Ruhrtriiienale’de Bütünüyle Bambaşka Bir “Orfeo”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet K. Özel

almanca konuşulan ülkelerde tiyatroların intendant’ları (genel sanat yönetmenleri) birer tanrı gibi olurlar. “tanrı gibi” derken kast ettiğim özgürlükçü, çoğulcu, demokratik olmamak, tek adam hükümranlığı anlamında değil, her şeyden sorumlu olmaları anlamında. kuruma gelirken beraberlerinde daha önce çalıştıkları oyuncuları, dramaturgları, yönetmenleri, sahne tasarımcılarını getirirler, giderken de götürürler. johan simons da 2014-15 sezonunun sonunda münchner kammerspiele’den ayrılıp ruhrtriiienale’nin başına geçtiğinde ekibinin neredeyse tamamını beraberinde ruhr’a getirdi.

özellikle simons’un kanatları altında önce asistan olarak gent’te, sonrasında münchner kammerspiele’de sahnelediği yapımlarla adından söz ettiren, 2013’te almanya’da yeni nesil sanatçı ödülünü almış, berlin’deki prestijli theatertreffen’e (o sezonki almanca konuşulan sahnelerden yapılan seçkiye) iki kere davet edilmiş almanya doğumlu, baba tarafından ingiliz, hollanda’da yerleşik genç yönetmen susanne kennedy de bunlardan biri.

tiyatroyu çağdaş sanatla, özellikle enstalasyonla harmanlayan kennedy 2017’den itibaren berlin volksbühne’nin yönetmenlerinden biri olacak; hiç şaşırtıcı değil, o tarihte volksbühne’nin başına, şimdiki londra tate modern yöneticisi chris dercon’ın geçeceğini düşününce..

.

kennedy ile son iki işinde birlikte çalıştığı suzan boogaerdt ve bianca van der schoot’un ruhrtriiienale’de prömiyerini gerçekleştirdikleri “orfeo” seyircilere bambaşka bir orfeus hikayesi anlatıyor; euridike’nin bakışıyla bir orfeus hikayesi bu.

daha önce ingiliz şair h.d. (hilda doolittle)’ın ve nobelli elfriede jelinek’in, mikrofonu euridike’ye çevirdikleri metinleri var. kennedy ve yapımın dramaturgu jeroen versteele ile yapılan söyleşilerde sadece jelinek’in metninden bahsolunuyor ve euridike’nin ağzından yazılmış tek metin olarak adlandırılıyor; halbuki d. h. lawrence ve ezra pound’un çağdaşı ve dostu h.d.’ninki jelinek’inden en az bir 70 yıl önce yazılmış, neyse..

kennedy, boogaerdt ve van der schoot her ne kadar bakışlarını bütünüyle euridike’ye odaklasalar da, işlerinin adı yine de “orfeo” çünkü seyircilerini orfeus’un konumuna yerleştiriyorlar; yeraltı dünyasının ölüler diyarına yolculuk yapıp, euridike’yi ziyaret edenler biz seyircileriz.

unesco dünya mirası listesindeki essen kömür fabrikaları zollverein’ın en etkileyici mekânlarından biri mischanlage.

1993 yılına kadar farklı nitelikteki kömürler karıştırılarak kok kömürü üretilen, bütünüyle dışarıya kapalı, doğal ışık almayan bu yapı, betondan mekânlar ve devasa huniler içeriyor.

geçen yıl bu mekânda douglas gordon müzik, video, ışık ve dumandan oluşan “silence, exit, deceit” isimli enstalasyonunu gerçekleştirmişti; müthiş etkileyiciydi. wim wenders’in pina bausch’u anlattığı “pina” filminin de sonlarına doğru birkaç sahne bu kasvetli, gri, loş mekânda geçer.

kennedy, boogdaert ve van der schoot renkleri, malzemesi ve tasarımıyla mischanlage’nin atmosferi ile tam tezat oluşturan, bütünüyle yapay, hiperrealist ve kitsch bir odalar dizisi kurmuşlar. yani mekân içinde ikinci bir mekân, bir iç cidar tasarlamışlar.

seyirci sekiz kişilik gruplar halinde 10’ar dakikalık aralıklarla odalara alınıyor. bir odadan diğerine kapıların üzerine yerleştirilmiş ışıkların kırmızı-yeşil yanışıyla yönlendirilerek geçiyorsunuz; yani bir odada kalış süreniz belirli. odalar bir evin çeşitli mekânlarından kurulu; oturma odası, yemek odası, yatak odası, banyo, çalışma/hobi odası..

tasarımcıların kendileri hiç bir söyleşide bu şekilde adlandırmasalar da, bence işleri bir immersive (çevreleyen) tiyatro örneği; seyirciler kendileri için hazırlanmış bir dünyanın içindeler; hareket ediyorlar, zaman geçiriyorlar.

yolculuğun ilk durağı oturma odasında; üçlü koltukta huzursuzca oturmakta ve teker teker seyircileri izlemekte, baştan aşağı süzmekte, göz kontağı kurmakta olan, barbie bebek benzeri bir figür sizi bekliyor. bu kadın figür pastel renklerde pantalon ve kazak giymiş, suratı sadece gözü gösteren bir maskeyle kaplı ve sarı bir peruk takıyor. bundan sonraki odaların hepsinde bu figürün aynısını göreceğiz; bazen yine tek başına, bazen iki, üç veya dört kişi olarak.

kennedy daha önceki işlerinde çeşitli varyasyonlarını kullandığı “maske” fikri üzerinden; özgünlüğü ve öznelliği törpülenmiş ve çoğaltılmış bir figür yaratıyor ve bu yolla -latince tiyatro maskesi anlamındaki persona’dan türeyen- person (kişi/şahıs/birey) olma halini sorguluyor. konuşmayan maskeli figürün sadece göz (görme/bakış) üzerinden seyirciyle ilişki kurması “orfeus ve euridike” miti bağlamında ayrıca çok anlamlı.

ilk odadaki figür bir ara kalkıyor, odanın penceresinin perdesini açıyor ve dışarıya bakıyor.

“dışarısı”, mischanlage’nin tam merkezine yerleştirilmiş ve monteverdi’nin “l’orfeo”sundan bölümler çalan, hepsi o kadın figür gibi bir örnek giyinmiş, maskelenmiş, peruklanmış orkestra üyelerinin bulunduğu mekân.

o an daha, o mekândan da ilerisi dikkatinizi çekmiyor ancak, yolculuğun son durağındaki odaya, yani ilk odanın tam karşısına denk gelen odaya tek başınıza bırakılınca (bir önceki odandan buraya grup halinde değil, teker teker alınıyorsunuz) ve duvardaki yazıda burada istediğiniz kadar zaman geçirebileceğinizi okuyunca, bir süre yatakta kıvranarak son nefesini vermekte olan kadın figürün baş ucundaki sandalyeye oturuyorsunuz, ama sonra, sizden sonraki kişi odaya alındığında, sandalyeden kalkıp etrafı kolaçan etmeye başlıyorsunuz ve işte o zaman fark ediyorsunuz ki; bu odanın penceresinden baktığınız -ve orkestranın bulunduğu- merkezi mekânın diğer tarafında da perdeli bir pencere var ve sizin bulunduğunuz odadaki yatakta son nefesini vermekte olan kadın figür, oradaki pencerenin perdesini açıp dışarıya, size bakıyor.

başlangıç ile son, veya nasıl bakarsanız, son ile başlangıç birleşiyor, bütünleşiyor; çember tamamlanıyor.

kennedy mischanlage’de yarattığı oda dizisi için labirent tanımını kullanıyor ve bu hali yeraltı dünyası ile özdeşleştiriyor; ancak bana kalırsa seyirci bir labirentin içinde değil, aksine başı ile sonunun birleşeceği bir daire boyunca hareket ediyor ve bu da seyirciye, yolculuğun sonuna geldiğinde hissettiriliyor. bu daire, eninde sonunda yeraltı dünyasında kalacak ve dolayısıyla ölecek olan euridike’ye orfeus tarafından hazırlanmış bir kısırdöngü.

orfeus euridike’yi kendi aşkı için ölümden kurtarmak ister, çok uğraşır, hiç bir insanoğlunun yapamadığını başarır, yaşayan birisi olarak ölüler diyarına iner, tanrıları ikna eder ama sonunda, “geriye dönüp ona attığı bakış” yüzünden euridike’yi tekrar ölüme yollayan da kendisidir; aynı orfeus rolüne sokulmuş bizlerin son odadan ilk odaya, geriye doğru bakışımız gibi.

euridike söz hakkı olmayan bir kısırdöngüye hapsedilmiştir orfeus tarafından. kennedy işte, euridike’nin hapsolduğu bu ruh halini ortaya koyar ve orfeus’la özdeşleştirdiği -seyirciler olarak- bizlere bu ruh halinin, euridike’nin içine düştüğü ve kendi söz hakkı olmayan durumun farkına vardırır.

.

kennedy’nin “orfeus ve euridike” mitine getirdiği bu yeni, ilginç ve seyirciyi başka derinliklere götürebilecek özgürlükteki yorumu ve bu yorum etrafında kurduğu/tasarladığı dünyayı çok sevdim. yalnız, aklıma takılan tek nokta neden monteverdi’nin “l’orfeo”sunu seçmiş olduğuydu; orfeus mitini anlatan başka operalar da var, aklıma ilk gluck’unki geliyor; hele de, gluck euridike’ye monteverdi’den daha fazla söz hakkı veriyor..

bu sorumun cevabını sanatçılarla veya dramarturgla yapılmış hiç bir söyleşi veya metinde bulamadım. monteverdi’ninkinin seçilmiş olmasının sadece orfeus mitini anlatan ilk opera olmasından kaynaklandığını sanıyorum, çünkü yapımda bu yapıt dramaturjik, anlamsal veya başka bir boyutta önemli bir rol oynamıyor kanımca.

peki, sanatçılar bu operayı nasıl kullanmışlar?

bir kere; program broşüründe yazdığı üzere monteverdi’nin partisyonundan üflemeli ve vurmalı çalgılar çıkarılmış; şancılardan da sadece orfeus’un partisi bırakılmış. müzik olarak ise anlatıcı kısımlar atılıp, orfeus’un aryaları, orkestra ve koro kısımları bırakılmış.

yapımın sergilendiği yapının kapısına geldiğinizde, hatta daha uzak mesafeden yaklaşırken sizi bir ses enstalasyonu karşılıyor; yeraltı dünyasını çağrıştıran ve mütemadi devam eden sesler duyuyorsunuz. bu seslerin biraz sonra içine gireceğiniz yapımın bir parçası olabileceğini tahmin ediyorsunuz; yapım, sizi daha fiziksel olarak içine almadan duyusal ve atmosferik olarak hazırlıyor.

daha sonra, program broşürünü okursanız öğreniyorsunuz ki, bu enstalasyon projenin orkestrası solistenensemble kaleidoskop ile ses tasarımcıları harpo ‘t hart ve ole brolin’in birlikte hazırladıkları, monteverdi’nin operasının bütünününü -yapımın ruhrtriiienale’de sergileneceği 18 güne yayılabilmesi için- 230 kez genişletilmiş/yavaşlatılmış haliymiş.

monterverdi’nin operası bu ses enstalasyonu haricinde de icra ediliyor tabii.

solistenensemble kaleidoskop’un sekiz müzisyeni merkezi mekânda barok dönem çalgılarıyla müziği yorumlarken, topluluğun diğer dört kişisi odalardan birinde euridike figürü kostümü içerisindeler. orfeus’u seslendiren hubert wild ise, euridike’nin ölüm yatağındaki son oda ile bir önceki oda arasındaki bir ara mekânda tek başına partisyonunu icra ederken seyirci tarafından ziyaret ediliyor.

sondan bir önceki aşamada, eğer seyirci olarak o ana kadar orfeus ile özdeşleşmemişseniz, size bu imkan yaratılıyor; ya da herhangi bir özdeşleşme yaşamasanız da “l’orfeo” operasından uyarlanan bir yapımda orfeus’un sesini duymanız sağlanıyor.

merkezi mekânda icra edilmekte olan ve odalar boyuncaki yolculuğunuzda size eşlik eden monteverdi’nin “l’orfeo” müziğini hiç bir odada direkt olarak duymuyorsunuz; müzik bir aracıdan, hoparlörlerden geçerek size ulaşıyor; dolayısıyla özgün müziği sadece partisyon olarak değil, ses olarak da üzerinde oynanmış olarak dinliyorsunuz.

80 dakikalık yolculuğunuz boyunca canlı olarak duyduğunuz tek ses, o sondan bir önceki ara mekânda baş başa kaldığınız orfeus’unki. bu sayede euridike’nin, sessizliğe hapsi, kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmama durumu ve sadece orfeus’un arzusuna bağlı olma hali daha da vurgulanmış oluyor.

.

susanne kennedy, suzan boogaerdt ve bianca van der schoot’un monterverdi’nin “l’orfeo”sundan esinlenerek tasarladıkları ve “ölüm talimi” altbaşlığını verdikleri bu tüyler ürpertici, garip, alışılmadık “orfeo” deneyimi, ruhrtriiienale gösterilerinin ardından 18 eylül – 04 ekim arasında berlin’in prestijli modern-çağdaş sanat müzesi martin gropius bau’yu ziyaret edecek. benden haberdar etmesi..

Danzon

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet K. Özel

Yanıtla