On İki Öfkeli Adam

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Zeynet Öztunca

“Suçlu… Suçlu… Suçlu… Suçsuz.”

Bir salon dolusu beklentisi yüksek seyirci. Karşılarında bir masa ve etrafında on iki kararlı adam. Hızlı adımlarla yerlerini alıyorlar ve on sekiz yaşındaki zanlı için hükümlerini söyleyip bir an önce o odadan çıkmak istiyorlar. Hepsi çocuğun suçlu olduğuna dair hemfikir. Öylesine hemfikir ki içlerinden biri odaya girdiği andan itibaren cebindeki maç biletlerinin yanması riskini hesaplamaya başladı bile. Sahneye hem bir telaş hem de bir sıradanlık hakim. Seyirciler bile şaşkın: bunca hazırlık bir adamın suçlu olduğuna dair ağız birliği yapmak için miydi? Suçlu, suçlu, suçlu.. Peki ya tek bir adam geri kalan on bir kararlı adama kafa tutar ve tüm oyunun ruhunu bir anda değiştirirse:

“Suçsuz.”

Reginald Rose’un 1954’te kaleme aldığı ve 1957’deki sinema uyarlaması ile tanınan oyun Şehir Tiyatrolarının yeni sezonunda İstanbul seyircisi ile buluşuyor. Arif Akkaya yönetmenliğinde sahnelenen oyun, sezonun en güçlü oyunları içinde yerini alıyor. Gerek oyuncu seçimi gerekse sahne tasarımıyla zengin programın içinde İstanbullu tiyatro severlerin dikkatini çekebilecek bir yapıt. Oyun, bir cinayet davasında jüri olan on iki adamın sahnedeki uzun masada yerlerini alması ile başlıyor. Masadaki herkesin kendinden emin ve rahat tavırları dikkat çekiyor. Karar vermek için toplandıkları odaya zaten kararlarını çoktan vermiş gibi giriyorlar. Bu sakinlik seyirciyi hem güvende hissettiriyor hem de oyundaki yerini sorgulatıyor. Her şeyin baştan çözüldüğü bir oyun olması riskiyle dağılan dikkatler sekizinci jürinin itirazıyla birden yeniden toplanıyor. Adını bile bilmediğimiz bu adam sahnede kararlılıkları ile göze çarpan on bir adamı yok sayıyor ve seyircilerin kafasının içine minik bir tohum ekiyor:

“Evet, belki öyledir. Ama belki de değildir!”

Bu minicik tohum oyun boyunca beyinlerin içinde büyümeye devam ediyor. Gücünü sadece “insani” olmaktan olan bu argüman sadece seyircileri değil sahnede şaşkınlık içinde sekizinci jüriye bakan diğer on bir adamın da ruhuna giriveriyor, orada sessizce büyümeye başlıyor. Öyle bir hızla ve sinsilikle büyüyor ki bu cümle, seyircilere kelimenin gücünü sorgulatıyor. Tek bir cümlenin, tıpkı bir fikir gibi, insanın varlığına nüfus etmesi ve orda saniyede bilmem kaç bin hücre gibi bir hızla çoğalarak “gerçek” olmasını şaşkınlıkla izlemeye başlıyor seyirci. Oyunun başındaki konforunu tek bir cümlenin zalimliğine teslim ediyor. Oyun, minik bir şüphenin beynin içine atıldıktan sonra nasıl da hızla ve sinsice büyüyebileceğini bu on iki adamın ateşli tartışmalarının ışığında sorgulatıyor.

Sahne dekoru oyunun en güçlü bileşenlerinden biri. Sahneyi, bir kısmı da seyircilerin olduğu yere doğru uzanan, bir kafes kaplıyor. Kafesin demir ayaklarının bir kısmı ise antik Yunan sütunları ile kaplanmış; kafesin şeklini almak için içe doğru bükülmüş dört antik Yunan sütunu. Masayı ve bu on iki adamı güzelce kapsayan bu kafes bir yanıyla içine hapsedilmiş oldukları hissini yaratırken bir yanıyla da yarım küre görüntüsü ile adeta bir dünya figürünü anımsatıyor. Antik Yunan sütunları Olympos göndermesi ile bu on iki adamı tanrısallaştırırken kafes görünümü sebebiyle sütunların maruz kaldığı eğiklik, tanrısal kibirlerinin içinde hayatın devamlılığını iki dudaklarının arasında gören bu adamların, aslında birer aciz insan olduklarını bize bir defa daha hatırlatıyor. Bu on iki adamın on sekiz yaşında bir gencin elektrikli sandalyeye gidip gitmemesine karar vermek için bu odada toplandıklarını göz önünde bulundurduğumuzda, aslında sahne bize insan denilen küçük tanrıcıkların kendi kibir ve önyargıları içinde nasıl da sıkışıp kaldıklarına dair birçok gizil ipucu sunuyor.

Peki neden on iki adam? On iki sayısındaki “on iki havari” göndermesi tartışmaların sürdüğü uzun masa ve bu masanın hatırlattığı “Son Akşam Yemeği” tablosu ile pekiştiriliyor. Oyun sırasında oyunculardan birkaçı seyircilere neredeyse arkasını dönerek oturuyor ancak birçok sahnede tüm oyuncuların masanın tek bir tarafına toplandıklarını görmek mümkün ve bu toplu sahneler son yemek göndermesini daha da güçlendiriyor. Tüm oyunun seyrini “suçsuzdur” itirazı ile değiştiren jürinin sekizinci jüri olmasının altında da sekiz sayısının mükemmelliği ve sonsuzluğu yatıyor. Oyunun sonuna kadar “suçludur” hükmünün arkasında duran ve diğer tüm jüri üyeleri ile uzun tartışmalar yaşayan jürinin de üç sayısı ile eşleşmesinde de üç sayısının tekilliği, yarımsallığı ve mükemmellikten uzaklığı gizli. Oyunun sonunda sekiz üçü kapsıyor ve tıpkı İsa’nın havarilerini bir bir ikna edişi gibi en zor itirazları bile kendi yoluna döndürmeyi başarıyor.

Oyun her ne kadar suçlu/suçsuz ikilemi üzerine kurgulanmış gibi görünse de iki perde boyunca tartışılan ve sorgulanan en önemli kavram önyargı. İnsan olmak ve insan olmak kadar güçsüz ve sınırları belli bir varlığın içine bile sığdırabildiğimiz kibir kavramı tüm oyun boyunca salonun içinde dolaşıp duruyor. Tüm yargıların ama en çok da önyargıların sorgulanabilirliği, her hükmün kişisel olduğu ve insanların kendi yaşanmışlıklarından bağımsız bir hükmün imkansızlığı, sahneye hiç kimse olarak girip, oyun boyunca sürdürdükleri karar sürecinde kendi hayatlarını bir bir açık eden karakterlerin ışığında kanıtlanıyor. Oyun bize soru sormanın, inanmamanın, şüphe etmenin gücünü hatırlatıyor; gözlerimizi bağlayan önyargının bir adım gerisinde daha mutlu ve kardeşçe bir dünyanın olduğunu ruhumuza sessizce fısıldıyor.

Oyun, en başından beri büyük bir öfke ve tutkuyla çocuğun suçluluğunu savunan üçüncü jürinin “suçlu değil” değişiyle noktalanıyor. Işıklar kapandığında bir süre alkış duyulmuyor, seyirciler yerlerinden ayılmıyorlar. Bir sahne daha olmalı çünkü, çocuğun gerçekten suçlu mu yoksa suçsuz mu olduğunu seyircilere açıklayacak son bir sahne. Olmuyor. Sorular, tıpkı sekizinci jürinin oyunun başında diğer jürilerinin beynine sessizce bıraktığı şüphe tohumları gibi seyircilerin ruhuna, salonun dışındaki dünyada demlenmek üzere bırakılıyor.

01.12.2014

22:07

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Zeynet Öztunca

Yanıtla