Orada Bir Köy Var Uzakta…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

sari sandalye[Betül Memiş’in Sarı Sandalye tiyatro grubuyla yaptığı ve CNN Türk’te yayınlanan söyleşinin bir bölümünü okuyucularımızla paylaşıyoruz.]

Çoğunluğu Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’nda (GSÜTT) tanışmış insanlardan oluşan ve adını da GSÜTT’nin geleneksel tanışma toplantısı olan Sarı Sandalye’den alan ekibin yeni oyunu; 80. doğum yılını kutlayan Ferit Edgü’nün ‘O / Hakkari’de Bir Mevsim’i. İlk gösterimini 20. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yapan oyun, ‘yoklukların içinde umut ışığı arayanların hikâyesini’ anlatırken, geçmişi ve bugünü ‘farklı bir bakış açısıyla değerlendirmemizi’ sağlamayı hedefliyor. Detayları ise gelin oyunun yönetmenleri Çağdaş Ekin Şişman ve Yiğit Tuna’dan öğrenelim.

 Bu hikaye Norveç’in bir dağ köyünde de geçebilirdi

– Oyunu izlerken aklıma Ahmet Kutsi Tecer’in; “Orda bir köy var, uzakta…” şiiri geldi. Bunca yaşananlardan sonra, sizce mevzu hala ‘orda bir köy var uzakta’ modunda mı?

– Uyarlama sırasında bu şiir bizim de çokça kez aklımızda belirdi. Zira bir denizci, kendini bir dağ başında, ‘orada’ bulur ve bir anda ‘ora’ dediği yerde ‘onlar’ dediği insanlar arasında ‘o’ olur. Nihayetinde, bir varoluş, alışık olunmayan bir mekanda kendini var etme çabasıdır anlatılan. Buradan hareketle aklımızda olan diğer bir cümle de; “Bu hikaye Norveç’in bir dağ köyünde de geçebilirdi” olmuştu. Ama işte, hikaye Hakkâri’nin bir dağ köyünde geçince, durum biricik hale geliyor.

– Yakınlar uzak, uzaklar yakın olabildi mi?

– Bugün, romanda bahsi geçen kardan kapanan yollar, olmayan okullar, gidemeyen doktorlardan daha az bahsettiğimiz aşikâr. Daha ziyade yok edilen yollardan, kültürden ve insan hayatından bahsetmekteyiz. 21. yüzyıl Türkiyesi’nde bu durumların tamamına deva bulunmadığını ve hatta coğrafya olarak daha büyük daha başka dertlere gark olduğumuzu görüyoruz. Bizim oyundaki amaçlarımızdan birisi de seyirciye Ferit Edgü’nün Hakkâri’de bulunduğu (ve hatta bahsi geçen şiirin de yazıldığı) dönemlerle şimdiyi karşılaştırtıp, sorduğunuz soruyu onlara sordurmak.

Ferit Edgü’nün yalın dili bizi girdabına alıverdi

– Georges Perec ve Knut Hamsun’un uyarlamalarından sonra şimdi de yerli bir edebiyat uyarlaması ile sahnedesiniz, özel bir nedeni var mı? 

Biz edebiyatsever bir grubuz. “Ücret Artışı…” oyunu ile giriştiğimiz uyarlama serüveninden gün yüzüne çıktığımızda, artık her şeyin uyarlanabileceğini düşünür hale gelmiştik. Bu da bizi iki yeni uyarlamaya daha götürdü. Öte yandan, “Sarı Sandalye sadece roman uyarlaması yapar” gibi bir önerme doğru olmaz; sadece biz edebiyatsever bir grubuz. Hikayenin yerli-yabancı olmasından ziyade, hepimizin içinde bir yerlere dokunmuş olması bizleri yönlendiriyor.

– Ferit Edgü’nün 1977’de yazdığı ve sonrasında beyazperdeye de aktarılan hikayeyi seçme sebebiniz nedir?

– 2015 başlarında haftalık okuma atölyeleri yaparak roman, oyun metni, film senaryosu gibi çeşitli türlerde iki-üç ay geçirdik. Bu sürecin sonunda, iki metinle yola devam etme kararı aldık: “Açlık” ve “O”. Edgü’nün yalın dili ve bu dildeki hissiyatı bizi girdabına alıverdi. Bir de Perec’de olduğu gibi, Edgü’de de yazılı edebiyatın sunduğu çeşitliliğe bir nevi matematiksel bir yaklaşım da görünce kendimizi bu girdaptan alamadık.

Bize öğretilen ve gösterilen resmi tarihin karşısına…

– Sahneleme aşamasında ne gibi çalışmalara başvurdunuz? Nelere dikkat ettiniz?

– İşe Edgü külliyatının hatırı sayılır bir kısmını ve yazınıyla ilgili incelemeleri, röportajları okuyarak başladık. Filmi izledik. Ardından ‘bellek’ kavramı üzerinde yoğunlaştık ve okumalar yaptık. Bize öğretilen ve gösterilen ‘resmi tarih’ karşısına birinci ağızdan anlatılan ‘hikaye anlatıcılığı’ kavramını koymaya uğraştık. Belleğin yapboz misali sürekli evrilen ve şekilden şekle giren yapısı da hem metin uyarlaması hem de sahneye koyuş esnasında başat yol göstericimiz oldu. Romanın şiirselliğini ve yalınlığını, sahne üzerinde tiyatronun araçlarıyla aktarmaya çalıştık.

– Ferit Edgü ile ilk temasınız nasıl oldu?

– Bir arkadaşımız aracılığıyla Edgü’nün asistanı Burak Fidan’a ulaştık. Kendisiyle tanışmamızın ardından Edgü’ye iki sayfalık bir mektup yazdık. Ertesi gün “Hakkâri sizindir” diyen, bir e-posta aldık. Tabii, bu cevap üstüne daha da şevkle sarıldık işe.

– Seyircinin tepkisi ne oldu ve sizde algıda seçicilikte neler yaşandı?

– Seyirciler genel itibariyle böyle derin bir metnin tiyatroya aktarılışına duydukları merakı iletiyorlar. “Bu metin nasıl tiyatro olmuştur acaba” sorusuyla oyuna gelenler çoğunlukta… Öte yandan, bir kısım seyircimiz romandan çok farklı olduğunu, tahmin ettiklerinden bambaşka bir sahnelemeyle karşılaştıklarını iletirken; bir diğer kısım ise romanın dilini ve derdini çok iyi yansıttığımızı belirtiyor.

Bu koşullarda ancak çıldırarak sürdürülebilir yaşam

– Metinden bir alıntılama yaparsak: “İzin verin de çıldırayım! Sizin dünyanız aklı başında insanların dünyası ise bırakın ben çıldırayım… Çünkü burda, bu koşullarda, ancak çıldırarak sürdürülebilir yaşam.” Ortaya çıkan fotoğrafta, genelimizde bir çıldırma hali yok mu?

– Olmaz mı, hem de nasıl. Tüm dünya olarak bir çıldırma halinde gibiyiz ve gerçekten çıldırarak sürdürüyoruz yaşamı. Bir yandan yoğun bir psikolojik, fiziksel baskı ortamı varken, öte yandan gündelik işlerin devamı sadece bizim coğrafyamızı değil, tüm dünyayı sıkıştırmış gibi görünüyor. Biz de bugün tiyatro yaparken kimi zaman cidden delirdiğimizi düşünüyoruz; fakat bu delirme hali bize sıkışmışlık içinde bir yaşam alanı sunuyor. Biz de bu yaşam alanımızı burada tiyatro yapmaya çalışan insanlar olarak savunmak durumundayız.

– Günümüz Türkiye’sinde mevzular belli, siz de bu derdin bir parçasından yakalayan bir oyunla karşımızdasınız, ne söylemek istersiniz; umut var mı?

– Romanın başkahramanı kente uğrayıp, tekrar köye döndüğü sırada kendine ısrarla: ‘Kimlerle?’ diye soruyor ve ardından cevaplıyor: ‘İnsanlarla!’ Geçmişini hatırlamadığı bir anda, kendini dillerini anlamadığı (onun da dilini anlamayan) insanlar arasında bulduğunda bile çözümü yine insanlarda arıyor. Biz, en büyük devanın iletişim kurmayı çözebilmekten geçtiğine inanıyoruz. Sonuçta, tragedyadan günümüze tiyatronun yaptığı da seyirciye bir derdi başka şekillerde gösterip, o iletişim yöntemini kendinde aratmak. Hala tiyatro yaptığımıza ve ‘İnsanlarla!’ diye haykırdığımıza göre ‘umut’ var diyebiliriz.

Devamı için tıklayınız.

CNN Türk

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.