Sinemacı, Sinemacıyı Sadece Galalarda Görüyor

Pinterest LinkedIn Tumblr +

yavuz turgulUğur Vardan’ın, Yavuz Turgul’la yaptığı; senaryo, hikaye ve karakter üretimi, Türkiye sinemasının geçmişi ve bugünü konuların ele alındığı söyleşinin bir kısmını okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Hem geçmişinde hem de ‘modern zamanlar’ında üretimde bulunmuş biri olarak sinemamızın bir karşılaştırmasını yapar mısınız? 

Valla benim yeni sinema , eski sinema gibi tariflerim yok. Fakat şunu söyleyeyim -genç arkadaşlara da haksızlık etmek istemiyorum ama- ben yeni filmleri pek izlemiyorum. Çok yakından tanıdıklarım film yaptıklarında, “Abi, ne olur gel, izle” dediklerinde gidip seyrediyorum. 

Niye peki, sizi çekmiyor mu? 

Evet çekmiyor. Gerekli üst düzey zekâyı, yaratıcılığı, hani o fişekli şeyleri, beni yakalayıp derinden sarsacak şeyler yerine -hoş, ilk filmlerini çekenlerden belki böyle şeyler beklemem doğru değil ama- sanki hiçbir zaman beklediğim türden filmler yapmayacaklarına, böyle filmler çekerlerse kirleneceklerini düşündüklerine inandığım için yaptıkları işlere pek ilgi duymuyorum. Belki de böyle değiller, dediğim gibi haksızlık yapmak istemiyorum ama benim bugüne kadar kenarından köşesinden izlediğim ve çok payeler verilmiş yapımların can sıkıntısından başka bir şey yaratmadığını gördüğüm için izlemeyi bıraktım. Ama bu beni kıymetli hale getirmez, söylediklerimin doğru olduğunu göstermez. 

Peki sizin sinema tarifinizi alsak… 

Sinemanın bir gönül, heyecan, çekim alanı olduğunu düşünüyorum. Çocukluğumdan beri sinema benim için bir cazibe alanıydı. Gittiğim zaman filmlere, orada kendimden geçerdim. Kadın oyunculara âşık olurdum, kovboy olurdum, bilmem ne olurdum. Orası benim için böyle ruh halleri yaratan bir alandı. Buna mukabil bambaşka sinema tasavvurları olan insanları asla küçümseyemem ama kusura bakmasınlar, onlar da benim canımın sıkılma hakkımı teslim etsinler. Aslında bu tür soruların cevabı galiba Robert McKee’nin ‘Story’ kitabında var; “Sanat resmi, ticari resim var mı?” diyor McKee ve ekliyor: “İyi resim vardır, kötü resim vardır. İyi sinema vardır, kötü sinema vardır…” Mesela ‘Sanat sineması’ başyapıtlarından ‘Butch Cassidy and Sundance Kid’ hakkında bir şey diyebilir misin? Ya da ‘Akbabanın Üç Günü’ hakkında? ‘Derin devlet’ üzerine yapılmış en güzel filmlerden biridir; ağzın açık, kalbin çarpa çarpa deli gibi filmi seyredersin. Kısacası gördüklerime bakarak diyorum ki bizim bir kuruluğumuz, yaratamama, çok derin ve geniş kaynaklardan yararlanamama meselemiz var. Onları parlatıp insanın kalbine, ruhuna, damarlarına girme şansımızın çok olmadığını düşünüyorum. Mesela Asghar Farhadi’yi seyrettim, delirdim adama, müthiş biri. 

‘Bir Ayrılık’ı mı kastediyorsunuz? 

Hayır, üç filmini de izledim: ‘Elly Hakkında’yı, ‘Bir Ayrılık’ı ve Paris’te çektiği ‘Geçmiş’i de… Gerçek bir sinemacı, ders gibi üzerinde çalışmamız gereken filmler çekiyor. Sanat sineması, can sıkıntısı sinema değildir, oradaki sıkıntının çeken kişinin kendi can sıkıntısından kaynaklandığını düşünüyorum. Murathan Mungan’ın tespiti vardır ya hani, “Sıkıntıyı anlatırken beni de sıkmak zorunda değilsiniz”i. Ama dediğim gibi, benim bütün söylediklerim uydurma olabilir ama ben böyle düşünüyorum. 

Herhalde bütün bu tespitlerin toplu bir refleksi tarif için. Tek tek iyi filmler olamaz mı aralarında? Özel bir damar bulamaz mısınız? 
Ben isimler üzerinden konuşmak istemiyorum çünkü isimler üzerinden konuşursam yanlış yapabilirim, yanlış şeyler söyleyebilirim. Onları seven, takip edenlere de haksızlık yapmış olabilirim. Bu yüzden hep kaçınırım böyle tek tek şahıslar üzerinden konuşmaktan… 

Ama şöyle bir durum da var: ‘Popüler sinema’ adı altında film çekenler de heyecan vermiyor ki. 

Doğru, ben de onu söyleyecektim. Dediğim gibi ben ‘Sanat sineması’, ‘Popüler sinema’ ayrımından ziyade iyi film-kötü film ayrımı yapıyorum. Ama ‘Popüler sinema’ olarak tarif edilen alan üzerinden konuşalım: Mesela komediden sanat sineması olamaz mı? Olur. Ya da ‘Kara film’den, olur. Şimdi tekrar ana meseleye dönelim, ‘Sanat sineması’ olarak da ‘Popüler sinema’ olarak da tarif ettikleriniz kötü. Bunun bir sebebi olması lazım. Niye kötüler? 

Niye? 

Bunun nedeninin temelde bir ‘Şey’i oluşturmak konusunda bilgisizliğimizden ve beceriksizliğimizden kaynaklandığını düşünüyorum. Bunu senaryo derslerinde sık sık dile getiriyorum. Biz senaryo yazmayı bilmiyoruz ki. Oysa her şeyin başladığı nokta orası… Mesela siz eleştirmenlerin şu sıralarda çok sevdiği David Fincher’ın filmi ‘Gone Girl’. Bence senaryo olarak tam bir fiyasko bu film… Fakat şöyle: Bizde de var bu tasavvur, orada da var: “Benim fikirlerim ne kadar değerli, ne kadar ilahi. Ne kadar önemli felsefeleri yansıtıyorum. Bu fikirler de zekâmı, yaratıcılığımı gösteriyor…” Bir işe böyle bakarsan çuvallarsın. “Nasıl doğru bir yapı oluşturabilirim, nasıl doğru kimyayı oluşturabilirim, kaosu nasıl ‘kosmos’a dönüştürebilirim, dönüştürme yeteneğim var?” Asıl olarak böyle bakman lazım. İlgilendiğin şey bir minyatür olabilir, bir müzik parçası olabilir, bir resim olabilir, her şey olabilir. Bunları nasıl tasarladığın önemlidir. 

Yaratım anında etrafa çok büyük parçalar saçılır, olay resmen ‘Big Bang’ gibidir. Bir fikir sana geldiği zaman, sinema için söylüyorum kadın, erkek, aşk, intihar, sevgi vs. Adeta dolanır etrafında. Mesela ana öykünde kendini öldü gösteren ve suçu kocasına yıkmak isteyen bir kadın var. Buna dair önceden yazılmış onca hikâye, roman, çekilmiş onca film etrafında dönüyor. Senin de bu konuda bir fikrin var, sonra bu patlamanın içindeki evrende kaosu kosmos’a dönüştürecek bir model oluşturacaksın. Başlayacaksın seçimlere; üç birim nefret, bir bilmem ne ölçeğinde intikam, bir bilmem ne ölçeğinde ihanet. Burada muazzam bir çalışma alanı var. Bir insan yaratıyorsun, bu ne demek biliyor musun? Tanrısal bir yanı var bu işin… 

Yaratıyorsun, oysa öyle bir insan yok ki. Mesela Dostoyevski oturup yazmaya başlamadan ‘Suç ve Ceza’daki gibi bir adam yoktu. İşte problem de burada başlıyor, “Benim canım böyle istedi, bu cümle çok havalı, şunu şuradan aldım” diye olmuyor bu iş. Öyle yapıldığında da yönetmen kendi varlığını ortaya koyuyor, o karakterinkini değil. Edebiyatta da vardır böyle örnekler. Bazı romanlar vardır, yazarları kendisini hiç göstermez. Bazıları da hiç bırakmaz karakterlerini, hep kendi konuşur. Kahraman bir konuşur, bakarsın, Yavuz bunu geçenlerde rakı sofrasında söylemişti. Şimdi de romanına koymuş, hemen anlarsın… Oradadır hep o. Yazar ya da yönetmen, fark etmez. İşte bu yaratım beceriksizliğidir bu. Ben kafayı buralara çalıştırdığım, beceremediğim ve yapamadığım için de kıymetin nerede olduğunu biliyorum. Bir yönetmenin bir sürü filmi dizilir, bakarsın bir tanesi çok iyidir, diğerleri değildir. Çünkü iyi olanda tasarım ve yerleştirme işini çok başarılı bir becermiştir. 

Benim nazarımda mesele budur. Tasarlama, karakter yaratma, olay örgüsü oluşturma yerli yerine oturmadığında David Fincher’ın ‘Gone Girl’deki durumuna düşersin. Öyle şeyler anlattı ki; evlilik ne kadar kötü, Amerikan aile yaşamı, komşuluk ilişkileri… Tamam, bunları ben de görüyorum ama sen nasıl anlatıyorsun? ‘Gone Girl’e dönersek o kameralar meselesi, FBI’ın bir dakikada çözeceği olayı bir türlü çözememesi, kadın dedektifin susturulması vs. bu kadar mı basit bu işler? ‘Se7en’da böyle şeyler hissettik mi, bu tür durumlara düştük mü? Hayır, çünkü orada muhteşem bir hikâyeyi doğru anlatmıştı. Ama ‘Gone Girl’de -gerçi dışarıda da çok beğenildi ama-, hepimiz aldandık. 

Filmin ana karakteri olan kadın bizi de mi aldattı (!) yani? 

Evet. Ayrıca bunlara takmayan bir seyirci modeli de var günümüzde. Çünkü anlattığı albeni, cazibeli şeylere kendimizi çabuk kaptırıyoruz. Ama bence izlediğimiz onca dizide, onca filmde aktarmaya çalıştığım meselenin izlerini görüyoruz. Her şey kaos’u kosmos’a dönüştürmekten geçiyor. Ben neredeyse bütün hayatım boyunca bununla ilgilendim, filmlere de yönetmenlerin işlerine de bu kıstaslarla, kriterlerle baktım.
 
Biraz da geçmişe uzanalım. Yeşilçam’ın tanıklarındandınız, 2014’ten bakıldığında bambaşka tarifler yapılıyor. Peki gerçeği nasıldı, içinden biri olarak nasıl anlatırsınız? 

Burada da bir ‘İfrat-tefrit’ meselesi var. “Ruha seslenen, çok samimi, içtendi” türünden nostaljik yaklaşımlar çok yanlış tabii ki. Ne öyle kutsanılacak bir yanı vardı ne de bir zamanlar olduğu gibi o kadar yerin dibine batırılan yanı… Ben ikisinin de olmadığını düşünüyorum. Evet, çok kötü filmler yapıldı ama bununla birlikte bireysel, entelektüel çıkışları olan ve bunu bir şekilde ortaya koymak isteyenlerin de iyi filmlerini yaptığı bir yerdi orası. Yani Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz gibi isimler de vardı. Bu yönetmenler aynı suyun içinde aynı yöne doğru akarken kendi küçük alanlarını yaratmak için büyük mücadeleler verdiler ve çok çektiler. Çabaları çok saygıdeğerdi, olağanüstü bir şekilde üzerlerine gelen sansürle uğraştılar. O sansür zaman zaman otosansüre dönüşme tehlikesi bile yaratıyordu. Yapacağın her iş, atacağın her adım izleniyordu ve bu, senaryodan itibaren başlıyordu. Bütün bunları yaşadılar. Galiba Metin Erksan’ın lafıydı, “Devlet sinemadan korkuyor” diye. Sinema gerçekten korkulan bir alandı, çünkü filmler çok büyük bir kitleye sesleniyordu. Müthiş büyülü bir alandı. Televizyon yok, o yok bu yok, herkes film izliyor, kitlelerin boşaldığı tek alan burası belki. Bu açıdan da sinemanın gücünün farkında olan devlet korkuyordu. Bütün bunlarla yoğurulmuş bir alanı bugünden sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değil. 

Sizin Yeşilçam’a dahliniz ne zamandı?

Ben bu tarihe 1975’te dahil oldum, Şöyle anlatayım: Ses dergisinde çalışıyorum ama Ertem (Eğilmez) abinin evine gidiyorum, sabahlara kadar senaryo konuşuyoruz. O sırada ‘Canım Kardeşim’ üzerinde çalışıyor, ben de senaryoya katkıda bulundum ki Zeki Alasya da senaryosunda çalışmıştı. O film az daha Ertem abinin sonu oluyordu. 

Niye ki, bugünden bakıldığında bir melodram klasiği… 

Çünkü o zamanlar tek bir filmin çalışmaması o firmanın sonunu getirebilirdi. Film vizyona girdi, salonlar bomboş. Bunun üzerine Ertem abi tamamen bu alandan yani melodramdan geri çekildi. Onu çok kırdı bu durum. 

Günümüzde sanki sanat ve popüler sinema yapanlar keskin çizgilerle ayrılmış görünüyor. Ama aktardığınız tasvire göre eskiden Yeşilçam’da herkesi saran büyük bir katman var ve bu katman içinde kendi sesini bulan yönetmenlere rastlıyoruz. Şimdi o türden bir sistem niye yok dersiniz? 

Cemiyet olmakla ilgili bir durum bu… O zamanlar gerçekten Yeşilçam diye bir yer vardı. Film şirketleri hep bir arada yaşardı. Öğle zamanı insanlar Azmi’nin kahvesine gider, kâğıt oynar, şakalaşır, birbirlerinin aleyhine konuşur, dedikodu yapardı. İşletmeler vardı. O işletmelere bağlı sinema salonları vardı. O salonlardan, Anadolu’dan sürekli gişeye yönelik bilgi akardı. Özellikle Adana çok güçlüydü, çünkü bütün para oradan geliyordu, “Şöyle film yapın, böyle film yapın” derdi Adana. Hatta başrol oyuncularını bile önerirlerdi. İşte böyle müthiş, hararetli, fokur fokur kaynayan bir kazandı Yeşilçam, bütün sinemacılar orada yaşardı. Haberler hemen yayılırdı: İzzet Günay, Hülya Koçyiğit’le film çekiyormuş, bilmem kim şunla yeni bir projeye başlıyormuş vs. Şimdiyse sinemacı sinemacıyı sadece galalarda görüyor. O zaman kendi çapında bir Hollywood ya da Bollywood’du Yeşilçam… 

‘Asistanlıktan gelme’ geleneği de bitti galiba… 

Evet. Şimdi geliyor biri, “Haydi film yapalım” diyor. “Var mı senaryo?” diyorsun, “Var işte bir şeyler” diyor, “Televizyonda bilmem ne yarışmasında çok tutan çocuğu ayarladım, onu da başrolde düşünüyorum” diye ekliyor ve yola çıkıyor. O dönemde böyle bir şey mümkün değil. Hele hele yönetmen olman hiç değil. Bir kere asistanlıktan geçmen lazım… Şerif Gören’le Zeki Ökten’i düşün, kaç filmde asistanlık yaptılar ve tırnaklarıyla kazıya kazıya yukarıya doğru çıktılar. Şimdi yönetmenliğe soyunana soruyorsun, “Hiç asistanlığın var mı?” “Yoo” diyor, “her şey var işte, çekiyoruz…” 

Peki biraz tersten bakalım, o sistem –tıpkı futbolumuz gibi- ‘resmi’ açıdan ‘Susuz Yaz’ ve ‘Yol’un dışında uluslararası arenada pek tanınan film ve yönetmen ortaya koyamadı. Ama bu sistemde birçok yönetmen dışarıda da tanınıyor. Buna ne diyorsunuz? 

Ben “O sistem daha iyiydi” demedim, o dönemin durumlarını aktardım. 

Yereldi yani. 

Tabii. Ben çalışma koşullarını, or tamını tarif ettim. Tamamen yerel, filmlerin konusu dışarıdan yürütülen, Amerikan sinemasından, Hint sinemasından -Avrupa pek tercih edilmez, es geçilirdi- örneklerin yeniden üretildiği yapımlar çekilirdi. O göklere çıkarılan birtakım senaristlerin yaptıkları bir sürü şey de resmen çöplüktü. Belli bir estetik geliştirilememişti. Ayrıca teknolojik imkânlar çok azdı. 
Şimdi sınırlar kalktı, internete girdiğin zaman her türlü bilgiye ulaşıyorsun. O zaman sesli film nasıl çekilir, kimse bilmezdi. 
Ben mesela ilk filmim olan ‘Fahriye Abla’yı 1984’te çektim. Işıklandırması, kadrajları çok beğenildi, farklı bulundu. Ben estetik anlamda bütün bunları reklamcılığa borçluydum. 1980’de Manajans’ta başladım reklamcılığa, oraya gelen onca yabancı yönetmenden, onların kullandığı tekniklerde bilgim görgüm gelişti. Eskiden Yeşilçam’da estetik üç-beş kişinin çabası ve yol yordamıyla yerleşirdi filmlere. Yılmaz Güney filmleri, Gani Turanlı’nın kadrajlarının dışında estetik pek yoktu. Bu ortamı dirilten reklamcılar oldu bir anlamda. Mesela aynı dönemde Nesli Çölgeçen’in çektiği ‘Kardeşim Benim’in de kadrajları çok güzeldir, çünkü görüntü yönetmeni Selçuk Taylaner reklamcıydı. Velhasıl zorlukların olduğu, iletişimsizliğin olduğu yerde sorunlar çoktur ama bahsettiğim türden katkılarla nihayetinde bu noktalara geldik. 

Peki Yeşilçam tarihi içinde kadri bilinmemiş isimler var mı? 

Yok, herkes yapması gereken şeyleri yaptı sinemamızda. Belki de şöyle söylemek mümkün: Entelektüel doku itibariyle o dönemi harekete geçiren çok önemli olaylar vardı. Türk Film Arşivi’yle Sinematek arasındaki tartışma. Büyük kavgalar vardı, Marksistler’le Asya Tipi Üretim’ciler arasında. Bir tarafta Onat Kutlar, Atillâ Dorsay, Vecdi Sayar’lar, öte tarafta Kemal Tahir, Metin Erksan, Sami Şekeroğlu… Ulusal sinema tartışmaları, Nijat Özön’le Metin Erksan ve Halit Refiğ arasındaki kavgalar. Sencer Divitçioğlu bir tarafta, Behice Boran’lar, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’lar öte tarafta. Bütün bunlar bir şekilde sinemamızı besledi. Bugün bu türden entelektüel bir tartışma alanı, çatışma, kavga yok. O dönemi anlatırken bunları da hatırlatmak gerekiyor. Bu derin felsefi ve ideolojik tartışmalar benim için çok aydınlatıcıydı mesela. 

Siz hangi taraftasınız bu noktada? 

Kendimi tam olarak nereye koyacağımı bilemesem de bu tartışmalardan azade, ‘Doğulu olma’ fikrine yakın hissediyorum. Bizi asıl vuranın dün de bugün de asıl olarak sanatın içinde yer alan, sadece sinema değil her tarafa yayılan ne olduğunu bilememe halinin ve birisi olma isteğinin olduğunu düşünüyorum. Bu, bir tür ‘Batılı olma’ hissiyatının ifadesidir. Meselenin somuttaki yansıması tariflerde kendisini bulur: ‘Sanki bir Antonioni’ ya da ‘Adeta Tarkovski’ gibi… Bütün mesele orada duruyor; çünkü görsel sanatların olmadığı heykelin, resmin yasaklandığı bir iklim burası. Böyle bir alanın kendi sanatını yaratabilmesi elbette çok zor; sırf ebruyla, sırf kaligrafiyle de olmaz. 

Ben hakikaten çözümü Farhadi’nin sinemasında gördüm. İran sinemasının da ağırlığı, yer yer sıkıcılığı vardır ama Farhadi bambaşka çözümler, bakış açıları sunuyor. Kamera kullanımı nefis mesela… Benim oğlan Ahmet, “Baba” dedi “ben bu filmde adeta ailenin içinde oturuyordum.” Asghar bence çok daha büyük şeyler yapacak. Bir kere Doğulu insan karakterini sinemaya aktarma meselesini halletmiş. Çünkü karakter dediğin şey Batılı bir terim, ‘Aydınlanma’yla başlamış. Ailenin parçalanması, kilise, suçlu insan, İsa meseleleri, sanayi devrimi vs. derken birey ortaya çıkıyor. Varoluşçuluk meselesine bakalım mesela, o niye ortaya çıkıyor? Çünkü insan varlığını sorgulamaya başlıyor. Ortaya birey çıkıyor; sonra da öldürme fikri, seri katil, karısını kesme, ailece intihar (Haneke elbette) derken orada yani Batı’da taşların yerine oturduğunu görüyorsun. Ama burada olmuyor, çünkü burası başka… 

Bu noktada son zamanlarda okuduğum Prof. Gediz Akdeniz’le söyleşilerden oluşan ‘Düzenden Kaosa Zuhur’ kitabına dikkat çekmek istiyorum. Akdeniz’in ‘Öngörülemez duyarlı insan davranışları’ diye tezi var ve devrim için, bu davranışların çok önemli olduğunu söylüyor. Mesela ‘İntihar bombacısı’nı örnek gösteriyor ve “Batı bunu anlayamaz” diyor. Bu tanımın içine ‘Çarşı’yı da ekliyor. Ben ‘Gezi hareketi’ne de bu gözle bakıyorum. Gezi tamamen öngörülemez duyarlı insan davranışlarının dışavurumuydu. 

Toparlarsak bizde birey yok, o yüzden karakter yaratmada zorlanıyoruz ve birbirimize benzetme üzerinden anlatıyoruz: ‘Sophia Loren gibi kadın’, ‘Tarkovski gibi yönetmen…’ Bu yüzden ‘Neden Tarkovski Olamıyorum?’ adlı filmi merak ediyorum, belki de hikâyesi bu meseleler etrafında dönüyordur… 

Yavuz Turgul’un oyuncu yönetimine ilişkin değişik görüşler vardır. Bu konuda neler söylersiniz? 

Kimilerine göre despotum o konularda, kimilerine göre de çok iyiyim. Şöyle söyleyeyim: Ben senaryoyu çok uzun sürede yazıyorum. Bunun çok uzun sürede olgunlaşması benim adeta çekmeden o filmi seyretmemle başlıyor. O, kafada çekme sürecinde karakterler mizansenleriyle adeta oynuyorlar. Ve ben onları çok iyi tanımış oluyorum bu süreçte. “Yavuz Turgul öneri dinlemez” derler. O, şundan kaynaklanıyor: Ben daha önceden bildiğim, kendince gördüğüm bir şeyi senden talep ediyorum. Eğer farklı bir şey yapmak istiyorsan elbette senin önünü açarım. Peki bu konuda bir önerin var mı? Yok. O zaman benim kafamda çekilmiş filmi öyle oynayacaksın. Bu durumda ben nefes almasına da konuşmasındaki tınıya da karışırım. Bu da kimi zaman oyuncu için büyük lüks, rahatlık oluyor, kimi zaman da “Bu ne ya abi”… 

Peki bir sonraki adım ne olacak? 

Sıradaki parça son derece gizli! Çalışıyorum üzerinde, hikâye kurma anlamında belalı bir projenin içine düştüm. Becerebilirsem yine Şener olacak!.. 

Ertem Abi yalanı Capra kadar güzel söylerdi 

O dönemlerin başarılı bir temsilcisine, Ertem Eğilmez’e gelelim. Onun filmlerinde iki sağlam kalem vardı, önce Sadık Şendil, sonra Yavuz Turgul. Onu bu kadar yakından tanıyan biri olarak Eğilmez sinemasının başarısını neye bağlıyorsunuz? 

Ertem Abinin başarısı ilk olarak mağlubiyetlerinden kaynaklanıyordu. Başlarda çok mağlup olmuş bir adam; filmleri iş yapmamış, bu işe zorunluluktan girmiş. Projelerini çekecek kimse bulamıyor, “Madem öyle o zaman ben çekeyim” diyor ve öyle yönetmen oluyor. Çok zeki bir insan… Hemen her şeyi görüp kapan, birçok işe girip batırıp çıkaran, coşkusu çok yüksek, şiddeti, ateşliliği kimi zaman tavanlara vuran zeki bir kişilik. Ama bu özellikleri kimi zaman doğru karar almasını da engelliyor. Fevri, öte yandan kendi ruhundan gelen insana dair neşesi, korkusu olan ilginç bir kişilik. Mesela terapi seansı gibi olurdu konuşmaları. Kendi içinde karmaşık bir dünyası vardı ve karşısındakine dair hissettiklerini büyük bir cesaret ve açıklıkla söylerdi. Bir de farkındaysan, ütopiktir onun filmlerindeki insan ilişkileri. Ne öyle insanlar vardı gerçekte, ne de öyle sokaklar, binalar… Çoğu yalandır anlattıkları ama Ertem abi o yalanı bile, Frank Capra kadar güzel söyleyebiliyordu. Capra, Ertem abinin en büyük yol göstericisiydi. 

İlginç, biz hep o filmleri izlerken kaybettiğimiz ve sık sık aradığımız masumiyeti yansıttığı, o dönemlerin çok güzel olduğu hissine kapılırız oysa… 

Hayır, o masumiyet o zaman da yoktu. Masumiyet sadece tahayyülde var. Bu, ahlakla ilişkili bir şey… Bir anlamda günah çıkarma işlevini üstleniyor. Ertem abinin filmleri tıpkı ‘Noel filmleri’ gibidir; iyi olun, sevin, sevilin mesajları olan… Bazı filmler bir anlamda boktan dünyanın içinde seni ferahlatan şurupların tadına sahiptir. Ben mesela son olarak ‘Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı’nda böylesi bir duyguya kapıldım. Sanki etrafın karabasanlarla çevrilmiştir ve seni ferahlatacak şeyler ararsın; bu film de öyle 
bir etki yaptı bende. 

Buna ağlamak için Kürtçe bilmek mi lazım? 

Sinemadaki evlatlarınıza göz atarsak filmlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? En sevdiğiniz hangisi mesela? 

Hiç düşünmedim ya… Ben bu anlamda sevgi duygusu olan birisi değilim. Hatalarımı, yanlışlarımı ararım, nereyi kötü yapmışım onu ararım. Övgüler başkalarından gelir, “Abi bunu çok iyi çekmişsin, şunu böyle, bunu böyle yapmışsın” diye. Yoksa “Ben Eşkıya’yı çektim, bunu yaptım” demek bana çok uzaktır. 

‘Eşkıya’ya gelelim o halde, gişede ilk haftalarda değil de sonralarda açılmıştı. Kulaktan kulağa övgüler aldı ve sonrasında yürüdü gitti. O süreçte nasıl bir heyecan yaşamıştınız? 

O zamanlar bizim beklentimiz yoktu. ‘Eşkıya’ gişede ilk kez büyük rakamlara ulaşan filmdir. O döneme kadar bazı kıpırtılar oluyordu, ‘ İstanbul Kanatlarımın Altında’, ‘Amerikalı’ gibi örnekler vardı. Benim filmlerim de taş çatlasa 100 binin biraz üstündeydi. Hatta bana sordular, “Eşkıya 150 bin yapar mı?” diye, ‘Sanmıyorum’ demiştim. Beklentisizlik, böyle bir sürprizi güzelleştiriyor. Ama artık günümüzde böyle değil, filmler önce tahmini sayılarla ele alınıyor, sonra da gişedeki yerlerine bakılıyor. Bizimkisi mucize oldu, üstelik mucize gibi başlamadı, tıngır mıngır derken yükseldi. Aslında başlarda Şener çok üzüldü, ilk hafta 30 binle başladık; “Abi bu kadar da değil” dedi. Bütün dünyada filmler ilk haftalarda yükselir ve sonradan gösterilen ilgiye göre ya belli bir çizgide devam eder ya da düşer. Bizde tersi oldu, sonradan açıldı film. Herkes hayretler içinde kaldı. Ama bunun da bir bedeli oldu, ‘Eşkıya’nın ardından sekiz yıl film çekemedim. 

Ya ‘Gönül Yarası’ ve Aynur’un yürekleri parçalayan sahnesi? Filmde Kürtçe konuşmalar da vardı ama asıl Kürtçe şarkı damgasını vurdu galiba. Bu fikir nasıl çıktı? 

Valla öyküde bir ‘Türkü bar’a gitme sahnesi vardı. Ee, orada ne dinlenir vs. Böyle bir sahneyi çekeceğiz. O sırada Aynur’un CD’si gelmişti. O parçayı dinlerken ağlamaya başladım. Kürtçe de bilmiyorum. Oradan girdi filme. “Buna ağlamak için Kürtçe bilmek mi lazım?” meselesi işte budur. Aynı şeyi ben yaşadım. Çok çok güzel bir şarkıydı, film için de aranjmanı yeniden yapıldı. 

Radikal

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.