“Artık Zübüklere Gülemez Olduk”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

nedim sabanRadikal gazetesinde yayınlanan Nedim Saban söyleşisinin bir kısmını okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Bu yıl Aziz Nesin’in ‘Zübük’ oyununu yaptınız? Bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Tatildeydim. Televizyona gözüm takılmıştı, ‘Zübük’ filmini izlemeye başladım. Metin Serezli’yle uzun yıllar çalıştık ve onu çok özlüyorum, ekranda ne zaman karşıma çıksa özlem gideriyorum. Derken, filmin ne kadar evrensel bir konuya değindiğini, Zübüklerin hiç azalmadığını, aksine her alanda arttıklarını fark ettim. Nesin’in romanını çocukken okumuştum, ancak tatilde filmi izledikten sonra tekrar romanı bulmak için kendimi sokağa attım. Romanı İstanbul’dan getirtene kadar yaşadığım 48 saatte gözüme uyku girmedi.

Aziz Nesin’in romanından uyarlama konusu sizi hiç düşündürdü mü?

Son yıllarda ‘Leyla’nın Evi’, ‘Onca Yoksulluk Varken’ gibi romanların sahne uyarlamaları büyük başarı kazandı tiyatromuzda… Böyle olunca, cesaret bulduk biraz… Tiyatromuzun bu yıl 23. yılı. İlk günlerden beri aklımızda hep Aziz Nesin oynamak var, yazarın doğumunun 100. yılına denk gelince de, artık bu fırsatı kaçırmak istemedik doğrusu. Ancak iki nedenle zorlandık. Aziz Nesin, Tolstoy, Dickens gibi bir karakterleme ustası… Karakterleri öyle derinlikli şekilde işliyor ki, hiç kimseden vazgeçemiyorsunuz. Olay örgüsünü bir biçimde hallediyorsunuz ama yan karakterlerin muazzam bir katkısı oluyor. Hangisinden nasıl vazgeçerim diyene kadar sekiz versiyonu yazıldı oyunun. Zaten biz prova sürecini de bir mutfak çalışması olarak görüyoruz. Tabi bu bir sabır meselesi. Tiyatro, yazarın iş teslimi yapıp oyuncuların metni ezberlemeleri ya da yönetmenin direktifine uymaları değil çünkü… Ekiple aranan, bulunan bir şey. Yaşadığımız bir başka güçlük de Nesin’in kara mizahını sahneye taşıyabilmek oldu… Sahnenin başında söylediğini ortasında çürütüp onunla alay ediyor, farklı bir şey söylüyor. Klasik tiyatro kalıplarını kıran bir şey bu… Ancak, metnin bu kadar zorlayıcı olması motivasyonumuzu arttırdı. Oyunun filmle çok büyük farklılıklar var. Filmin çekildiği dönemde bu karakter bir fantaziymiş, bilim kurguymuş adeta. Şimdi çok bilinen bir yaratığa dönüşmüş. Zübükler bize o kadar acı çektirmişler ki, artık onlara o kadar da rahat gülemez olmuşuz. Öfke ön planda…

‘Zübük’ karakterini romandan sahneye uyarlarken nasıl bir karakter olarak yansıtmayı hedeflediniz ve dilediğiniz gibi oldu mu?

Biz oyunu daha çok Zübükleşme üzerine kurduk, kim niçin Zübük olur, Zübükler nasıl ortaya çıkar, Aziz Nesin’in romanının sonunda söylediği gibi, “İçimizdeki Zübük nedir?” bunları sorguladık. Oyun, Aziz Nesin’in bitirdiği yerde başladı adeta. Filmden çok temel farkı ise Zübük’ün hiç hırsızlık yapmaması, insanların ona verdikçe daha çok vermeleri… Bir ayna gibi kurduk oyunu. Sandık başında bir iç hesaplaşma ve bu hesaplaşmada seyircinin de yeri var.

Zübük sizce ne anlama geliyor?

Bu konuda çok dayanağım yok ama ben bu kelimenin Kral Übü’den türetildiğine inanıyorum. Biliyorsunuz, romanın yazıldığı dönemde bir Übü fırtınası var sahnelerde… Aziz Nesin’in 19. yüzyılın başında yazılan ve 2. Dünya Savaşı sonrasında çok popüler olan bu kahramandan etkilendiğini düşünüyorum… Bu arada ‘Zübük’ bir efsane olmuş, romanın adı ve kahramanını geçmiş, dile yeni bir sözcük olarak girmiş. Bunu başarabilen çok az yazar vardır herhalde. Biz de sokağa çıkıp bazı röportajlar yaptırdık. Zübük nedir diye sorduk. Artık bir kavrama dönüştüğünü gördük. Aziz Nesin’in romanını bilmeyenler bile, bir zübüklük kavramından söz ediyorlar. Bu aralar, bir de ‘büzük’ sözcüğü girdi hayatımıza! Ali Nesin, oyunun galasında babasının bir anısını anlattı ve “Zübük oynamak büzük ister” dedi… Hepimiz çok güldük tabi…

Tiyatrokare yakında 25. yılına girecek… Nasıl gidiyor?

25 yılda 70’in üzerinde oyun oynadık, çok farklı türler denedik. Son yıllarda repertuar sistemiyle sahneliyoruz oyunlarımızı. Aynı günde bazen 3 farklı kentte 3 ya da 4 oyun oynadığımız oluyor… Başarı, gişeye endeksliyse -ki biz profesyonel bir tiyatro olarak 60 kişinin üzerinde bir kadroya üretim imkanı veriyoruz, devlet desteğimiz keyfi biçimde kesildi ve tek dayanağımız gişe gelirleri olduğu için başarıyı biraz da gişe verilerine endekslemek zorundayız- bizim kapalı gişe olarak rekor kıran oyunlarımız: ‘Şen Makas’, ‘Salaklar Sofrası’, ‘Leyla’nın Evi’. Öte yandan ‘Salı Ziyaretleri’ gibi, ‘Müziksiz Evin Konukları’ gibi prodüksiyonlarımız oldu. Önemli olan bu ayrımı kırmak. Prestijli bir işin çok izleneceğini, gişede başarı sağlayan oyunun kötü olmadığını anlatabilmek. Sinemada da böyle bir tuhaf anlayış var. Gişe filmi ve festival filmi… Ne demek bu? Festival filmi gişede neden karşılık bulmasın! Ben bir de, büyük başarıları olmadığı halde, tiyatroya uğur getiren oyunlara inanırım. Seyirci sevmiştir, oyun kendini kurtarmıştır. Ama en önemlisi, bir mutluluk vermiştir. Metin Serezli/ Suna Keskin ile sahnelediğimiz ‘Bu Da Benim Ailem’ öyle bir oyundu mesela.

Çocuk tiyatronuz ve oyunlarınız da var…

Ben ayrıca çocuk tiyatrosunu da çok önemsiyorum. Son yıllarda Goody Çocuk Tiyatrosu, Anavarza Çocuk Tiyatrosu ve Geberit ile ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz sosyal sorumluluk projeleriyle binlerce çocuğa ulaştık, terör mağduru ailelerin çocukları İstanbul ziyaretlerinde bize geldiler, o çocukları ilk kez tiyatroyla tanıştırdık, Soma’ya giden ilk tiyatro olduk. Tiyatronun bir çocuğun kalbinde çok farklı yeri olduğuna inandığım için 1982 yılında çocuk parklarında tiyatro yaparak başladım bu işe. Çocuk tiyatrosu konusunda halen aynı heyecanımı sürdürüyorum.

Geçtiğimiz günlerde Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu’yla gündemi uzun süre meşgul eden, ‘Sansür’ konusunda tatsız olaylar yaşadınız. Erhan Bey sizi mahkemeye vereceğini söyledi. Siz son olarak bir açıklama yaparak son noktayı koydunuz ve “Bundan böyle sadece seyirci olarak devam edeceğim izlemeye” dediniz.

Sansür karşısında duruşum zaten belli. Son on yılda dört oyunun bu nedenlerle baskı gördüğünü belgelemişim, bunlar farklı yönetimlerin oyunları, sadece Şehir değil, Devlet Tiyatrosu’nda da olan olaylar oldu. “Sana ne?” derseniz, belki de haklısınız! Belki sadece bakmak ve susmak gerekiyor. Ancak açıkçası, acılı süreçlere tanıklık etmenin, sanatçının sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Susmak, göz yummak, bana bir sanatçı olarak değil, duygusal bir insan olarak da acı veriyor. Kaldı ki, yazan biriyim. Tiyatronun nasıl yıkıldığını, AKM’yi ve daha buna benzer nice şeyleri yazmamak, ayıp değil mi? Çocuklarımız günün birinde gerçeği öğrenmek isterlerse okuyacak bir şey bulamayacaklar mı? Bir protesto gösterisinde de söylemiştim. “Benim AKM ile bir işim olamaz, tiyatrom burada perde açmayacak, AVM’lerde oynuyoruz. Ama ben AVM yerine AKM” diyorum. Benim Erhan Yazıcıoğlu ile bir derdim olamaz, ancak bana verdiği yanıtı çok talihsiz buldum. Mahkemeye vermek tabi ki kendi tasarrufundadır, ancak keşke bu karışık süreçte enerjimizi polemiklerle değil, birbirimizi alkışlayarak, alkışlanmayacak zamanlarda da eleştirerek harcasak… 

Sizi reklam yapmakla suçladılar, neler söyleyeceksiniz?

Reklam ne demek? “Çıkarttığınız sahneyi ‘Zübük’e ekledim, biletler çıktı” mı demişim? Bu nasıl bir mantık? Kaldı ki Muhsin Ertuğrul’un koltuğunda oturan birisi, “Seyirci lazımsa gönderelim” diyemez. Bu hem özel tiyatroya ayıp hem de kendi seyircisine çok çok ayıp! Kiralık bir şey gibi değerlendirmiş seyirciyi, ben yakıştıramadım. Kendi çıkışım biraz sert oldu, onu da kendime yakıştıramadım. Son zamanlarda o kadar güçlükle uğraşıyoruz ki, doğal olarak ‘survivor’ psikolojimiz ağır basabiliyor.

Tahrik unsuru var mı peki?

Kaldı ki bunu bir eleştirmen yazdı, ben iddiaları araştırdım, doğruluğundan emin olunca sadece bir twit attım. Erhan Bey birilerinin beni tahrik ettiğini söylüyor. Bu hem kendi kurumundaki insanları ihbarcılık kategorisinde görmesi hem de beni her şeye inanan bir zavallı olarak görmesi demek. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Bu arada Şehir Tiyatrosu’na artık seyirci kalacağım derken, böyle bir durum olursa, yine yazarım. Ama bunu bir kentli olarak yaparım, İstanbul’u seven biri olarak yaparım. Sansür karşısında konuşmayıp,ortalığı bulandıranlar, karanlığa hizmet ederler. Bu bir iç mesele değildir. Türkiye’de komşunuz kocasından dayak yerse müdahale eder ama bu sefer komşunuzdan da dayak yersiniz. Bu tiyatroları yıkılırsa yanlarında olmam, sokakta nöbet tutmam, özelleştirilmesine karşı çıkmam demek istedim. Kendi davalarına kendileri sahip çıksın. “TÜSAK’a hayır!” diye geçen yıl Taksim Meydanı’nda üç/ beş özel tiyatro olarak bağırdık. Sonra, birbirimize baktık, kahkahayı bastık. Bize ne oluyor yahu, asıl sorumlular nerede deyip sahlep içmeye gittik!

Türkiye’de tiyatro nereye gidiyor? Sizce ödenekli tiyatrolar olmalı mı, devam etmeli mi?

Yapı değişikliği olmalı, bu konuda uzmanlara danışılmalı, modeller incelenmeli. Ancak ben bunu bu hükümetin yapmasını kabul edemem, bu kafa yapısının bu konuda çok parlak bir geçmişi yok çünkü… Kaldı ki, hükümetin kültür politikasında, muhafazakar bir tiyatro yaratmak var. Tepeden inme biçimde, emirle yazdırılan oyunlar şimdilik seyirci bulmuyor, çünkü estetikten yoksunlar ve içerikleri zorlama, içten değil, gerçek bir sorunsaldan değil, devletin hoşuna gidecek bir politikadan besleniyorlar. Ancak AKP’li belediyeler bu konuda ısrarcı. Bundan on yıl sonra, tiyatroyu getolara itip kendi alanlarında sadece muhafazakar oyunlar oynayacaklar. Özel tiyatrolara destek konusunda da aynı tavra sahipler… Kendi yandaşlarına usulsüzce yardım ediyorlar, tiyatroları “Senden- benden” diye ötekileştiriyorlar, yardım ettikleri tiyatrolara parayı geri alma baskısıyla sansürü meşru kılıyorlar. Muhalefet ise çok cılız… Keşke muhalefetin de bir kültür politikası olsa! Değil bir politika yaratmak Cumhuriyetin kuruluşundan sonra devraldıkları kültür politikasına bile sahip çıkamıyorlar.

Devamı için tıklayınız.

Radikal

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.