Castelluci ile Hesaplaşmam ya da Oyuncunun Vecdden Önceki Son Şarkısı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet K. Özel

yakın zamanda 3sat’ta yayınlanan “dada’dan gaga’ya: performans sanatının 100 yılı” belgeselinde robert wilson şunları söylüyor:

“günümüzde televizyonu açın ya da herhangi bir tiyatroya gidin, aktör size şunu soracaktır: beni anlıyor musunuz? ne bahsettiğimi anlıyor musunuz? anladınız mı? gerçekten mi? emin misiniz?…

günümüzde her iki-üç saniyede bir, bir şeyi anlamak zorundasınız!”

ve hemen ardından sesini tizleştirerek sevimli sevimli bağırıyor:

“kendinizi serbest bırakın! hiç önemli değil, kimin umurunda! kendiniz kaybedin, kaybolun!”

romeo castellucci’nin işleri karşısında genel olarak işte tam robert wilson’ın biz seyircilerin olmamızı önerdiği durumdayım: hiç bir şey anlamıyorum, kayboluyorum!

wilson’ın aslında günümüz sanatını eleştirdiğinin; sanatçılara özgür düşünmeyi ve seyirci odaklı olmadan üretim yapmalarını önerdiğinin farkındayım; ama sanatçı değil seyirci olduğum için sözlerine kendi penceremden bakmayı tercih ettim. ama sanatçılara da wilson’ı kâle almalarını nacizane tavsiye ederim.

romeo castellucci’nin en son, kasım başında 30. romaeuropa festivali kapsamında roma’da sahnelediği 2013 tarihli “schwanengesang d 744” adlı yapıtını izledim.

2014’de izlediğim “orpheus et eurydice” ve “sacre” işlerini çok beğenmiştim. bu yapıtların özgün hallerinin hikayelerini, tarihlerini, anlamlarını ve çeşitli sanatçılar tarafından yapılmış yorumlarını kendi çapımda bildiğim için castellucci’nin bu yapıtlara getirdiği kendi yorumuyla ne/ler yapmaya çalıştığını “anladığımı” düşünmüştüm; sanırım onun bu iki işine hayran olmama esas bu durum neden olmuştu: “anlamış olmak”!

bu iki işini o kadar çok beğenmiştim ki, o dönemde içimde castellucci yapıtlarını canlı olarak izlemeye karşı müthiş bir heyecan ve istek uyanmıştı. o dayanılmaz istek ve bir çok şey denk geldi, 2015’te onun dört yapıtını izleme imkanı yarattım kendime; 2015 benim için bir nevi castellucci yılı oldu.

haziran’da atina’da izlediğim “go down, moses” izlenimlerimi yazdım, ama temmuz’da berlin schaubühne’de seyrettiğim “ödipus der tyrann”ı es geçtim. halbuki oyunu seyretmeden önce bayağı çalışmıştım da; sofokles’in metnini tekrar okumuş, pasolini’nin filmini tekrar izlemiştim.

schubert’in aynı isimli lied dizisini, sözlerine de özel bir dikkat vererek ve hakkında yazılmış yorumları okuyup bir kaç kere dinleyerek hazırlandığım “schwanengesang d 744” izlenimlerimi de neredeyse yazmayacaktım; hele ki işi izleyip istanbul’a döndükten sonra bir arkadaşıma “bir işi anlamıyorsam onu beğenemiyorum. evet castellucci’nin yarattığı dünyalardan etkilenebiliyorum ama çoğunlukla anlamıyor olma duygusu etkilenme duygusunu bastırıyor; bazılarının, özellikle de, uyarlamaların değil, kendisinin sıfırdan yarattığı işlerinin beni çok aştığı hissine kapılıyorum; castellucci sanki çok özel, sofistike ve donanımlı bir seyirciye hitap ediyor; zaten roma’da alkışlar sırasında brava’lardan geçilmedi, demek ki öyle bir seyirci kitlesi de var” minvalinde bir şeyler demişken…

neyse ki, ayarımı robert wilson’ın tiz çığlığı bozdu; beni özgürleştirdi; bir sanat yapıtını anlamam gerekmediğini, kendimi onun içine bırakmam ve orada kaybolmamın yeterli olduğunu hatırlattı bana.

boş, kapkara, kocaman bir sahne, önde sağ yanda bir piyano. sahnenin sol yanındaki bir kapıdan ne aşırı resmi ne de günlük kıyafetli erkek bir piyanist beliriyor, sahneyi kat ediyor, piyanonun başına oturuyor. sahnenin en arkasında yandan 1940’lı yılların döpiyeslerini andıran siyah renkli kıyafetiyle sarışın bir hanım geliyor, sahnenin ön tarafında ortada duruyor. piyanistle göz göze geliyorlar ve müziğin icrasına başlıyorlar. tam bir resital formatında başlayan gösterinin başlığının işaret ettiği üzere programda schubert’in çeşitli liedleri var.

castellucci, “schwanengesang” adlı bir özel lied dizisi de olan schubert’in bu dizisini kullanmamış; kendisi 10 lied’lik bir seçki yapmış; içine, schubert’in bu diziden ayrı olarak bestelediği “schwanengesang d 744” liedini de almış. “schwanengesang” kuğunun şarkısı anlamına geliyor; romantik dönemde sanatçılar kuğuların ölmeden önce çıkardıkları sesleri onların söyledikleri ölüm şarkısı olarak yorumlamışlar. schubert’in bu adı verdiği bir lied’i olduğu gibi, ölmeden önce bestelediği melankolinin ağır bastığı 13 şarkılık bir dizi de öldükten sonra liedlerin yayıncısı tarafından “schwanengesang” adıyla piyasa sürülmüş ve o zamandan beri böyle anılıyor.

1.

resital neşeli, hafif, aydınlık liedlerle başlıyor; liedlerin havası değiştikçe sopranoda da değişiklikler baş gösteriyor; sanki zorla söylüyor gibi, hatta bir şarkıyı yarıda kesiyor, duruyor, piyaniste başıyla işaret edip tekrar başlıyor; ağlıyor sanki; bize arkasını dönüyor; sonra toparlanıp tekrar başlıyor, ama artık eskisi gibi değil. liedler karanlıklaştıkça soprano da derinlere çekiliyor sanki; yavaş yavaş sahnenin en arkasındaki duvara gidiyor; bedeni, kolları iki yana açık ve yüzü duvara yapışık, şarkıları söylemeye devam ediyor.

2.

o sırada sahneye beyaz kıyafetli bir kadın geliyor ve sopranonun başta durduğu yerde duruyor; liedlerin sözlerini ve atmosferlerini sanki beden diline tercüme edermiş gibi kollarıyla, elleriyle hareketler yapıyor. soprano ile kadın aynı çizginin üzerindeler; soprano arkada ve karanlıkta, kadın önde ve ışık içinde. soprano son şarkısını söyledikten sonra sahnenin arkasından kayboluyor. beyazlı kadın ancak ondan sonra bize dönüyor, daha önce yaptığı jestlere devam ediyor; piyanist piyanoyu terk ediyor, ama çok uzaktan piyanonun eşlik ettiği bir soprano sesi gelmeye devam ediyor.

3.

beyazlı kadın önce sakin başlayıp gittikçe şiddetlenen bir sesle bizlere doğru “burada işiniz ne?! kime bakıyorsunuz! ne istiyorsunuz, neye bakıyorsunuz! yeter!!” diye haykırıyor; adeta böğürüyor. arada “ben oyuncu değilim” diyor, defalarca tekrar ediyor: “neye bakıyorsunuz! ne istiyorsunuz! ne! ne! ne!” bizlere hakaret etmeye başlıyor; mimikleriyle çirkinleşiyor. kadının hiddeti o kadar şiddetleniyor ki, yere çöküp iki eliyle tiyatronun zeminini avuçlayıp kendine çekmeye başlıyor; kendi altındaki zemini altüst ediyor; evet, sanki zemini yerinden çıkararak yanılsamayı bozuyor. işte o anda ilk şaşkınlığı yaşıyorsunuz. ardından kulakları sağır eden, sanki cehennemdeymişsiniz gibi bir uğultu kaplıyor mekânı (ses tasarımı, castellucci’nin bütün işlerinde birlikte çalıştığı scott gobbins’e ait). ışık ani şekilde ama uzun süre kararıp anlık yanıyor; şimşek benzeri sert, sivri, acı gürültüler içinize işliyor. ışıkların yandığı anlarda yere çömelmiş kadını görüyorsunuz. bir, iki, üç, dört derken, ışıkların beşinci ani yanışında sahnede gördüğünüz şeyle içiniz hopluyor, iyice korkuyorsunuz: kadının kafası boynuzlu kıpkırmızı bir keçi (ya da boğa olabilir; ikisinin de yunan tragedyalarında önemli anlamı var) kafasına dönüşmüş! ışık o kadar ani yanıp sönüyor ki, gördüğünüzden emin de değilsiniz. tekrar yansın diye bekliyorsunuz, bir sonraki ışıkta evet bu sefer keçi başından emin oluyorsunuz. bir kere daha yandığında kadın eski halinde. bütün bu süre zarfında haykıran ve ağlayan kadın yavaş yavaş sakinliyor ve bu sefer de defalarca bizden özür diliyor. tekrar baştaki, sopranonun liedlerine eşlik ettiği jestlerini yapıyor. ışıklar yavaş yavaş kararıyor ve yapıt noktalanıyor.

siyahlı kadın ile beyazlı kadının ilişkisi neydi? birbirlerinin tamamlayıcısı mıydılar yoksa karşıtları mı? müzik, ses ve jestler; tiyatronun özünü mü temsil ediyorlardı? beyazlı kadın katharsis mi yaşadı da, cehennemin kıyısından dönüp şiddetle hakaret ettiği bizlerden sonra bin bir özür diledi? neden resital formatı? neden schubert? şancı neden şarkıları icra etmekte zorlandı? neden duvara yapıştı? broşür açıklamalarında bahsi geçen “diyonisyak canavar”ı temsil eden keçi/boğa başı neyi ifade ediyordu? şeytanı mı? insanın içindeki şeytanı mı yoksa oyuncunun içindekini mi? beyazlı kadın neden o kadar öfkeliydi? ve ne oldu da sakinledi? yaptığı jestlerin anlamı neydi?

bütün bu soruları, castellucci’nin broşürde alıntıladığı schubert’in şu sözleri ışığında tekrar düşündüğünüzde ne anlam ifade ediyor peki: “kimse başkasının acısını idrak edemez, ve kimse başkasının sevincini de idrak edemez. her zaman birbirimize karşı yürürüz, hiç bir zaman yan yana yürüyemeyiz.”

şimdi önümde son bir castellucci sınavı daha var: ilk defa 20 yıl önce sahnelediği aiskhülos’un “oresteia”sını tekrar ele aldığı ve festival d’automne a paris (paris’te güz festivali) kapsamında odéon-théâtre de l’europe’da 2 aralık’ta prömiyer yapan “orestie, une comédie organique?”

hiçbir hazırlık yapmadım; ne “oresteia”yı tekrar okudum ne de başka bir şey! bakalım bu 2.5 saatlik sözsüz gösterinin içinde kaybolabilecek miyim?

Danzon

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet K. Özel

Yanıtla