‘Yıldız ve Müşfik Kenter Adları Yok Olup Gidecek mi?’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

yk-fft107_mf6433024[Bahar Çuhadar’ın Radikal’de yayınlanan Yıldız Kenter ile yaptığı röportajın bir kısmını paylaşıyoruz.]

 O tiyatromuzun ‘dişi enerjisi’. İlkgençlik yıllarından, 87’nci yaşını sürdüğü bugüne dek türlü zorluğa inat tiyatro yapan, tiyatro binası inşa eden, tiyatro öğreten; mücadeleci, disiplinli ve güçlü bir kadın. Yıldız Kenter’in tiyatro tutkusuyla örülü hayat hikâyesi, Prof. Dr. Dikmen Gürün’ün kaleminden kitaba döküldü. ‘Tiyatro Benim Hayatım – Yıldız Kenter’in Hayat Hikayesi’ vesilesiyle, sorularımızla Yıldız Kenter’in karşısındaydık…

Bundan bir buçuk sene kadar önce, 20 yıl emek verdiği İKSV’den Onur Ödülü alması vesilesiyle bir söyleşi yapmak üzere buluşmuştuk, tiyatromuzun Dikmen Hocası’yla (Dikmen Gürün). Dikmen Hoca’dan o gün öğrenmiştim, bir Yıldız Kenter kitabı hazırlığında olduğunu. İlk duyduğumda da heyecanla karşılamıştım ama kitabı elime alıp okuduktan sonra o gün az bile heyecanlandığımı fark ettim. Zira Prof. Dr. Dikmen Gürün’ün çok yoğun bir çalışmanın ürünü olduğu anlaşılan, YKY Yayınları’ndan çıkan kitabı ‘Tiyatro Benim Hayatım – Yıldız Kenter’in Hayat Hikayesi’; Yıldız Kenter’i etraflıca tanıtan bir biyografi olmasının da ötesinde bir çalışma. Elimizdeki 40’lardan bugüne Türkiye’nin tiyatro atmosferine dair kıymetli bilgiler edinebileceğimiz bir kitap. Yıldız Kenter’i çocukluk yıllarından bugününe adım adım izliyor, Dikmen Gürün adeta. Sadece tiyatro profesyonelleri ve tiyatronun geçmişi ve bugünüyle içli dışlı olanların değil, her tiyatro seyircisinin ilgisini çekecek detaylarla dolu bir kitap, ortaya çıkan.

Kitabı kapattığınızda; çalışkanlığı, mücadeleci ruhu, dişi enerjisi ve oyunculuğuyla Türk tiyatrosunun en benzersiz aktristi ve bugün takip ettiğimiz onlarca genç oyuncunun hocası Yıldız Kenter’i ve bir döneme damgasını vurmuş Kent Oyuncuları’nı çok daha yakından tanımış hissedeceğinize şüphe yok. Dahası tiyatronun Türkiye gündemindeki yerinin izini de farklı on yıllar boyunca sürmüş olacaksınız.

Dikmen Gürün’ün Yıldız Kenter’in yanı sıra, onun artık aramızda olmayan ya da üretmeye devam eden yol arkadaşlarıyla da görüşerek, ayrıca titiz bir arşiv çalışması da yürüterek tamamladığı kitap bahanesiyle Yıldız Kenter’e sorularımızı ilettik.

Yıldız Hanım, elimizdeki kitap size ve yaptığınız tiyatroya dair kapsamlı bir kaynak olmuş. Sizin nasıl hissettiğinizi merak ediyorum; bugüne dek kat ettiğiniz yolların kapsamlı bir şekilde bir kitaba dönüşmesi size kendinizi nasıl hissettiriyor?

Dikmen Gürün’ün titiz bir çalışmayla ortaya çıkardığı bu kitap adeta beni yeniledi. Kendimi daha iyi hissetmemi sağladı. Kitaba gösterilen ilgiden de memnunum. İki buçuk yıl süren yoğun bir çalışma yaptı Dikmen ve her safhasını benimle paylaştı ama sonunda kitabı elime aldığımda sanki başkasının hayatını okuyormuş gibi heyecanlandım. Yapı Kredi Yayınları benden kitabın arka kapağı için bir yazı istediği zaman ilk aklıma gelen şey, biyografimin yazılmasını ne kadar heyecan verici bulduğumdu. Bu eserin benim hayatımdan öte Türkiye’de belli dönemlerin tiyatro yaşantısını veriyor olması da çok önemli.

Yıldız Kenter deyince aklımızda ilk beliren sıfatlar; disiplinli, mücadeleci, inatçı, güçlü oluyor. ‘Yıldız Hoca’nın öğretmen ve rejisör olarak meşhur ‘disiplinini’ sormak istiyorum size. Kitapta Şükran Bey (Güngör) ile bir anınızı anlatırken “Carl Ebert’ten gördüğüm disiplinli sistem” diyorsunuz. ‘Yıldız Kenter disiplininde’ Carl Ebert’in, kendi mizacınızın ve ailenizden gördüklerinizin etkisi nasıldır acaba?

Bize şu öğretildi çocukluğumuzda: Akşam yattığın zaman neyi iyi yaptın, neyi kötü yaptın bunun düşünülmesi lazım. Sanıyorum ki bunun benim oyunculuğumda büyük etkisi oldu. Bu, insanın kendini yakalamasını, sorgulamasını sağlar.  Devlet Konservatuarı’nda da alanlarında iddialı çok iyi hocalarla yetiştik. Carl Ebert’ten Muhsin Ertuğrul’a Nureddin Sevin’den Orhan Burian’a,  G. Markovitch’e, Mahir Canova ve Cüneyt Gökçer’e uzanan uzun bir liste sayabilirim size. Disiplinli hocalardı hepsi. Öğrencilerinin üzerlerine titreyen ama disipline önem veren hocalardı. Aynı disiplini sahne üstünde de sürdürüyorduk  ‘Öfke’ ilk yönetmenlik deneyimimdi. Şükran bizler gibi Devlet Tiyatrosu ekolünden gelmiyordu. İlk çalışmamızdı onunla. Serde biraz gençlik ve kendini beğenmişlik de vardı herhalde; provalarda her yaptığını düzeltiyordum. Çok kızmış olmalı ki “Bırakıyorum oyunu” diye telgraf çekti bana. Geri döndürmek için epey uğraştım. Sonraları  aramızda espri oldu bu telgraflı istifa…

Kitapta görüyoruz ki Kent Oyuncuları’nın çeşitli dönemlerinde, içinde bulunulan koşullara göre ‘cesurca’ kararlar aldığınız anlar oluyor. Absürd yazarları sahnelemeye başlamanız ve sert eleştirilerle karşılaşmanız, bunların en çok göze çarpanı. Bu tür kararlarda gelecek tepkilere karşı gücünüzü nereden alırdınız? Bütün bu mücadele dolu yıllar da düşünülünce ben sizde biraz ‘dişi bir enerji’ olduğunu düşünüyorum. Tiyatroya olan aşkınız bir yana, kadın olmanız ne kadar etkilemiştir direncinizi?

‘Dişi bir enerji’ benzetmenizi çok sevdim. Galiba anneme çekmiş bir tarafım var. Güçlü bir kadındı o. Mücadeleciydi.  Bütün zorluklara direndi ve bizleri birbirimize kenetledi. Onu, bir kadın olarak mı örnek aldım kendime yoksa asla pes etmeyen bir insan olarak mı? Bilemiyorum. Herhalde ikisinden de biraz var. Biz her şeye rağmen mutlu bir aileydik ama mutluluk kolay elde edilmiyor. Çalışmalar, acılar, çabalar, gözyaşları, alınteri gerekiyor. Ben hep kendimi aşmaya çalıştım. İnsanı büyüten, zenginleştiren acıları depolayıp, anımsayarak hepsini sahnede fırsat buldukça değerlendirdim. Tiyatroda bir şansım da yanımda Müşfik (Kenter) gibi usta bir oyuncunun olmasıydı. Hem kardeş olarak yanımda durdu hem de mükemmel bir oyuncuydu.  Şükran, Kamran (Yüce), ben, Müşfik bir sacayaktık.  Oyunları genelde Müşfik’le birlikte seçer ve kararımızı verdikten sonra, ne olursa olsun yolumuzda devam ederdik.

DAHA FAZLA KOŞMAMIZ GEREKİYORDU…
Yine kitapta görüyoruz; 1990’da Dikmen Hanım’la yaptığınız bir söyleşinizde “Arzu ettiğim oyunları oynadığımı söyleyemem” demişsiniz. Çeşitli sebeplerden çok oynamak isteyip de sahneleyemediğiniz eserler hangileriydi?

Arzu ettiğim oyunları oynadığımı söyleyemem. İçinde bulunduğumuz koşullar, kadromuz, sahne olanaklarımız, ekonomik sorunlar bunu engelledi. Dünya edebiyatının derinlerine daha fazla dalmamız gerekiyordu. Daha fazla koşmamız gerekiyordu. Bense durduğumuz yerde zıpladığımızı hissediyordum.

Kitapta çeşitli eleştirmen ve yazarların “Müşfik doğaldır, Yıldız daha teknik oyuncudur” benzeri tespitleri var. Kardeşinizle oyunculuk kodlarınıza dair bu tespiti siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğru saptamalar olarak değerlendiriyorum. Ben bir rolü yavaş yavaş inşa ederim. Provalarda tuğlaları yavaş yavaş koyarım birbirinin üstüne. Müşfik ise içinden geldiği gibi eser sahnenin üstünde. Fırtına gibidir. Duyguların oyuncusudur o. Ondan çok şey öğrendim ben. Mükemmel bir oyuncudur.

DEVLET, TİYATROYU SEVMİYOR
Türkiye toplumsal ve siyasal anlamda hiçbir zaman güllük gülistanlık olmadı. Ömrünü sanatına vermiş bir tiyatro insanı olarak; içinde bulunduğumuz dönem mi daha zorlu geliyor size yoksa önceki dönemlerde durum daha mı fenaydı? Bunu hükümetlerin, toplumun kültür-sanatla ilişkisi açısından soruyorum özellikle.

Önceki dönemler de güllük gülistanlık değildi ama hep bir umut vardı, bir arayış vardı. 2000’lerin başından bu yana devletin kültür ve sanat politikalarındaki baskı giderek tırmanıyor.  Sevmiyorlar tiyatroyu. Tavırlarıyla, uygulamalarıyla “Ya benim istediğim gibi tiyatro yapacaksın ya da seni her anlamda engellerim” diyorlar. Devlet, ödenekli ya da özel, tiyatroları doğru dürüst desteklemenin bir zorunluluk olduğunun farkına varsa ve aynı zamanda seyirci yetiştirmenin bir kültür meselesi olduğunu kabul etse bugün yaşanmakta olan sorunların çoğu yaşanmaz.

Türkiye’de bilhassa siyasilerin dilinden düşmez; “Burası tiyatro sahnesi değil!” şeklindeki ‘ironik’ eleştiri cümlesi. Sizin de bu benzetmeden rahatsızlık duyduğunuzu okuyoruz kitapta. Buradan yola çıkarak sorayım; tiyatro küçümsenen bir şey mi Türkiye’de? Hayatın olağan bir parçası haline gelemedi mi bir türlü?

Tiyatro hayatın olağan bir parçası haline geldiği anda Türkiye’de pek çok şey değişecektir. Şu çağda ne kadar kısır ve basit bir benzetmedir “Burası tiyatro sahnesi değil!” cümlesi. Ama bunu neredeyse tüm siyasiler yapıyorlar çünkü tiyatro kültürleri o kadar.

Kent Oyuncuları olarak yerli oyun yazarlarına verdiğiniz önem, kitapla birlikte bir kez daha günyüzüne çıkıyor. Son 10 yıldır yerli-yenilikçi oyun yazarlığında belirgin bir hareketlenme var. Takip etme şansınız oluyor mu yeni metinleri? Yerli yazarların 60’lardan bugüne üsluplarında ve ele aldıkları meselelerde nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?

Tiyatro Festivali sırasında zaman zaman izleme fırsatım oluyordu genç yazarları ama son zamanlarda yakından takip edemedim maalesef. O nedenle genel bir değerlendirme yapmak istemem. Tabii ki 1960’lardan bu yana her şey çok değişti. Değişmelidir de. Tiyatro yeniliklere açık olmalı; yeni üsluplar, yeni yazarlar, yeni metinler bir ülke tiyatrosu için, o tiyatronun evrenselleşmesi için  gereklidir.

Şu anda tiyatro yapan, kendi mekânını yaşatmaya çalışan, seyircinin ilgisini yakalamak için uğraşan genç tiyatroculara ne söylemek istersiniz?

Az önce de söylediğim gibi, çok azını seyredebildim küçük özel tiyatroların. Gençlerin tiyatro ile uğraşmalarını takdir ediyorum. Seyircinin bu tiyatrolara ilgi göstermesi güzel bir şey ama tiyatro yapmak kolay iş değil. Çok okumak, çok tartışmak, iyi gözlemci olmak ve sorumluluk gerektiriyor. Bu gereklerin hepsini yerine getirdiklerine inanıyorum gençlerin.

Kenter Tiyatrosu’nun geleceğiyle ile ilgili aklınızda ne var, siz ne arzu ederdiniz tiyatronun geleceği için?

Ankara’dan İstanbul’a geldiğimiz ilk yıllarda, 1960’larda büyük bir cesaretle koydum elimi taşın altına. Devletten tek kuruş katkı almadan, kendi çabalarımızla inşa ettik Kenter Tiyatrosunu. Koltuk sattık, borç altına girdik, Anadolu’nun hemen her köşesine turne yaptık. Bugünse Kent Oyuncuları yok.  Kenter Tiyatrosu kaderine terk edilmiş durumda. Kitapta Dikmen Gürün’ün de söylediği gibi ışıltısını kaybetmiş, karanlıkta ne olacağını bekliyor binbir zorlukla ortaya çıkardığımız bina. Satılacak mı? Yıldız ve Müşfik Kenter adları yok olup gidecek mi? Ben bu tiyatronun yaşatılmasını istiyorum. Bir Avrupa ülkesinde olsa devlet sahip çıkardı yarım yüzyılı geride bırakan Kenter Tiyatrosu’na… Ama burada?

Bugünlerde neler yapıyorsunuz, günlerinizin nasıl geçiyor?

Kitap okuyorum. Ziyaretime gelen sevdiklerimle sohbet ediyorum. Zaman zaman bir tiyatro ya da konsere gidiyorum ve Boğaz’ın güzelliğini seyrediyorum. Düşünüyorum. Bol, bol  düşünüyorum.

‘KIRAÇ BİR İKLİMDE YETİŞMESİ KOLAY OLMAYAN NADİDE BİR AĞAÇ’
Prof. Dr Dikmen Gürün’e kitap için  40’lardan bugüne Türkiye’de bir döneme; bir tiyatro insanı ve bir kurum üzerinden bakarken nasıl bir çalışma süreci geçirdiğini, nasıl hissetiğini sordum. İşte Dikmen Hoca’nın söyledikleri:

Devamı içi tıklayınız

Radikal

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.