Hayatın O’na Verdiği Bir Sözdü Tiyatro

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Yavuz Pak-Pınar Çekirge

yavuzpak-pınar-çekirgeKimbilir, belki de hayatın O’na verdiği bir sözdü tiyatro. Her defasında benzersiz yorumuyla izleyicisini büyüleyen bir aktör olmak böyle bir şeydi hiç kuşkusuz. Evet, her seyirci ile tiyatro sanatının uçsuz bucaksız coğrafyasında kendini yeniden, yeni baştan yaratan bir aktör O…sahnede yüreğe işleyen bir yorum gücü de diyebiliriz buna veya sanatın hayatla doğrulanışı. Şimdi düşünüyorum da, karşınızdaki Cüneyt Yalaz ise söylenecek çok şey var aslında. Selami İzzet Sedes yıllar öncesinden fısıldıyor sanki: “ Göreceksiniz ne tiyatro sanatkârı yetişir, sahnenin önünde toplanan bin kişiyi bir kişi haline sokamayan.”

Bin kişiyi oyunculuğuyla bir kişi haline getirmek. Her safkan oyuncu gibi, sahnede defalarca başka biri olarak doğup, bambaşka biri olarak yaşamak. En ince detaylara kadar inilmiş ve başarıyla çözümlenmiş karakterler. Tek sözcükle, her yaşar kıldığı kimlikte düzey sergilemek. Dorukta, her biri yek diğerini aşan rollerin ustalık katındaki canlandırılışı. Kısaca; Cüneyt Yalaz.

Tarihsel belleği birkaç hafta, hatta günle kısıtlı, kendini oyuncu / sanatçı ilan edenlerin, ikiyüzlü yalanların, her türlü onursuzluğun, sığ, ucuz şöhretin, naylon skandalların, sahte değerlerin, genel geçerliliğin karşısında ilkeli, ödünsüz, kendi çizgisini hiç terk etmemiş tavrıyla,  gerçek tiyatronun kalebenti olmayı ve sanatın sonsuzluğunu tüm boyutlarıyla kucaklamayı, hayatlarımızı her defasında duyarlıklarla bilemeyi seçti Cüneyt Yalaz.

“Kim Var Orada”yı geçen sezon izlememiş olan tiyatroseverlerin bu başyapıtı kaçırmamalarını özellikle diliyorum. Seyirci daha ilk repliği, ilk antresiyle Cüneyt Yalaz’ın oyuna damgasına vuracağını ve önemli bir sanat hadisesiyle karşı karşıya kaldığını alımlıyor bir anda.Sahne hakimiyetiyle izleyicisini allak bullak etmeyi başaran Cüneyt Yalaz, dediğim gibi, daha ilk dakikalardan itibaren başlayan bu etki ve iletişimi, hiç düşmeyen bir tempoyla oyun boyunca kesintisiz devam ettiriyor. Dahası, duygudan duyguya geçişlerde, oyunculuktaki üstünlüğünü adeta zirveye taşıyor. Ve belleklerden silinmeyecek bir Muhsin Ertuğrul persona’sına imza atıyor. Yaşar kıldığı kimlikle özdeşleşirken,onunla kurduğu derin duygusal bağı da hissedebiliyorsunuz her sahnede…

Aslında çocukluk yıllarında tiyatroyla pek ilgisi yoktu. Lise döneminde Necati Cumalı’nın “Vur Emri” oyununda rol aldığında sahnede yaşadığı mutluluğu, keyfi ayrımsadı birden. Bir başka kimliğe girdiğinde gündelik hayatın nice sorunundan uzaklaşmak. Sözünü söylemek esirgemeden…Yeni sulara yelken basmak, düşlerine yol almak böyle bir şey olmalıydı. Hedefinde Boğaziçi Üniversitesi vardı. Hele Boğaziçi Oyuncuları ile ilgili gazetede okuduğu bir haber! İstediği üniversiteyi kazanmıştı. Makine Mühendisliği Bölümü’nde okuyacaktı. Derhal tiyatro kulübüne yazıldı. Tiyatronun her detayıyla ilgilendi. Işık, dekor, kostüm, sahne, anlayacağınız sadece oyunculukla sınırlamadı kendini. Tabii bu arada iki yıl Makine Mühendisliğinde okuduktan sonra, pek de tat almadığını fark etti. Hazırlık ve yüksek lisans dahil, ki yüksek lisans tezi 60’larda Türk Tiyatrosu’nun  Politikleşmesi’ydi ve hayalinde 50’li, 30’lu yılların Türk Tiyatrosu’nu da mercek altına almak vardı. Ama olmadı. Devam edemedi. Tiyatro tutkusu ağır çekti. ”Yeni Bir Hayat İçin” adlı tek kişilik oyunla sahnede buldu kendini yeniden. Üstelik, bu oyunla, 2001 yılında Afife Tiyatro Ödülleri’ne komedi dalında en iyi erkek oyuncu ödülüne aday gösterildi.                          “Galip Sokaklara Talip”, “Fırtına”,”Swayk’ın Übü ile Tarihi Karşılaşması”,“Gülüşün Güller Açsın”,“Karşılaşmalar”, “Eleni’den Mektuplar”, “Biz Küçükken Babamla Oynardık” ve  en iyi oyun, erkek ve yardımcı erkek oyunculuğu ödüllerine değer bulunan “Kim Var Orada? “

İşte o oyunun kısa hikâyesi: “Başlangıçta hikayeyi Boğos Çalgıcıoğlu ve Fırat Güllü 20 dakikalık Vahram Papazyan’la Muhsin Ertuğrul’un hayali buluşması üzerine kısa bir sahneleme yaptılar ve onun arkasından da dönemi anlatan bir seminer çalışması gerçekleştirdiler. Fikir hoşumuza gitti. Çünkü Muhsin Ertuğrul’un hocam dediği bir kişi Ermeni tehciri döneminde kaçmak zorunda kalıyordu! 20 dakikalık bu oyun iki sanatçının dostluğu üzerineydi, biz bu noktadan yola çıkarak biraz daha sanat-devlet ilişkisi, Türkiye Tiyatrosu’nun kuruluşu sürecindeki yaşanılan kazanımlar, kaybedilenler. Detaylı ve zorlu bir araştırma sürecine girdik. Çünkü bir sahne yazıyorsunuz, Muhsin Ertuğrul çok despot bir karaktere dönüşüyor ya da bir bakıyorsunuz bir kahramana evrilmiş! Bir denge kurmak gerekiyordu. Çok değerli bir insan, çok değerli işler yapmış bir duayen, sıfırdan diyemeyiz ama sıfırlanmış şeyleri düzeltmiş. Bunları gerçekleştirirken elbette bazı yanlışları ve eksiklikleri de olmuştu. Bu ikilemi iyi vermek gerekiyordu. Okudukça, araştırdıkça daha net bir fotoğrafa ulaştık diyebilirim. Mesela  çok eleştirel bakardım eskiden, despot yönünü daha çok görürdüm Muhsin Ertuğrul’un, ama yayın taraması derinleştikçe kendisine hak vermeye de başladım.”

“Biz, Boğaziçi Gösteri Topluluğu olarak her şeyden önce  bir prodüksiyon tiyatrosu değiliz, öteden beri beraber çalışan, hayata olabildiğince aynı gözlükten bakan bir grubuz ve bunun oyuna, ister istemez çok olumlu bir yansıması oluyor. Belli etik kurallar bizim toplulukta  önemlidir, mesela mütevazi olmak durumundasınızdır, çok eleştirel bir yapı vardır toplulukta hep olmayan, eksik olan ne ona bakılır. Hiç şüphesiz bu çok geliştirici bir şey. Bunun kötü niyetle yapılmadığını, gerçekten bir dostluk nedeniyle eleştirinin gerçekleştirildiğini bildiğiniz için, olumlu tesirini de hissediyorsunuz. Star havasına girmemeyi, oyuncu kaprisi yaşamamayı da sağlıyor. Ayrıca şunu da belirtmek isterim Boğaziçi Gösteri Topluluğu olarak kimi zaman, kimi projelerde denedik ve yanıldık. Şöyle bir faydası da oldu bunun; hem farklı şeyleri  deneme fırsatımız oldu hem de belli insanların etkisi veya baskısı olmadı topluluğumuzda. Örneğin Yıldız Kenter, Haldun Dormen gelip bize  ders verseydi belki onların tarzında bir oyunculuğu benimsemiş olacak, onlar gibi oynayacaktık.”

“Buğulu bir pencere camına ne mi yazardım? Resim yapardım sanırım…”       

Cüneyt Yalaz geniş oyunculuk yelpazesi, titiz, tavizsiz çalışması, yaşantısının neredeyse her anını tiyatro sanatına adamış olmasıyla, oyunculuğun gerçekte ne olduğunu, ne olması gerektiğini hatırlatan, öğreten bir aktör.

Perde Arkası: “YERYÜZÜNÜN RUHUNU TUTSAKLIKTAN KURTARMA ÇABASINDA BİR SANATÇI”

20. asrın en büyük filozoflarından Deleuze, sanatın felsefe gibi bir düşünce etkinliği olduğunu söyler ve ekler: “Farklı olarak sanat “duyusal yığışımlar” üretir. Yani sanatçılar aynı zamanda önemli düşünürlerdir. Ancak onlar daha çok algılam ve duygulamlarla düşünürler. Onlar yaşamları boyunca, akılları ve yetenekleri yeni yaşam imkânlarının inşa sürecine katılırlar.” (1) Cüneyt Yalaz, tam da Deleuze’ün tanımladığı gibi, entelektüel birikimini, deneyimlerini ve yaratıcı yeteneğini bu coğrafyada yeni yaşam imkânlarının inşasına katan bir sanatçı…

Yalaz, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST)’nun ve BGST Tiyatro’nun kurucularından biri. Kolektif sanatın ve emeğin içinde olmak O’nun sanatsal duruşunu ve üretimini belirleyen bir unsur: “Ben Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda olmasaydım kaprisli, şımarık bir oyuncu olabilirdim belki. Biraz yeteneğim var madem, onun şımarıklığını yaşayabilirdim. Kolektif yapı buna izin vermez. Ne kadar yetenekli ve ne kadar başarılı olursanız olun, mutlaka daha da geliştirilecek bir şeyler vardır. Sanatı birilerine kendini pazarlamak veya kendini diğerlerinden üstün olarak göstermek için kullanamazsınız. Sanatçı kendisini seyircinin karşısında da üstün göremez; bilakis, seyirci için seyirci ile beraber bir şeyler üretmek, bir şeyler tartışmak için üretir.” Marx, “Sanat yeteneğini yalnızca tekil bireylere atfedip büyük kitlelerde yok etmek kapitalizmin bir sonucudur” derken Yalaz’ın bu sözlerini özetler aslında. “Dünyanın gösterisi, onun sürekli yeniden üretimidir” diyen Negri, “Sanatsal üretim ancak kolektivite üzerinden gerçekleşebilir, ancak bu sayede sanatsal bir değer kazanabilir Zira sanat herşeyden önce bir sentezdir. Sanatsal emek, kolektif bir öz-değerlenme sürecinde, tamamen özerk, demokratik, piyasadan özgürleşmiş, politik bağımsızlığının bilincinde varolan bütünlüktür. Estetik yanılsamadan arınmak için bencillikten sakınmak, sanat inşa etmek için ise, kolektif özgürleşmeyi inşa etmek gerekir.” der. (2) Yalaz’ın tiyatro yolculuğunda merkezi bir yere sahip olan BGST, kendisini benzer biçimde tanımlıyor: “BGST, Tiyatro Boğaziçi kurulduğundan bu yana, toplumsal çelişkileri ve çatışmaları kültürel çoğulculuk anlayışına uygun olarak yorumlamaya özen göstermiştir; Çalışmalarında kolektif üretime önem vermiş, sahneleme ve oyunculuk üslubunda da halka yakın bir dil tutturmaya ve bu bağlamda nitelikli, avangard sahne ürünleri vermeye çalışmıştır.”  (3)

Öte yandan, estetik felsefesinin kurucusu Platon, sanatsal faaliyetin, düşünce ve bilgi birikimi ile bütünleşen yaşamı ve doğayı değiştirme, dönüştürme faaliyetinde ortaya çıkan “bilgi-eylem” diyalektik bütünselliği olduğunu söyler. Tarih boyunca, aklı ve bilgiyi sanatsal eyleyişin merkezinden uzaklaştıran anlayış, Platon’u da, sanatı şehirden kovmakla, O’nu sanatı küçümsemek, hatta yok saymakla itham etmiştir. Oysa Platon, Yalaz’ın destekler bir biçimde, bilgiye, hatta sanatsal yaratıcılığın bilgisine sahip olmadan, sadece doğal yetenekleri üzerinden haz ve hedonizmle bağlantılı bir yaratıcılık faaliyetinin, yaratıcılığın kendisine ihanet olduğunu söyler. Sanatın; “bilgi temelinde, mükemmelliği mümkün kılacak, iyiyle bir ve aynı olacak bir yaratıcılığa gereksinim duyduğunu” ve bu anlamıyla “bilgece bir faaliyet” olduğunu savunan Platon, bir bakıma, Yalaz gibi sanatçıları yüceltir. Nitekim Yalaz, “Ben BGST Tiyatro’da pişmeyi tercih ettim çünkü orada sadece oyuncu olmazsınız, tiyatronun her alanlarıyla ilgilenirsiniz; araştırırsınız, yazarsınız, dekorla, ışıkla ilgilenirsiniz. Yapılan dekor için dahi kitaplar incelenir, üretilen eserlerin teorik arka planı titizlikle öğrenilir. Bilgi belirleyicidir ve kuramsal çalışma oldukça önemlidir bizim yapıtlarımızda.” diyor. Yalaz’ın kuramsal faaliyetlerinde yeraldığı BGST Tiyatro, bu bağlamda Türkiye tiyatrosuna büyük katkı sunuyor: “Topluluk sanatsal çalışmalarında elde ettiği kuramsal kazanımları yayıncılık yoluyla kamuoyuyla paylaşmayı da hedeflemiştir. Bu anlamda işleyişine öncülük ettiği Mimesis Tiyatro Çeviri/Araştırma Dergisi, Mimesis Sahne Sanatları Portali ve BGST Yayınları sadece kendi çalışmalarının değil Türkiye ve dünya tiyatrosunda yapılan çalışmaların da yayınlandığı, herkesin katılımına açık birer yayın platformu niteliğindedir.” (4)

 

Tiyatronun düşündürücü ve dönüştürücü bir işlevi vardır kuşkusuz. Bunu başarmak öncelikle tiyatro oyuncularının “toplumcu” bir noktadan hareket etmesiyle, bu bakış açısını kazanmasıyla mümkün olabilir. Yalaz, tiyatronun bu işlevine dair kuramsal önermelerini tiyatro tarihinden damıtıyor:“Bu konuda hocalarımız Shakespeare, Molière, Brecht, Grotwski gibi tarihi mihenk taşları oldu. Onlarla hemhâl olarak öğrendik tiyatroyu. Örneğin, Shakespeare’den bir oyunun herkese, tüm topluma hitap edebileceğini öğrendik. Hem sıradan halk, hem aristokratlar hem de entelektüeller büyük keyif alıyor oyunlarını izlerken, öyle kozmopolit bir seyircisi var. Nitelikli bir yapıt, dili, anlatım tarzı, tekniği ile yenilikçi ve ilginç olduğu kadar, sokaktaki insanı da çekebilmelidir. Eseri bir entelektüel farklı kavrayabilir, bir işçi daha farklı kavrayabilir, ama o eser her kesimi kucaklamalıdır. Örneğin, bizim “Galip Sokaklara Talip” oyunumuz bu tanıma çok uygundur. Anadolu’da çok farklı yerlerde, çok farklı kesimlere oynadık bu oyunu ve büyük keyif aldı seyirci. Anlatım biçimi çok farklıydı ama, entelektüeller kadar halkın diğer kesimleri de çok beğendiler bu oyunu.“  Yalaz, bu sözleriyle Rancière’‘i anımsatıyor bir kere daha bize: “Toplum için sanat”ı savunuan estetik siyasetinde, sanatın amacı kendi sanat olma durumunu ortadan kaldırmaktır, böylece sanat ve günlük hayat arasında ayrım yok olur; ortak deneyim, temel amaç haline gelir.”(5)     

 

Toplumcu sanat ve tiyatro, tarihin tanıklık ettiği gibi, her dönem pekçok coğrafyada iktidarla sorun yaşamış, politik baskılara maruz kalmış ve muktedirler tarafından engellenmeye çalışılmıştır. Cüneyt Yalaz, bu tarihsel gerçekliğin altını çizerken tiyatronun direnişinin merkezinde yine tiyatronun kendisinin olduğununun altını çiziyor: “Türkiye’de her zaman siyasi iktidarın tiyatroyla bir meselesi oldu, bu tarihsel bir gerçeklik. Baskılar karşısında tiyatrocunun yapması gereken ‘gerçekten iyi tiyatro yapmak’ olmalıdır.  Yoksa silahını kaybeder tiyatrocu. Seyirciyle bütünleşen kaliteli oyunlar olmadan tiyatro kendisini savunamaz. Tiyatroyu yaşatan seyircilerdir zira. Önce çuvaldızı kendimize batırıp özeleştiri yapmadan, dışsal koşulları eleştirmemeliyiz. Evet, iktidarlar özellikle politik tiyatroyu engellemeye çalışırlar, ama işimizi iyi yaptığımızda göğüsleyebiliriz bu baskıları. Tiyatrocular, kaba ajitatif oyunlar yerine, zamanın ruhunu ve seyirciyi yakalayabilen nitelikli, estetiği güçlü oyunlarla yanıt verebilir baskılara.” Toplumcu tiyatro Türkiye’de yarım asırdan fazla bir geçmişe sahip. Bugün, Yalaz’ın altını çizdiği yaklaşım bu geçmişin deneyimleri ile bugünün farklılaşan koşullarına uygun bir tiyatral yaklaşımı simgeliyor: “Politik tiyatroya, özellikle nitelikli politik tiyatroya bugün çok ihtiyaç var. Oysa, pek çok tiyatro, Avrupa’da yaşıyormuşuz gibi, orta sınıf eleştirisi içeren, bireyin bunalımlarına yoğunlaşan oyunlar sahneliyor. Ya hiç suya sabuna dokunmayan oyunlar yapılıyor ya da 1950’lerden kalma tehlike arzetmeyen metinler sahneleniyor. Bizim seyirciyi bu kadar etkileyen yanımız herhalde kaliteli politik oyunlar sahnelememiz kadar zamanın ruhunu yakalamamızdan kaynaklanıyor.” Yalaz’ın bu eleştirisini deneyimli tiyatro insanı Dikmen Gürün de destekliyor: “Siyasal ortamın karmaşık olduğu dönemlerde böyle patlamalar olabiliyor. 60’larda Dostlar, AST gibi tiyatrolar toplumsal içerikli politik oyunlarıyla ön plandaydı. Hepsi de bu günlere geldiler belki birkaç fireyle. Şimdi de özellikle 2000’lerin başlarından itibaren alttan gelen bir kaynama var, güçlü patlamalar yaşanıyor. Suya sabuna dokunmayan oyunlarla tiyatro bir yere varamaz. Bugün bazı gençler hem politik hem sosyal içerikli ve kaliteli oyunları tartışıyor. Bu çok önemli. O nedenle tiyatronun geleceğine umutla bakıyorum; baskıların, müdahalelerin, sansürlerin üstesinden gelecektir.” (6) Bugün, ancak Yalaz gibi oyuncuların tiyatroda daha çok boy göstermeleri ile gerçekleşebilir. Ancak bu sayede, “her zamankinden daha çok devrimci tiyatroya, sanata muhtacız” diyen hocaların hocası Sevda Şener’in hakkını vermek mümkün olabilir.

Yalaz ve BGST’nin tiyatromuza en değerli katkılarından biri de “kültürel çoğulculuk” alanındaki çalışmaları: “Şark Dişçisi’ni ilk olarak biz oynadık.  Son on yıldır, kültürel tiyatro günleri düzenleyerek Türkiye’de farklı dillerde tiyatro yapan toplulukları, (Ermeni, Rum, Kürt, Yahudi, Çerkes, Laz) bir araya getiriyoruz. ‘Kim Var Orada’ oyunu da bu perspektiften doğdu aslında. BGST’de bir ‘Tiyatroda Kültürel Çoğulculuk’ grubumuz var. Türkiye’de ana dilleriyle tiyatro yapan gruplarla çeşitli etkinlikler düzenliyor ve  aynı zamanda Türkiye/Osmanlı tiyatrosunun resmi olmayan, gerçek tarihini araştırıyoruz. BGST’de yaptığımız tüm çalışmalarda, tiyatro ortamına ‘kültürel çoğulcu’ bir perspektifle bakmaya çalışıyoruz. Oyunlar ve etkinlikler haricinde, yapılan araştırmaları Mimesis dergisinde yayınlıyoruz. Bu çalışmalar, ulus devlet kurma süreçlerinin yarattığı tek tipleştirici yaklaşıma tiyatro yoluyla direnmenin temelini oluşturuyor. Böyle tabuları tartışmaya açmayı ve bu ülkedeki kültürel zenginliği yaşatmayı hedefliyoruz.” Althusser, “Sanatın amacı ideolojinin görünmez kıldığını aydınlatmak, göstermektir. Sanat bu bağlamda artık toplumu yansıtan bir ayna değil, ideolojiyi temizleyen yeni bir bilgi üretimidir. Sanatın ayırıcı niteliği, gerçekliği andıran bir şeyi “görmemizi, algılamamızı, duyumsamamızı” sağmasıdır. Sanat bize görülmek üzere verdiğini, “görmek”, “algılamak” ve “duyumsamak” biçimi altında verir; bu ideolojidir, sanat ondan doğar, onun içinde yüzer, sanat niteliği ile ondan kopup ayrılır ve onu “anıştırır.” (7)  derken tam da Yalaz’ın bu sözlerine gönderme yapıyor gibidir. Kapitalist modernizmin ideolojik veçhelerine içkin kültür politikalarının normatif, homojen özünün reddi üzerine temellendirilen “kültürel çoğulculuk” yaklaşımı, kültürel/sanatsal değerinin ötesinde, bugün tarihsel/ideolojik/felsefi bir önem taşıyor. Nitekim, Yalaz ve arkadaşlarının bu alandaki çalışmaları, sanatsal icranın eşitsizliğe, adaletsizliğe, baskılara karşı özgürleştirici pratiğinin bir yansıması olarak tarihsel bir önem taşıyor.

Deneyimleri ve biriktirdikleriyle, tiyatromuzun yetenekli, üretken, yaratıcı, mücadeleci ve cesur yüzlerinden biri olan Cüneyt Yalaz, tiyatronun geleceğine dair karamsar yorumlara katılmıyor: “Her koşulda umutvar olmaktan başka çaremiz yok. Sadece tiyatro ile ilgili değil, toplumsal durumla ilgili olarak da. Mücadeleci ruhu her zaman korumamız ve yarattığımız ufacık bir güzelliğin bile dolaylı bir etki yaratacağını, geleceğe dokunacağını bilmemiz gerekiyor.” Özellikle karamsarlığın ve yılgınlığın hüküm sürdüğü zamanlarda, sanatın ve sanatçının cesaretle mücadele etmesi, çizgileri aşması, sınırları zorlaması, etiğin ve estetiğin dönüştüren gücünü yaşama aktarması, tarihsel bir karşı duruşu simgeler. Demir ve ateş tanrısı Hephaistos, Zeus’un kafasına baltasını indirdiğinde, kafanın içinde tutsak kalan zekâ, sanat, esin ve barış tanrıçası Athena kurtulmuştu. Yeryüzünün zekâsını, sanatını, esinini ve barışını, yani yeryüzünün ruhunu tutsaklıktan kurtarmak için sanatın ve sanatçının gücüne her zamankinden daha çok ihtiyacımız var bugün. Cüneyt Yalaz, kimliği, duruşu, eserleri ve tiyatromuza kattıkları ile sanatın ve sanatçının bu gücünü aşılıyor bizlere…

YAVUZ PAK

Kaynakça:

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Çekirge - Yavuz Pak

Yanıtla