Bira Fabrikası: Suçsuz Bulunamadığında Suç

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Özgenur Korlu

19-03-2015-14-09-51-5Söz konusu adalet olduğunda suçun ortada olduğu ama suçlunun bir türlü bulunamadığı durumlara aşinayız. Hatta suçlunun bulunup hak ettiği cezayı almadığı durumlara da… Peki ya suçun hala ortada olduğu ama suçsuzun bulunamadığı durumlar?

Her ne kadar insanın kendine karşı işlediği suçlar, başka bir yazının konusu olacak kadar ilgici çekici dursa da bu yazı için çerçeveyi biraz daraltalım. İki kişiyi içeren bir suç anını düşünelim. Suçun öznesi, işleyeni ve suçun nesnesi, suçta etkin… Yani katil ve maktul gibi. Peki ya maktul de başka bir suçun öznesi ise? Suç insanı bir kez özne ve bir kez de nesne olarak iki kere vuruyorsa?

Marx, benim çok sevdiğim, Louis Bonaparte’nin 18 Brumaire’i adlı kitabında açılışı Hegel’den bir alıntı ile yapar ve ekler: “Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak”. Benzer bir şey suç içinde söylenebilir. İlkinde kurtaramadığımız masumlar, ikincinde karşımıza suçlular olarak dönebilir.

Koffi Kwahulé de Bira Fabrikası oyununda böyle bir hali tasvir ediyor bize. Anlattığı hikâye, dünya tarihine meraklıların özellikle dekolonizasyon sonrası Afrika’da sıkça rastladığı bir hadise. Yakın tarihte ABD’nin çekilmesinden sonra Irak ve Afganistan’da yaşananlar da benzer bir açıdan değerlendirilebilir.

Bilmeyenler için özetleyelim. Özellikle Afrika kolonilerinin üç devresi var: Doğuş, batış ve yıkılış. Bir bölge doğal kaynakları, ucuz üretim ya da pazar hacmi yüzünden, batılı bir ülke tarafından sömürülür. Bir süre sonra ülke halkı bağımsızlığını kazanır, batılıları ülkelerine geri postaladığını sanır. Ama bağımsızlıkla kazandığı sadece bir bayrak ve milli marş değil, aynı zamanda tamiri oldukça zor bir yıkıntıdır. Bu yıkıntıya bir de otorite boşluğu etkilendiğinde, iç savaş filizlenir. Yıkıntı gittikçe büyür.

Yani aralarından bazıları zamanında bu yıkıntının mağduru da olsa sonunda yıkıntının sebepleri olarak karşımıza şu aktörler çıkar: Batılı sermaye sahipleri, iç savaşın kanlı gerillaları ve sömürülmesini yüzünde kocaman bir gülümseme ile seyredip sırasını savmayı bekleyen işçiler.

İşte Koffi Kwahulé bu üç aktörü, Batılı sermayenin ayakta kalan son kalesi konumundaki bir Bira Fabrikası’nda ellerinde kalanlar üzerine hesaplaşmak üzere bir araya getiriyor. Bütün bu olaylar, Melis Birkan, Gürsu Gür, Necip Memili ve Onur Ünsal’dan oluşan kadrosuyla Moda Sahnesi’nde sahneleniyor.

İki gerillanın sahneyi “basması” ile başlayan oyundan beğeni ile ayrılmak zor. Ama bu, oyun kötü demek değil. Çünkü oyunun amacı size kendini beğendirmek değil. Sizi rahatsız etmek istiyor ve bu konuda da oldukça başarılı. Yine de Necip Memili’nin karakteri “Yüzbaşı Ölümü Sallamaz” rahatsız etmek konusunda çığır açarken, bir yandan da oyunda tekrara düşülüyor olması sıkıntılı. Evet, böyle bir oyun seyirciyi rahatsız etmeli ama sıkıntıya da dönüşmemeli.

Necip Memili demişken, oyunla ilgili sık tekrarlanan bir eleştiriye de değinmek şart: Bazı seyirciler, Yüzbaşı Ölümü Sallamaz’ın yaptığı esprilerin çok kötü olduğunu düşünmüş. Bence de çok kötüydü ama bundan hiç rahatsız olmadım. Hatta bunu çok yerinde buldum. Eli yüzü kan içinde bir savaş suçlusuna “Çok espritüel, çok sempatik” demek bence mantıklı değil. Tamam, tiyatronun başka bir gerçekliği var, ama böyle bir adamın seyirciye “tatlı” gelmesi mümkün olan tüm gerçekliklerde saçma. Ben ne metinde ne de Necip Memili’nin oyunculuğunda Yüzbaşı Ölümü Sallamaz ile ilgili eleştirilecek bir nokta bulamadım. Necip Memili sahnenin en iyisiydi. O oyunda yükseldi, yükseldi. Ben, seyirci olarak, sinirimden patladım. Necip Memili’yi tiyatro sahnesinde (sanırım) ilk kez izledim. Daha az sinir bozucu bir adamı oynayacağı konusunda garanti verirlerse, başka oyunlarda da izlemek isterim.

Melis Birkan’ı sahnede ilk kez izledim ve çok beğendim. Sahneye ilk girdiği an alışmışın dışında bir Kibele yorumu gibiydi. Her kadının tattığı ve bir gün elbet tadacağı o topuklular üzerinde adeta bir heykel gibiydi. Bunun yanı sıra oyunun daireselliği, uzaklaşıp uzaklaşıp geri dönmesi hali için, kusursuz bir odak noktasıydı. Ekibin geri kalanıyla güzel paslaştı. Metin açısından, biraz feminist damarımızı ağrıtsa da Beyazbüyü ve Schwanzchen üzerinden anlatılan alışılmadık kapitalist üretim modeli tanımı, metinin en orijinal, en şahane buluşuydu.

Schwanzchen’in oyundaki ikircikli hali aslında seyircinin haliydi. Tiyatro seyircisi, taraf tutmayı sever. Bazı karakterleri kayırır, başının üstüne koyar. Ama bu oyunda herkes suçluydu ve kimsenin elle tutulup desteklenecek bir yanı yoktu. Schwanzchen’de patronuyla arasındaki ilişkide sömürülmekten gayet memnun bir işçi olarak en büyük günahı işlese de, kanlı gerillaların iktidarına gülerek en büyük karşılığı veriyordu. Gürsu Gür bu hali çok güzel oynuyor. Necip Memili’nin oynadığı Yüzbaşı Ölümü Sallamaz rolünün hak etmediği sempatiyi ona duyabiliyorsunuz. Yine de bu Schwanzchen’in iflah olmaz bir “lümpen” olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sonuçta suçtan söz edilirken, sesi çıkmayanın, statükonun devamını isteyenin de suçunu hafife alamamak, unutmamak gerekiyor. Gürsu Gür’ü de sahne de ilk kez izledim, umarım başka bir oyunda tekrar izlerim, onu izlemek çok zevkli.

Sahnede ilk kez izlemediğim tek oyuncu Onur Ünsal’ı bu seferlik beğenmeme hakkımı kullandım. Ama sorun onun oyunculuğundan ziyade Onbaşı Asalak’ın sahneleye aktarılışından ya da metinin kendisinden kaynaklanıyor olabilir. Bu karakter, suçun mağdurunun suçluya dönüştüğünün en bariz göstergesiydi ve bahsettiğimiz suç da tecavüz. Her ne kadar Beyazbüyü’ye bir an önce saldırmak için bir fırsat kovalıyor olsa da onun da bir tecavüz mağduru olduğunu Necip Memili ve Onur Ünsal’ın muazzam kotardığı, ışığında onlara şahane destek verdiği bir sahneden öğreniyoruz. Ama bu sahneye kadar bu ikili arasında bunun ipucunu veren herhangi bir olay yok. Evet, Onbaşı Asalak’ı cephede gördükleri sarsmış. Ama koskoca ordudan yanına kala kala tecavüzcüsü olan adam kaldığında bunun da travmatik tarafını görmek istiyorsun. Ne bileyim dokunduğunda rahatsız olması, ona hiçbir zaman arkasını dönememesi gibi davranışlar güzel olurdu. Onbaşı Asalak’ın Yüzbaşı’dan korktuğunu gördük ama bu korku ast-üst ilişkisinden bir tık fazla olarak yansıtılabilirdi. Onur Ünsal’ın şöyle bir marifeti var. Sahnede kimi oynarsa oynasın dikkat çekiyor. (Bunun da en güzel örneği Antonius ile Kleopatra’daydı) Ama bu oyunda zaman zaman kayboldu. Bu bir açıdan ast-üst ilişkisi için doğru bir hamleydi. Diğer yandan, bir şey eksik kaldı gibi geldi.

Bütün bunların toplamında Moda Sahnesi’nde Kemal Aydoğan ve ortakları bu oyuna da imzasını atıyor. Benim bir dizi olarak değerlendirmek istediğim Hamlet, Roberto Zucco ve Parkta Güzel Bir Gün zincirinin son halkası olarak Bira Fabrikası, yine iktidar kavramı ile derdi olan bir oyun. Zincirin bu halkasında da sahnede olanın en iyi destekçisi dekor, kostümler ve ışık. Özellikle oyunun bir “giriş jeneriğinin” olması çok güzel. Benim aklıma niyeyse Wes Anderson’ı getirdi. Mekânın hikâyeyle doğrudan bir alakasının olmamasına bir gönderme gibi oyuncuların kostümlerinin yanında sahnenin sade olması da güzel. Tabi Bengi Günay’ın imzası da bu. Sahnede işe yaramayacak hiçbir şey yok. Estetik olsun, görüntü olsun gibi derdi yok. Muhalif tonun baskın olduğu oyunlar için bu bana güzel geliyor. Sanki çiçekle böcekle uğraşmayın, meseleye odaklanın der gibi.

Biz okuyucular, seyirciler çevirmenin hakkını yemeden edemiyoruz, ayıp bize. Zaten arada kafamı kurcalamıyor değil, bize dilini bilmediğimiz yazarları sevdiren çevirmenler değil mi diye. Metin her ne kadar Kwahulé tarafından yazılmış olsa da, bizim sahnede izlediğimiz Ezgi Coşkun’un çevirisi. Onun da ellerine sağlık.

Çemberi tamam edelim, başladığımız yere dönerek yazıyı bitirelim. Söz konusu adalet olduğunda suçlunun bir türlü bulunamadığı durumlara aşinayız. Ama en fenası ortada suçsuzun bulunamaması… Çünkü bu, zamanında suçtan kurtaramadığımız masumların, suçluya dönüşmesi demek. Eyvah.

Bira Fabrikası 23 Ocak’ta Moda Sahnesi’nde.

Karanlıktaki Zenci

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Özgenur Korlu

Yanıtla