Mekânın Sakilliği Oyunu Belirlemesin

Pinterest LinkedIn Tumblr +

learafis2Tiyatro Oyunbaz, yeni sezonu Kral Lear ile açıyor. İlk kez 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenen oyun 18 Ekimde Talimhane Tiyatrosu’nda sezonu selamladı. Festival günlerinde, yönetmen Abdullah Cabaluz, oyuncu Arda Doğan, oyunun tasarımcıları Hilal Polat ve Utku Kara’yla buluşup sohbet etmiştik. Hem Kral Lear’ı, hem festivali hem de Alternatif Tiyatroları uzun uzun konuştuk. Söyleşinin ikinci ve son bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. 

Söyleşinin ilk bölümüne şu başlığa tıklayarak ulaşabilirsiniz: “Tiyatro Oyunbaz’ın Kral Lear’ı Üzerine”

Söyleşi: Firuze Engin

Peki, iş artık oyunculuk çalışmaya geldiği noktada en zorlayıcı şey ne oldu?

ARDA DOĞAN (AD)– Metindeki karakterler şu anlamda zor; çok büyük laflar edip çok büyük aksiyonlara geçiyorlar. Bunu icra etmek kolay değil. Diyelim ki ben kendimi göz oyabilecek kadar vahşileşen bir adam yerine koyamıyorum. Hiç göz oymadım ki bunun duygusunu nasıl çağırayım? Sadece ona yakın göreceğim şeyleri hatırlamaya çalışırım. Ama çağrışımlar da, Shakespeare’in yazdığı bu karakterler için yeterli olmuyor. O halde, biraz daha düşünsel, daha göstermeci, oyuncu olarak dışında kaldığım bir yöntemle devam etmek daha verimli olacaktı. Bunu yapmaya çalıştım.

Oyunda müzik çok belirleyici bir yerde duruyor. Hem atmosferi oluşturuyor hem de seyirci olarak bizi ne hissetmemiz gerektiğiyle ilgili net olarak yönlendiriyor. Peki, müzik hangi safhada katıldı çalışmalara?

ABDULLAH CABALUZ (AC) –Bazı parçalar sürecin başında belli olmuştu. Bazıları da “sahnede böyle bir atmosfer var, nasıl bir müzik tamamlamalı” diye düşünüp seçtiğimiz parçalar oldu.

ARDA DOĞAN (AD)– Genel olarak tüm oyunlarda, müzik seçerken sadece atmosferi destekleyen parçalara değil dramaturgiyi ve bizim o sahne üzerindeki bakışımızı ifade eden parçalara yöneliyoruz. Bazen öyle bir parça oluyor ki bu, atmosferi tersinliyor mesela. Yani basitçe bir duygu bir hissiyat değil bir bakış açısı veren, hatta sahnedeki duruma eleştiri getiren müzikler seçiyoruz.

Aynı şey ışık için de geçerli mi? Bana öyle geldi ki, tam tersi ışık metnin önerdiği atmosfere uygun tasarlanmıştı.

UTKU KARA (UK)- Benim için ipucu oyunun iki ayrı düzlemde ilerlemesiydi. Hikâyenin bir düzlemi daha kentli, temiz ve sistematik; bir düzlemi ise daha doğaya ve hayvanlara doğru giden, ilkel ve yumuşak. Oyunbaz dramaturgiyi bu iki ayrı düzeleme yoğunlaşarak kuruyordu ben de ışık tasarımında aynı yerden yola çıktım. Bir tarafta köşeli, keskin ve parlak ışıklar diğer tarafta soft ve yumuşak ışıklar kullandık. Mekân olarak doğayı, hissiyat olarak doğallığı ışıkla da ayırmaya çalıştık.

AC- Açıkçası tasarım beni çok tatmin etti. Utku, rejinin niyetlerini iyi okuyan bir tasarımcı… Ama şu da var, ışıkla ilgili aklımızdaki her şeyi sağlıklı şekilde deneyemiyorduk da. Bir tasarım fikri vardı. Biz bir şeyler getirdik, Utku geliştirdi ve yeni fikirler sundu ama bunlar hep masa başında konuşuluyordu.

UK- Kral Lear çok büyük, hem de uzun bir oyun.  Süreç ister istemez sancılı oldu. Işık tasarımcısı için en kötü şey sahnede çalışamıyor olmak.

AC–  E tabi, ışık tasarımını ancak sahneye girince uygulayabiliyorsunuz; sahneyi kullanma olanağını da oyuna birkaç gün kala elde ediyorsunuz. Müzikte öyle değil, çeşitli denemeler yapabiliyorduk.

Biraz da festivali konuşalım. Kral Lear, festivalde sahnelediğiniz üçüncü oyun. Üç festival tecrübeniz var. Peki, festival süreçlerinde kendinizi festivale ne kadar dâhil hissediyorsunuz?

AC- Galiba bizim festivalle ilişkimiz şöyle, bize temelde bir oyun çıkarma motivasyonu veriyor. Geniş bir sahne için oyun tasarlama imkânı veriyor. Ama festivalle oyun üretmek dışında ciddi bir ilişki kuramıyoruz. Mesela biz de herhangi bir festival izleyicisi gibi kendi imkânlarımızla gidip oyun izliyoruz. Hatta festival sanatçısı olduğumuz halde istediğimiz her oyuna gidemiyoruz. Örneğin amatör yıllarımızda, kendi organize ettiğimiz ya da katıldığımız festivallerde şu bir öncelikti: Gelen topluluklar uzun süre bir arada kalabilsin, birbirleriyle sohbet edebilsin ve fikir alışverişinde bulunsun. Bu çok kolay bir şey değil, hele festivalin çapı büyüdükçe… Anlayabiliyorum ama bu yapılmalı. Bir misyon olmalı. Bunun eksikliğini duyuyoruz.

Biraz daha seyirciye dönük bir festival diyebilir miyiz?

AC – Galiba öyle.

Takip ettiğim kadarıyla toplulukların bir araya geleceği, tiyatro üzerine tartışmalar yürütebileceği serbest organizasyolar yok. Söyleşi, seminer değil, açık toplantılar, partiler mesela… Bunları kast ediyorum.

AC- Kesinlikle yapmalılar. Artmalı. İki üç sene önce sanırım, emin değilim, bir eğlence düzenlemişlerdi, çok insanla tanışıp sohbet etmiştik. Bu sene var mıydı bilmiyorum.

Bilmiyor olmanız da düşündürücü bana kalırsa. Festivale katılan toplulukların diğer oyunları takip etmek için konuk kartının olmaması bile büyük sorun. Festival, katılımcılarını beslemek için de alan açıyor olmalı. Bilet aramadan, her oyunu rahat rahat seyredebilmesi gerekir oysa.

AC- Şunu konuşmalıyız belki de. Bir oyun çalışıyoruz, prömiyer yapıyoruz ve oynamaya başlıyoruz, seyirci de gelip izliyor. İyi ama bu hep yaptığımız şey. Festivalden, oyun yetiştirme motivasyonu dışında başka manevi kazanımlarımız da olmalı.

Peki, Oyunbaz yeni dalga içinde kendini nasıl tanımlar? Örneğin alternatif bir tiyatro mudur?

AC- Neye alternatif tiyatro diyoruz ama? Alternatif tiyatro eşittir ödenek almayan tiyatro gibi bir şey oldu. Kimileri alternatif tiyatro eşittir konvansiyonel işler yapmayan tiyatro olarak yorumluyor. Tanımı tam koyamıyorum, koyamıyoruz daha.

Galiba, tanımı tiyatro üzerinden değil de mekânlar üzerinden düşünmek daha sağlıklı. Yani şehir ve devlet tiyatrosu sahneleri ya da belediye sahnelerine, büyük salonlara alternatif olan küçük sahneler olarak düşünmeliyiz. Birçoğu, mimarisi gösteri salonu olarak tasarlanmamış yapıları sahneye dönüştürdüğü için “alternatif” tanımına uygunlar. Ama buradan başlayarak bir alternatif tiyatro düşüncesi çıktı. 

AD- Bu sefer başka birkaç tiyatro açıkta kalıyor. Moda Sahnesi veya Oyun Atölyesi geliyor aklıma. Sahneye dönüştürülmüş mekânlar, ödenek almıyorlar, kendi kiralarını ödüyorlar, o zaman alternatif tiyatrolar mı?

Kendilerini oluşumun içinde görmedikleri için galiba değiller.

HP- Yo, yapısal olarak da değiller. Ama kendini alternatif tiyatrolar içinde tanımlayan bazı salon ve topluluklara bakınca, diyelim ki Moda Sahnesi ya da Oyun Atölyesi’ne yapısal olarak çok benziyorlar. Fakat alternatif diyoruz.

AD- İşte! Tanım baya karışık.

Aslında alternatif salonlarda oyun sahneleyen topluluklara “bağımsız tiyatrolar” demek gerekiyor belki de.

AC- Ben tiyatronun kendisinin külliyen alternatif olduğunu düşünenlerdenim. Koskocaman bir tüketim mecrası var, tiyatro yaparak zaten alternatif bir şey yapmış oluyorsun. Ne doğru dürüst para kazanıyorsun ne de geniş kitlelere ulaşıyorsun. Hatta bugünkü eğlence anlayışına bakarsak ve tiyatroyu sadece “eğlence” tarafıyla ele alırsak, günümüzde tiyatro alternatif bir eğlencedir bile diyebilirim.

Oyunbaz ilk sezonlarda oyunlarını Bilgi Üniversitesi sahnesinde sahneliyordu. Sonra, alternatif sahnelere geçildi. Seyirci profilinde bir değişim oldu mu? Ya da görünürlük arttı mı?

AC– Biz Bilgi’de oynarken, seyircimizi kendimiz getiriyorduk. O sahneye alışık hazır bir seyirci yoktu. Bernarda Alba’nın Evi’yle beraber Kumbaracı50’ye taşındığımızda, evet farklı bir seyirci kitlesine ulaştık. Yani o salonu takip eden ve daha önce Oyunbaz oyunları izlememiş olan bir seyirciyle buluştuk. Aynı şekilde Oyunbaz’ın seyirci kitlesinden de Kumbaracı50’yle tanışanlar oldu.

AD- Ama profil değişti demek belki biraz iddialı olur. Bağımsız tiyatroları takip eden seyirci sayısı son yıllarda arttı tamam ama bence seyirci profili hala aynı.

Alternatif Tiyatro Sahneleri’nde gelişim için nelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorsunuz?

AC- Özen Yula’nın bu konuda hoş bir yazısı vardı. Görüşlerinin bir kısmını paylaşıyorum. Diyelim ki şu, mekânın kendisinin varsa bir sakilliği, bunun oyunu belirlemesinden artık rahatsız oluyorum. Mekân küçük ya da bakımsız olabilir ama oyunun rejisini illa buna uygun düşünmeye çalışmak bana yaratıcılıktan uzaklaşmak gibi geliyor.

AD- Mekânın kısıtlı olanaklarını kullanmak oyuna dâhil etmek başka, onu bir yaratıcılığa dönüştürmek başka bir şey… İkincisi eksik kalıyor, o yüzden bir tür “kotarılmışlık” duygusu yaratıyor insanda.

AC- Ben kendi adıma şu deneyimi yaşadım, Bernarda Alba’nın Evi’nde fotografik bir çalışma vardı. Bilgi Üniversitesi sahnesinde, o geniş seyir mesafesinde bu fotografik etki daha iyi görünüyordu. Kumbaracı50’de ise oyuncu ve seyirci o kadar burun burunaydı ki bu sefer duygu aktarımı güçlendi. Bu deneyimden ben kendime şu sonucu çıkardım, demek ki bu küçük salonlarda oyun sahnelerken “duygu aktarımı” meselesi öncelikli meselemiz olmalı.

Alternatif Tiyatro Sahneleri’nde oynanan oyunlarda sahne tasarımını nasıl değerlendirirsiniz?

HP-  Ben tasarımla ilgili yenilikçi bir yol açıldığını göremiyorum. Alternatif salon- sahne tasarımı ilişkisi bende bir türlü oturmuyor. Kendi çalıştığım işlerde de böyle,  hayalimdeki ve ortaya çıkan şeyin uyumu henüz tatmin edici değil. Maalesef ilham veren örnekler de görmüyorum. Seyircinin yakın mesafeden izlemesi, onun yarattığı etki şöyle bir dezavantaja dönüşüyor; git gide yüzde yüz gerçekçi dekor ve kostüm tasarımına yönelim başladı. Birkaç topluluğun denemeleri dışında diyebilirim ki yaratıcılık sıfır! Bir oyun izleyip ilhama kapıldığım, “aa küçük salon için ne iyi bir fikir” ya da “yakın mesafe düşünülerek ne hoş bir dokunuş yapılmış” dediğim oyun çok az. Yok gibi.

UK- Işık ve ses tasarımını konuşacak olursak, imkânsızlıklar içinde yaratıcı olan işler yok değil ama imkânlar da zorlanmıyor. “Tiyatromuzda 10 spot var, haydi bununla alan aydınlatmalarını çeşitlendirelim” gibi bir durum ortaya çıkıyor. İzlediğim ve sonrasında yaratıcılarıyla konuştuğum işlerde hep şunu görüyorum; iş ses ve ışık tasarımına gelince, orada bir pes edilmiş. İmkânlarımız bu kadar diyerek bu alana kafa yormaktan vazgeçilmiş. Ve bir de şu var tabi, prodüksiyonlar çok küçük bütçelerle yapılıyor ve ekipler profesyonel bir ışık tasarımcısına bütçe ayırmak istemiyorlar. Ekiptekiler kendi ellerinden ne kadarı gelirse o kadarını kotarıp bırakıyorlar. Mesela Abdullah, benim bugüne kadar çalıştığım yönetmenler içinde ışık malzemesini en iyi tanıyanlardan biri. Kendi kendime hallederim de diyebilirdi.

AC- Yani, Utku olmasa benim aklıma gobo kullanmak gelmezdi bile. Gobo ne, onu bile bilmiyorum!

Gobo ne?

AC- Spotun önüne takılan bir malzeme. Sahneye resim çiziyor öyle diyeyim. Bilmiyordum! Bazı oyunlarda bu efekti görüyordum ama “Yav büyük tiyatrolar, para var ellerinde neler yapıyorlar” diye düşünüyordum. Ama bu adam daha önce kullanmış, biliyor ve oyuna çok yakışır diye bize öneri getirdi. İşte benim üretimde en sevdiğim şey bu kollektivite. “Her şeyi bir şekilde kotarırız” diye düşünmemek lazım. Herkesin bir uzmanlık alanı var ve bununla ilgili birikimini getiriyor, eseri birlikte yaratıyoruz.  Bu hem duygusal hem de profesyonel olarak en zevklisi.

Paylaş.

Yanıtla