“Dans İlk Kez Anadolu’da Sahne Sanatı Oldu”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

möDSC_3143Türkiye’nin ilk halk dansları müzesini kuran Prof. Mehmet Öcal Özbilgin dansın insanlar için bir ihtiyaç olduğunu belirtti. Özbilgin, ‘Dansta İtalya’da Medici ailesinin baleyi ilk olarak sergilediği düşünülüyor ama biz ondan çok önce Anadolu’da köçeklerin, çengilerin, curcunabazların sahneye çıktığını elimizdeki minyatürlerden biliyoruz’ dedi

25 yıllık çalışmaları sonucunda İzmir’e Türkiye’nin ilk ve tek dans müzesini kazandıran Ege Üniversitesi Türk Musikisi Konservatuvar Müdürü ve aynı zamanda Etnografya Müzesi Müdürü Mehmet Öcal Özbilgin ile müzenin kuruluş hikayesini konuştuk. Özbilgin, insanların dansla vermek istediği mesajların olduğunu ve Türk kültüründe dansın çok önemli bir yeri bulunduğunu belirterek, insanların bin yıl önce atalarından getirdiği kodları, bin yıl sonra dansına yansıtabileceğini söyledi.

*Türk kültürüne ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?
Ben aslında endüstri mühendisiyim. Kendimi bildim bileli geleneksel dansla ilgim çok fazla olduğu için halk oyunları üzerine çalışmalar yaptım. 9 Eylül Üniversitesi’nde okudum. Türkiye’nin ilk halk oyunları konusunda doktora yapmış kişilerden birisi Cengiz Aydın’dır. Kendisi Etnografya Müzesi’nin kurucusudur. O üniversitede bizim hocamızken, Türkiye’de ilk defa halk oyunları bölümü açıldı. Bölümde bir mezun yoktu, uzman yoktu. Cengiz Hoca doktorasını yaptığı için kurucusu o oldu. Dans yeteneğimden dolayı beni asistan olarak aldı. 1989’da konservatuvarlarda türk halk oyunları bölümünün
açılmasıyla beraber başlamış olduk. Daha sonra ben tamamen halk oyunları bölümüne yöneldim. Yüksek lisansımı, doktoramı bu yönde yaptım. Bu şekilde de gitmeye devam ediyoruz.

*Türkiye’de ilk halk oyunları müzesinin kurucusu olma kimliğine sahipsiniz. Müzenin kuruluş hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
Dünyada iki üç tane dans müzesi var. Bunun için yapılan çalışmalar bulunuyor. Ben uzun yıllar Norveç’te ders verdim. Erasmus programı gibi bir şeydi. 11 ülke beraber hareket ediyorduk. Bu bizim için çok önemliydi. Hocalarla fikir alışverişinde bulunuyorduk. Oradan Norveçli bir öğrencimiz yüksek lisans tezi olarak dans müzeleri hakkında araştırma yaptı. Biliyorsunuz özellikle Anadolu’da dans kadim bir geçmişe sahip. İlk uygarlıkların başlangıç noktası zaten Mezopotamya ve Anadolu. Dolayısıyla dans kültürü de o zamandan beri var olan bir kültür. Kültür mozaiği olan Anadolu’da danslar da hiçbir yerde görülmediği kadar çeşitli ve farklı. Benim de aklıma böyle bir şey geldi. ‘Dans müzesi olur mu?’ diye sordum kendime. Etnografya Müzesi’nin de aynı zamanda müdürlüğünü yapıyorum. Mehmet Utkan Akay isminde bir beyefendi bizim müzemize bağış yapmak istedi. Elinde bir sürü tütün kesesi varmış, etnografik malzemeleri çokmuş. Doğal olarak bunların sergilenmesini istedi. Gururla söylüyorum ki 2 bin 300 parçalık çok ciddi bir etnografik müzeye sahibiz. Ben de Mehmet Beye ‘Benim dans müzesi yapmak gibi bir rüyam var’ dedim, Türkiye’de en büyük problem maddi kaynak. Türk Halk Oyunları bölümümüzün altında 300 metrekarelik bir alanımız var. O alanın revize edilmesi gerekiyordu. ‘Siz yardımcı olursanız orayı revize edelim, hem orada sizin etnografik malzemeleriniz sergilenir hem de bu sayede benim de rüyam gerçek olur’ dedim. Sağ olsun o da bizi hiç kırmadan revizeyi gerçekleştirdi. Bizler de pano ve sehpaları oluşturduk. Onun üzerine de ben bilgilerim doğrultusunda dansın doğuşundan dansın var oluşuna kadar gelen sürecin içeriğini oluşturdum. 1923 yılından sonra dansın gittiği bir yönelim var. Bu yönelim sonucunda şu an içinde bulunduğumuz Türk halk oyunları gibi bir bilim dalı oluşturuluyor. O nedenle bizim müzemizin yarısı Türk halk oyunlarının doğuşundan geleneksel yaşamın gidişatına kadar bir bölümden oluşuyor. Diğer yarısında da Türk halk oyunlarındaki değişim sürecini anlatıyoruz. Böyle bir müze yaptım. Yolun çok başındayız. 29 Nisan Dünya Dans Günü’nde müzemizi açmıştık.

*Müzeyle ilgili araştırma yaparken hangi aşamalardan geçtiniz? Kaynaklarınız neler oldu?
Meslekte 25 yılı geçtim. 25 yıldır yaptığımız araştırmaların birikiminden meydana geldi. Burada sadece kendimi de söyleyemem. Hocalarım, iş arkadaşlarım, alan araştırmaları, yurt dışı görgülerimiz, sempozyumlar gibi bilimsel akademik yapılan tartışmalar da var. Dans nedir olgusunu hâlâ tartışıyoruz. İnsan neden dans eder? İnsanla hayvan arasındaki fark nedir? Günümüzde bunların vardığı noktayı tartışıyoruz. Modern insan için dansın önemi nedir? diye soruyoruz. İlk insanın neden dans etmiş olduğundan başlıyoruz. Bilim dalı kendi kendini yontar. İlk müzik vardı derler. Biz de diyoruz ki ilk hareket olduğuna göre ilk dans vardı. Homo Huizinga isminde bizim de yararlandığımız bir kişi var. O insanı, Homo Ludens diye tanımlıyor. Huizinga ‘Oyun ciddi bir iştir’ diyor. Çünkü oyun sayesinde kendinizi eğitir, geliştirir ve başka biri yaparsınız. Biz de dansı oyunun altında bir parça olarak görüyoruz. İnsanın bu alemden uzaklaşmak, farklı bir yere gitmek, bir şeye karşı koymak, birlikte olmak için dans ettiğini düşünüyoruz. Birçok bilim adamı da böyle düşündüğü için yüzde yüz eminiz ki dans dediğimiz hareketler, ağırlıklı olarak bu tür ritüellerden yola çıkılarak yapılmış davranışlardır. Şimdi de Küçük Park’ta eğlenen üniversiteli arkadaşlarımızın nasıl eğlendiğine, dans ettiğine bakıyoruz. Çünkü dans bir iletişim yöntemi ve simgelerle vermiş olduğumuz mesajlar var. Örneğin köyde bazı yörelerde evlenmek isteyen genç kız illa dans eder. Çünkü orada dans etmesi gerekir ki evlilik için sebep olsun.

*Kültürün aktarılmasında genlerin ne kadar rolü var sizce?
Yüzyıllardır atalarımızdan bize gelen kodlamayı günümüze yansıttığımız için bin yıl önceki dansımızı burada gösterebiliyoruz.
Kültürün genlerle taşınması konusunda çok ciddi araştırmalar var. Bizim kendi alanlarımızda özellikle bilişsel yaklaşımla kültürel belleğin hafızada nasıl saklandığı ve nasıl nesillere aktarıldığı konusunda çalışmalar var. Tıpçıların yaptığı araştırmalarda DNA’ların kültürel bellek kodlamalarının olduğu ve bunların bir şekilde çıktığı ile ilgili çalışmalar var. Hayvanlar konusunda yapılan çalışmalar da var. Hayvan, balığı sopayla avlamasını öğreniyor. İki jenerasyon sonra bunu yapabiliyor. O zaman bunun genetik yoldan geçtiğini düşünüyorlar. 21. yüzyılda her gün her şey değişiyor. Hiçbir şeyi iddia edemeyiz ama çok büyük ilerlemelerin olduğunu biliyoruz. İşimiz kültür işi ve sürekli değişen bir iş.

*Yıllar geçtikçe halk oyunlarında ne gibi değişiklikler oluyor?
Halk oyunları sahneleme ile beraber büyük bir kırılma yaşıyor. Kentleşme başlı başına bir olgu. Sosyolojinin çıkış dallarından bir tanesi bu. Daha önce kendi mecrasında doğallığında giden bütün geleneksel çalışmalar daha sonra kentleşmeyle beraber evrilip başka bir şeye dönüşüyor. Sanat diye bir mevzu ortaya çıkıyor. Dansta da İtalya’da Medici ailesinin baleyi ilk olarak sergilediği düşünülüyor ama biz ondan çok önce Anadolu’da köçekler, çengiler, curcunabazlar gibi bu dans tiplemelerinin hepsinin yapıldığını kendi elimizdeki minyatürlerden biliyoruz. Bu sahne sanatı haline dönüşme işi oluyor. Sahne sanatına dönüştüğü anda bambaşka bir boyuta geçiliyor. Profesyonellik kavramı ortaya çıkıyor. Bizim Kastamonu köçeklerinin geleneksel düğünlerde profesyonelce dans etmesi de var. Aynı zamanda Ege Üniversitesi Türk Musikisi Konservatuvarı’nın Atatürk Kültür Merkezi’nde yaptığı sahne halk oyunları çalışması da var. Sonuçta iş geleneksel mecranın dışında bir gösteri ve sahne sanatları performansına dönüşüyor. Bu dönüşüm bambaşka işlere gidiyor. Bir yandan geleneksel yaşamı sahnede anlatmaya çalışıyorum. Dans, ortamından ayrı düşünülebilir mi? O zeybek düğünü, zeybek köyünün zeybek ortamında olursa zeybek.

*Etnografya Müzesi için çeşitli ülkelerin kültürleri hakkında araştırma yaptınız. Kaç ülkede çalışmalarınız oldu? Bu ülkeler arasında sizi en çok etkileyen hangisi oldu?
Etnografya Müzesi için yaptığımız çalışmalarda o zaman Cengiz Aydın bizim bölüm başkanımızdı. Biz 19 hoca olarak 14 ülkede 21 araştırma yaptık. Bütün Balkanların hepsini taradık. Orada ülkelerin dans kültürüyle alakalı bilgiler toplamaya çalıştık. Buradaki düzenin oluşmasındaki neden de o. Özüne baktığımız zaman niyetler o temel danslar üzerine kuruluyor. Benim İzmir zeybek oyunları üzerine bir kitabım var. İzmir’i ben 6 bölgeye bölüyorum. Mesela Bergama ile Karaburun arasında çok ciddi fark olduğunu görüyorum. İki köy yan yana birbirine uymuyor. Ama temeline bakıldığı zaman niyet aynı oluyor. Afrika’da dansla yaşam daha iç içe geçtiği için onlarda kelime az ama dansla çok şeye çözüm buluyorlar. Orada birçok bilgi görebiliyor. Bizde olmayan şeyler daha ilgi çekici olabiliyor. O yüzden Tanzanya dansları çok enteresan ve değişik gelmişti. İran’da araştırma yapma şansım olmuştu. İran’da tam islamiyet ve günümüzün siyasi görüşleri altında gizliden nasıl bir dans yaşamının gittiğini, aslında bu ihtiyacı bir şekilde karşıladıklarını, rejimle örtüşerek veya örtüşmeyerek buna bir şekilde çözüm bulduklarını biliyorum. Son yıllarda uyanış, geriye dönüş gibi bir şey var. Geleneksel müzik ve danslar yeni nesil arasında çok daha ilgi çeker oldu. Konservatuvarlarda öğrenciler ‘Bizim  düğünümüz olacak bize harmandalı öğretir misiniz?’, ‘Bizim kendi dansımız yok’ diyorlar. Ya da benim yaşdaşlarım ‘Egeliyiz ama kendi dansımızı bilemiyoruz’ diyorlar. 1950’lere kadar biz kırsal kesimli insanlar olduğumuz için hepimizin kırla bağı vardı. Bu gelenek zaten doğasında vardı. Biz farkında değildik. Ama 2000’lere geldiğimizde anladık ki hepimiz kentleştik ve kırla olan o bağlantıyı kopardık. O yüzden geriye bir özlem var. O birliktelik, bahsettiğimiz iletişim sistemleri birden yok olunca, ‘Ne oluyoruz?’ diyoruz birbirimize. Şu an tekrar bağlar kurulmaya çalışılıyor. Etrafımda çok fazla etnik dans ve etnik müzik üzerine çalışmalar yapılıyor. Çünkü evrensel müzik, her yerde aynı tat oldu. Aynı tat da aynı keyfi vermiyor.

*Ülkemizde Türk kültürüne yeterince sahip çıkıldığını düşünüyor musunuz?
Bizim hükümetlerimiz daima muhafazakâr oldu. Atatürk’ün de söylemlerinden baktığımız için her zaman çağdaş yaşamı, muasır medeniyetler seviyesini yakalama gibi bir istediğimiz var. Ama hiçbir zaman kendi kültürümüzü ötelemek ve yok saymak gibi bir şey yok. Aksine her zaman söylemler bunun üzerine. Çok eleştirel bakmamam gerekiyor. Siyasi iradelerin Türk ve Türkiye kültürüne sahip çıktığını düşünüyorum. Ama vardığımız nokta iyi değil. Böyle de bir dert yanışım var. Japon halkının kendi içinde yaşayış şeklinde birbirine saygısı, hayatın içinde yer etmesi, Yunanlıların şu anda tavernada müziklerinde değişiklik yapmadan yüzyıllardır harmandalıyı aynı harmandalı gibi çalıp oynama gibi bir dertleri var. Bunu geliştirelim, çağdaş yapalım gibi bir dertleri yok. Biz de şöyle bir şey var: Biraz ileriye götürmek için daha çok harmandalı, daha çok orkestrasyon olsun, daha genişlesin gibi bir şey yapıyoruz. O özgünlük senin içinde yaşamalı ki özgünlük devam etsin. Orada biraz zaaflarımız var. Çok ciddi bir değişim yaşanıyor. Ülkede bir değişim yaşandığı için yapılanma bir şekilde değişiyor ama benim 30 yıldır birlikte çalıştığım, Anadolu Kadınları diye bir topluluğumuz var. Onlar halk oyunları sayesinde kendilerini yaşamak istiyorlar.

*Bundan sonra yapacağınız veya yapmayı düşündüğünüz çalışmalar hakkında bilgi verir misiniz?
İki senedir Etnografya Müzesi’nin müdürlüğünü yapıyorum. Bu süre içerisinde de düzenli etkinlikler gerçekleştiriyoruz. Bu etkinlikleri; müzede müzik, müzede sergi ve müzede sunum adı altında üç kategoriye ayırdım. Akşam 18.30’da yapıyorum ve  bir saat sürüyor. 13 Aralık’ta hem Etnografya Müzesi’nde hem bir sunumumuz hem de sergimiz var. Sergimiz saat 18.00’da açılıyor. İsmi ‘Ses Kayıdı Tarihi’. Yine 13 Aralık saat 18.30’da Dokuz Eylül Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nde hocamız Akın Ersoy, Smyrna antik kazıları ile ilgili bilgiler verecek. Bu da İzmir tarihçesi hakkında bilgilendirme olacak. Böylece insanları Etnografya Müzemize çekmek istiyoruz.

Haber Ekspres

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.