Sıradan Faşizme Tipik Bir Örnek “Merhametliler” Oyunu

Pinterest LinkedIn Tumblr +

siradan-fasizme-tipik-bir-rnek-merhametlilerg-oyunu-489685048024815294062[Cengiz Korucu’nun Sanatatak’ta yayınlanan yazısının bir kısmını paylaşıyoruz.]…Yönetmen Guy Cassiers de yaşadığı çağa tanıklık etmekten kaçınmayan, duyarlı ve anti-faşist bir sanatçı… O “Ben politikacı değilim, ama onlara savaşın anlamsızlığını ve dehşetini sahnede fotoğraflarla gösterebilirim’’ diyor. Savaşı, soykırımı, kötülüğün sıradanlığını anlatan oyunlara karşı ilgisiz kalamıyor…

20. İstanbul Tiyatro Festivali’nin ağır toplarından biri de “Merhametliler”di. 6 Mayıs Cuma günü Uniq Hall Gösteri Merkezi’nde izlediğimiz oyun, Toneelhuis ve Toneelgroup Amsterdam oyuncuları tarafından sunulan ortak bir yapımdı. Festival yönetimine Avrupa Birliği Projesi olarak gelen oyun, bundan yaklaşık iki yıl önce Avignon Festivali sırasında geliştirilmeye başlanmış bir iş aslında. Daha sonra İstanbul Tiyatro Festivali’nin de aralarında olduğu yedi ortak kurumun katılımıyla gerçekleştirilen oyunun yönetmen koltuğundaki isim ise bu sanata getirdiği yenilikçi yaklaşımla tanınan Guy Cassiers. Tiyatro severler onu 2010 yılında festivale konuk olarak geldiği  ‘‘Damıtılmış Kırmızı” adlı oyunla anımsıyorlar. Hollandalı yazar Jeroen Brouwers’in aynı adlı otobiyografik romanından uyarlanan yapıt, İkinci Dünya Savaşı Japon esir kamplarını bir çocuğun gözünden aktarıyordu.

10 Mart tarihinde Antwerp’te ilk gösterimini yapan ‘’Merhametliler’’, Nisan ayında Amsterdam’daki temsillerin ardından Türkiye’de ilk kez 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyirciyle buluştu. Festival yönetimi “Merhametliler” adına bir web sayfası hazırladı. Oyunun tarihsel arka planını izlemek isteyenler geniş kapsamlı bilgi ve kaynaklara buradan ulaşabiliyor.

“Merhametliler” Jonathan Littell’ın “The Kindly Ones” adlı romanından Guy Cassiers ile dramaturg Erwin Jans’ın tiyatro metnine dönüştürdüğü bir edebiyat uyarlamasıydı. Oyuna konu olan romanda yazar, Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında uğradıkları soykırımı işliyordu. Littell’ın kaleme aldığı beş yıllık emeğinin ürünü olan “Les Bienveillentes (The Kindly Ones)” 2006 yılında Fransa’da yayınladığında hararetli tartışmalara yol açmasıyla öne çıkan bir kitaptı. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin gördüğü zulmü anlatan Jonathan Littell, bazı çevrelerce övgüyle karşılandı, bazı çevrelerde ise aynı anda kıyasıya eleştirildi. Onun bu kitabı 2006’da önce “Prix Goncourt”u aldı. Ardından da Fransız Akademisi tarafından verilen roman dalındaki “Büyük Ödül”ü kazandı. Jonathan Littell, III. Reich’ın Almanyası’nda sadece gözü dönmüş canavarların ve yoldan çıkmış sapkınların bulunmadığını, aynı zamanda Nazizmin şemsiyesi altında toplu bir çılgınlığa doğru koşuşturan sıradan insanların da suça ortak olduğunu gösteriyordu. Roman hakkında şok edici yan, soykırım olayının bir suçlu SS subayı Max Aue’nin  açısından anlatılıyor olmasıydı. Yazarın başarısı, okurları failin düşünüş biçiminin içine sokarak, onunla rahatsız edici bir empati kurmasını sağlamasından kaynaklanıyordu bir anlamda.

Günümüzde ırkçılığın artması ve yeni sağ politikaların giderek güçlenmesi gibi konular, maalesef Avrupa’nın gündeminde sıklıkla tartışılan maddeler arasında yer alıyor. İşte son dönemde kıta Avrupası’nda ve tüm dünyada yükselen ırkçı söylemler ve eylemler, tiyatrocuların dikkatini yeniden İkinci Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımına çevirmesine neden oldu.

Yönetmen Guy Cassiers de yaşadığı çağa tanıklık etmekten kaçınmayan, duyarlı ve anti-faşist bir sanatçı… O “Ben politikacı değilim, ama onlara savaşın anlamsızlığını ve dehşetini sahnede fotoğraflarla gösterebilirim’’ diyor. Savaşı, soykırımı, kötülüğün sıradanlığını anlatan oyunlara karşı ilgisiz kalamıyor. Tiyatro yaşamında sahneye koyduğu bu tür oyunlar arasında; sanat-iktidar, şiddet ve dil arasındaki ilişkiyi konu edinen Klaus Mann’ın ‘’Mefisto for Ever’’ını, İkinci Dünya Savaşı’nda Auschwitz’de doktor olarak görev yapan bir adamın hikayesinde iktidar ve bellek temalarını işleyen kirli gerçekçiğin temsilcisi Martin Amis’in “Time’s Arrow”unu, tarihin en kanlı yüzyılında ortaya çıkan sömürge savaşlarını, gelişen teknolojinin açtığı derin uçurumları ve modernliğin ters yüz ettiği toplumlarda uygarlığı bir arada tutan ipliğin aslında incecik olduğunu gözler önüne seren Joseph Conrad’ın başyapıtı “Duister hart’’ ile Lenin, Hitler ve Hirohito hakkında Aleksandr Sokurov’un filmlerinden yola çıkarak oluşturduğu sahne performansında diktatörlüğü gündeme taşıdığı “Wolfskers”ı sayabiliriz.

Bu yüzden Guy Cassiers’in Yahudi soykırımına başka açıdan bakan bir romanı kendisine proje olarak seçmesi hiç şaşırtıcı gelmedi bize. Zaten oyunla ilgili düşüncelerini dile getirdiği bir röportajında ise, romanı niçin sahneye uyarladığını şöyle açıklıyordu:

“Kitap, İkinci Dünya Savaşı’na odaklanıyor, Yahudilerin soykırımına. Ama bu kitabı özel yapan taraf tarihteki bu noktaya kurbanın gözünden değil, suçlu olarak tanımladığımız kişilerin gözünden bakması. Hatta kurbanlar neredeyse hiç geçmiyor romanda ve Jonathan Littell’in kitabın başında söylediği sözler benim için önemli, özellikle bakmaya çalıştığımız nokta için. Hans Kesting tarafından canlandırılan ana karakter Max Aue, doğrudan seyirciye konuşuyor ve diyor ki: ‘Hata yapmıştım. Yaptığımın doğru bir yanı yoktu ve kimse yapmamalı. Ancak benim yerimde siz olsaydınız kuşkusuz siz de aynı şeyi yapacaktınız.’ Bizim izleyeceğimiz, tanık olacağımız; kurbanın acı çekmesi değil, suçlunun, öldüren kişinin yaşadığı acı ve bu acıyla nasıl başa çıktığı. Oyunda seyircilere yönelttiğimiz önemli bir soru da ‘Bu uç durumda kalsaydım ben napardım?’ ”

Jonathan Littell’ın yazdığı bin sayfalık romanı “The Kindly Ones”ı festival yöneticileri “Merhametliler” diye çevirmişler. 190 dakikalık sahne performansında hayli oylumlu romandan ortaya çok başarılı bir tiyatro metni çıkmış diyebiliriz. Cassiers ve Jans’ın kitabın başına ve sonuna sadık kalınarak yaptıkları uyarlama, anlam dizgesi bakımından akışkan bir bütünlüğe sahip… Konuyu dağıtmamak adına Kiev, Stalingrad ve Berlin üçgeninde geçirilen oyunda Aue gibiler her şehirde kıyamete bir adım daha yaklaşıyorlar…

Kitapta, Nazi ideolojisini ve Yahudilerin imhasını konu edinen Jonathan Littell, görünüşte son derece iyi ve nazik olan insanların davranışlarının tekinsiz, karanlık yönlerine eğilirken toplumun belli bir kesimiyle çatışma içine girmekten kaçınmıyor. Roman boyunca yazarı, Avrupa’nın göbeğinde böyle bir katliam nasıl oldu sorusuna yanıtlar ararken buluyoruz. Onun derdini kendine dert edinen yönetmen Guy Cassiers de ‘’Merhametliler’’ oyununda aynı sorunu mercek altına almış. Bir Nazi subayının ağzından soykırımı anlatan oyun, seyirciyide sorgulamaya iten bir yapım olarak dikkatleri üzerine çekti. Çünkü Cassiers’e göre de Nazilerin içerisinde yalnızca canavarlar, sapkınlar yoktu. Sessiz kalanlar, söz söylemeyenler de vardı. O yüzden seyircileri “Nazilerin pek çoğu sıradan insanlardı, içimizdeki şiddetin açığa çıkmaması için çok dikkatli olmalıyız” diye uyarıyor.

“Merhametliler”de yönetmen Guy Cassiers’in İkinci Dünya Savaşı’na ve Nazilerin yaptığı soykırıma yazar Jonathan Littell ile aynı pencereden baktığını söyleyebiliriz. Romanda her şeyden önce faşizmin  dilde başladığını vurgulayan yazar, sıradan insanın başkalarını dışlayıp ötekileştirdikten sonra onca insanı yok etmesinin artık çok daha kolay olduğuna işaret ediyor. Bu saptamasıyla okuyucuları derinden sarsıp tüylerinin diken diken olmasına yol açıyordu. Aynı etkiyi Guy Cassiers de sahnedeki yorumuyla seyirciler üzerinde yaptı. Tabii insanın iliklerine işleyen bu oyunda, dramaturg Erwin Jans’ın katkısı da çok büyüktü.

Kendisiyle yapılan bir söyleşide dil ile metin arasındaki ilişkiyi değerlendiren Cassiers: “(…) Benim için tiyatronun özü dilin kendisidir. Dil onun önemli bir parçasını oluşturmalı: Dili nasıl kullandığımızı ve nasıl kullanıldığını düşünmeliyiz. İmgeler, görüntüler çok kısa bir süre içinde son derece büyük bir etki yapabilirler, aynen onlarla bağımızı kolayca da yitirebildiğimiz gibi. Ben dilin daha yavaş çalıştığını düşünüyorum, onu farklı bir şekilde sindiriyoruz. Tamamen fiziksel bir bakış açısından bakıldığında, bu süreç beynin farklı bir bölümünde yer almak zorundadır. Ben Susan Sontag’ın makalelerinden birinde yazdıklarına tümüyle katılıyorum. Kenara çekilmek ve düşünmekte hiçbir sorun yok. Bazı bilgelerden alıntı yapacak ve sözlerini yorumlayacak olursak: ‘Hiç kimse aynı anda hem düşünüp hem de birisine vuramaz.’ Başka bir deyişle düşünmek bizi kendi zalimliğimizden koruyabilir. Bu kulağa basit gelebilir, ama ben bunun hayati olduğuna inanıyorum: İnsanları düşünmek zorundasınız, tartışmayı beslemek zorundasınız. Dil çöktüğünde, çuvalladığında savaş ve şiddet patlak verir. Ben bu yüzden dil ve muhakemenin niteliği üzerinde çalışmanın önemli olduğunu düşünüyorum.” diyordu.

Oyun Max Aue rolünü oynayan Hans Kesting’in sahne önüne gelip seyircilere savurduğu “(…) Kimsenin ailenizi öldürmediği, sizin de kimseyi öldürmek zorunda olmadığınız bir çağda yaşadığınız için şanslısınız. Nazilerin sadistlerden oluştuklarını söylemek bir klişe. Gerçek tehlike benim ve sizin gibi insanlar. Buna inanmıyorsanız salondan şimdi çıkın.” tehditiyle başladı.

“Merhametliler” Uniq Hall Gösteri Merkezi’ndeki sahnede minimalist bir dekor içinde oynandı. Tim Van Steenbergen’in sahne ve giysi tasarımını üstlendiği yapımda oyun, bir yandan içeriğiyle ve bir yandan da kullanılan sahne tekniğiyle göz doldurdu. Gösterimin yapıldığı boş alanda, dünyadaki tüm Yahudilerin yerleşim bölgelerine göre çetelesini tutan çelik dolaplardan oluşmuş bürokratik sistemi temsil eden bir fon vardı. Zemin, çeşitli sahnelerin oynanmasına olanak sağlayan, yanıp sönen ışıklı karelerle bezeliydi. Tutukluları toplama kamplarına taşıyan tren rayı ise sahnede simgesel olarak görünüyordu. Ayrıca değişik sahneleri ayırmak için şeffaf tül perdeler sofitadan aşağı inip çıkıyordu.

Video, ışık ve ses enstalasyonlarının kullanıldığı oyunda, Guy Cassiers dijital tekniklerden de yararlanmıştı. Gerçek fotoğrafları ya da görüntüleri alıp onları dijital yollarla farklı bir şekle sokup sahneye yansıtan yönetmen, oyunun baş kişisi Max Aue’nin gözünden bir insanın nasıl canavarlaşıp, ölüm makinesine dönüştüğünü kabuslar içinde gözler önüne seriyordu. Yapımda kullanılan müzikler de bu görsel anlatıma işitsel bakımdan destek veriyordu. İşin ilginç yanı Nazilerin yüksek kültürünü temsil eden Johann Sebastian Bach’ın ve Anton Bruckner’in yanı sıra, onların çok sevdiği çok dinledikleri caz müzikleri de vardı. Duke Elligton ve çağdaşlarının ezgileri cinnet geçiren, katile dönüşen Nazilerin sözde ince ruhlarını ele veriyordu!

Oyunun en etkili enstalasyonu ise Polonyalı ressam ve sahne tasarımcısı ünlü tiyatro adamı Jozef Szajna’ya saygı niteliğindeki sahneydi. On yedi yaşında Nazilerin eline geçen Szajna, beş yıl boyunca toplama kamplarında kaldı. Ölüme mahkum oldu. Şans eseri darağacından kurtuldu. Yaşadığı acı deneyimler onun sanatının temelini oluşturdu. Savaş artığı nesneler, protez kol ve bacaklar, takma dişler, kopan saçlar, ayakkabılar ve yanmış giysilerle avangarde, kavramsal sanata yakın gerçeküstücü işler yaptı. Resim sergileri açtı. Oyunda yüreğimizi dağlayan ama öteki taraftan da seyircinin kendisini sorgulamasını tetikleyen enstalasyon, Auschwithz’deki gaz odalarında yok edilen insanları yani yanmış cesetleri simgeleyen bir sürü sahipsiz ayakkabı düzenlemesiydi. Bu sahnede yukardan sarkıtılan ağ, onların üzerlerine bir kapan gibi kapanıp yok olmalarını temsil ediyordu.

Cassiers’in rejisinde olaylar Max Aue‘nin ağzından anlatılırken savaş ve soykırım Nazilerin iç dünyasından aktarıldı. Yönetmen oyunun finalinde, Nazizmin yenilgisini, fondaki çelik dolaplardan oluşan duvarın harekete geçmesiyle gösterdi. Faşizmin yıkımını önce tek tek, sonra hep birlikte açılıp kapanan kapaklarla verdi. Bu Yahudilerin soykırımı için Almanların kayıt altına aldıkları sistemin simgesel bir çöküşüydü elbette. İlk defa oyunda dışarıdan bir müdahale ile karşı karşıya geliyorduk. Görsel bakımdan gösterişli ve sarsıcı bir oyun sonuydu.

Guy Cassiers’in vurucu yorumuna en büyük destek ise oyunculardan geldi. Hans Kesting, başrolünü üstlendiği Max Aue‘de olağanüstü bir performans sergiledi. İki bölümlük yapımda, Adolf Eichmann’ı usta kadın sanatçı Katelijne Damen canlandırdı. Diğer rollerde ise tempoyu hiç düşürmeyen bir takım oyunculuğu izledik. Kevin Janssens, Johan Van Assche, Abke Haring, Bart Slegers, Jip van den Dool, Aus Greidanus Jr., Alwin Pulinckx ve Vincent Van Sande başarıya ortak olan isimlerdi.

Devamı için tıklayınız.

Sanatatak

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.