandığı markası indirime girince sanki kendi değeri düşmüş gibi hissediyor…
Evet, öyle. Bence artık göstergelerle yaşıyoruz ve böyle bir kalabalık var. Tabii burda oyunda Arzu bunu çok ajite ederek, çok deklare ederek farkında olmadan ortaya koyuyor. İnsanlar bunun farkında değiller ama kullandıkları markalarda bir kimlik buluyorlar. Sadece marka da değil, gittikleri mekanlar, yürüdükleri yol. Bunların hepsinin anlam ve değerleri var. Bilmiyorum hatırlar mısınız, ilk BBG evi çıktığında orada bir Akmerkez Hülya vardı. Hülya hiçbir işi gücü olmayan birisiydi ve kendini tanımlama biçimi buydu. “Ben Akmerkez Hülya’yım, benimle böyle konuşamazsın, ben her gün Akmerkez’e gidiyorum” şeklinde konuşuyordu. O bunu böyle açık açık söylüyordu. Diğerleri belki gitmek istemese bile gidiyorlar. Yani o kadar çekici geliyor. Olay sırf AVM de değil ancak, oyun itibariyle öyleydi.

Oyunda devletin bu aileyi belli açılardan kuşattığını görebiliyoruz, ancak daha da kontrol etme isteği var: Her insan kendi mahallesindeki AVM’ye gidecek.
Sistem ta evlerin içine giriyor, ve daha da kontrol etme ihtiyacı duyuyor: “Alt kattan üst kata bir sızıntı var”. Sadece devlet de değil, sistemin adı devlet, ahlak, din, okul, hastane bütün kurumlarda çalıştığını düşünüyorum ve her dönemde de öyle olduğunu düşünüyorum.

BİRAZ ARASAK KAYIPLARIMIZI BULURDUK

Oyunda kayıplar ve kaybetme durumu oyunun birebir görünen ve altı en çok çizilen noktası…
Bu kadar kaybı olan bir ülkenin hiç kaybı yokmuş gibi davranması gerçekten büyük kayıp. Çok büyük bir kaybın içindeyiz. Benim içimde de çok büyük bir yara. O kayıplara bu kadar sessiz kalmamız, bence bizim de vicdanımızı kaybettiğimizin ispatı gibi geliyor ve ben bir anne olarak bilmem kaç sene Cumartesi Anneleri’nin önünden geçip gitmişim, hiçbir şey yapmamışım. Sadece üzülmüşüm, şimdi hadi sosyal medyada bir şeyler paylaşıyorum; ama her zaman kendimi çok suçlu hissediyorum. Yazarken de o suçluluk her yerden fışkırdı. Çok daha ajiteydi hatta, inandırıcı olamayacak ya da o duyguyu sömürüyor gibi duracağı için ve ona da hakkım olmadığı için, -onca sene hiçbir şey yapmamışım, ondan sonra en çok sen ağlayıp sen konuşamazsın yani- bu kısımları azalttım, azalttım, azalttım. Çünkü o çok büyük bir suçluluk duygusu bende. Toplum çoğunluğunda da bir suçluluk duygusu yaratıyor olmalı diye düşünüyorum; yaratmıyorsa daha da kötü.

Bir insanın içine kaçan, onda kaybolan insan…
Ben kaçtığını düşünüyorum. İnsanın içinde kayboluyorlar. Hani o kadar insan kayboldu ya, onların yükünün ve sıkıntısının içimde, içimizde, bir sürü milyonların içinde yaşadığını düşünüyorum. Birazcık arasaydım bulurdum, hepimiz birazcık arasaydık bulurduk. Bu yüzden bulmuyorsak o kayıplar içimizde, biz gömdük. Yoğun bir suçluluk duygusu. Bir şey yapmamanın yoğun bir suçluluğunu yaşama.

İnsanların dışında tekerlemeler de kayboluyor…
Ülkemizde inkar edilen bir sürü dil var, bilinmeyen dil şeklinde açık açık söylüyor zaten. Sadece burada insanların aklına Kürtçe geliyor ama sadece Kürtçe değil yani, diğer diller de aynı zulme uğruyor. Bir akademisyen arkadaşım oyundan çıktıktan sonra şunu fark ettim ki dedi: “Bu toplumda birlikte yaşadığımız komşularımız Ermenilere, Rumlara kendi dillerinde merhaba demesini bilmiyorum. Nasılsın demesini bilmiyorum. İyi akşamlar demesini bilmiyorum. En azından şu kadar giriş düzeyinde bunları diyebilmeliydim.” Bence de diyebilmeliyiz. Çok acıklı. Bu kadar inkar olamaz. İngilizce, Almanca, Fransızca bilmek çok güzel, ama burada yanındakini bilmiyorsun. Korkunç bir şey, dilsizsin o zaman. Bence o yüzden çok tekerleme kaybettik. Babaannemin bana öğrettiği ama hiç tekerlemediğim bir tekerleme var, başka bir dilde olduğu için ve belki benim de unuttuğum için yani tekerlenmediği için.

Piri Kaymakçıoğlu / Mimesis Haber

Paylaş.

Yanıtla