Genco Erkal: Evren Dönemi Bile Daha Demokrat, Daha Tarafsızdı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

genco-erkal-soylesi[Diken’den Ece Karaağaç’ın tiyatro oyuncusu Genco Erkal ile yapmış olduğu söyleşiyi paylaşıyoruz.]

Konu tiyatro olduğunda Genco Erkal için ‘duayen’ desek herhalde kimsenin bir itirazı olmaz. Yıllarını sahnelerde geçirmiş Genco Erkal şimdilerde bir yanına Brecht’i, diğer yanına Nazım’ı almış; ‘Güneşin Sofrasında’ adlı gösterisiyle izleyicileriyle buluşuyor.

Genco Erkal’la Brecht’i, Nazım’ı ve bu iki ismin kaleminden çıkanların bugüne yansımalarını konuştuk.

Fotoğraflar: Onur Kızıldeli

‘Brecht’i ve Nazım’ı, iki sevgilimi bir araya getirdim’

Gösteri ‘Nazım ve Brecht’ alt başlığını taşıyor. Bu iki önemli edebiyat insanını bir araya getirme fikri nasıl oluştu?

Bu iki insanla çok uzun zamandan beri uğraşıyorum. Brecht’le sahne üzerinde ilk tanışmam 1966 yılında oldu, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda onun ünlü oyunlarından biri olan ‘Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi’nde Arturo Ui rolünü oynadım. Çeşitli dönemlerde ‘Ben Brehct’ ve ‘Brecht Kabare’ adıyla şiirlerinden, şarkılarından oluşan gösteriler düzenledim. Bunu uzun yıllar Zeliha Berksoy ile beraber yaptık, son beş yıldır da Tülay Günal’la beraber yapıyoruz. Yani bir ömrüm geçti Brecht’le.

Nazım da öyle, ilk 1975 yılında, Dostlar Tiyatrosu’nda ‘Kerem Gibi’yi yaptığımda, ülkemizde şiirden tiyatroya uyarlanan ilk oyun oldu. Sonradan tür olarak çok sevildi, başkaları da yaptı. Ben de yaptım; Can Yücel yaptım, Aziz Nesin yaptım ama başka şairlerden de pek çok oyunlar yapıldı. Bizimki ilkti. Benim de Nazım’la yolculuğum oradan başladı.

Amerika’dan da turne teklifi geldi, bu gösterileri caz kulüplerinde yapacaktık. Bu iki yazarın şiirlerini ve şarkılarını, biraz da kabare formatında bir araya getirmeyi düşündüm. İkisi dünya görüşü olarak çağdaş; sosyalist yazarlar olarak da düşünceleri birbirine çok uyan, çok yakışan iki insanı ve benim de ilk iki sevgilimi diyelim, bir araya getirmek düşüncesi doğdu.

Çok memnunuz, seyirci de çok memnun. Sanıyorum bu iki yazar da birbirleriyle beraber olmaktan çok memnunlardır diye düşünüyorum.

Nazım ve Brecht aşağı yukarı aynı devrin yazarları. İkisinin de yazınında ciddi bir İkinci Dünya Savaşı etkisi var. Fakat bir yandan da savaşa yaklaşımları çok farklı. Nazım’da daha melankolik bir hal hakimken Brecht’te ironi, hatta absürt etkiler ön planda. Siz bu farklılığı neye bağlıyorsunuz?

Melankolik iyi bir tabir değil ama duygusal, daha duygusal diyebiliriz Nazım için. Bu karakter yapısı bence. Tabii ki Türk olmakla Alman olmak arasındaki fark da burada belirginleşiyor. Almanlar meselelere daha akılcı ve bilimsel yaklaşırlar. Ama biz Akdenizli olduğumuz için daha duygusal yaklaşıyoruz, sosyalizme de duygusal yaklaşıyoruz. Brecht’te hınzır bir mizah, Nâzım’da gürül gürül akan bir duygu seli var.

‘Özgürlük istediğimiz isimler pankartlara sığmıyor’

Brecht’in ve Nazım’ın olduğu yerde siyasetten söz etmemek de olmuyor tabii. Her ikisi de sosyalizme olan inançlarıyla tanınan kişiler. Özellikle Brecht’in köpekbalıklarıyla ilgili alegorisi çağının ve coğrafyasının çok ötesinde. Siz Brecht’in tarif ettiği dünya ile yaşadığımız dünya arasında ne gibi benzerlikler görüyorsunuz?

Valla ben bu iki dünyayı çok benzer görüyorum. İkisinin de bundan 50-60 yıl önce yazdıkları yazılar sanki bugün yazılmış gibi. Mesela burada Nazım’da ağırlıklı olarak yaşamaya dair bütün oyunu kaplayan bir tema var ama aslen düşünceleri yüzünden hapiste olan insan/insanlar teması var.

Sanıyorum ta o zamanlardan beri bizim ülke bugün hâlâ ve özellikle düşünen insanlarına hapishaneyi uygun görmüş. O zamanlarda Kemal Tahir, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, hepsi bu tezgahtan geçmişler. Ardından Aziz Nesin geliyor, Yaşar Kemal geliyor. Bugün bakıyoruz yine dünyada galiba en çok gazetecisi, yazarı hapiste olan ülkelerden biriyiz.

Ben bu oyunu, ‘Yaşamaya Dair’ olarak sadece Nazım olarak bundan altı yıl evvel oynadığımda o zaman Balyozcular içerideydi. Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Oda TV; hep onlar için oynuyorduk. Pek çok düşünür, gazeteci dostumuz içerideydi. Daha sonra Erdem Gül ve Can Dündar için oynadık. Yani günler değişiyor, aylar değişiyor, isimler değişiyor. O zamanlar biz elimizdeki pankartlarda onların adlarını taşıyarak sahneden onlara özgürlük diliyorduk. Şimdi o kadar çoklar ki pankartlara sığmıyorlar.

İnanılır gibi değil; bunca aydır yatıyor bu kadar gazeteci, aydın, romancı. Akademisyenler de yeni işten atıldı, hadi onları bir tarafa koyalım. Ama bu kadar ay boyunca neyle suçlandıklarını tam olarak bilmeden, iddianame bekliyorlar. Böyle bir adalet fiyaskosu dünyanın hiçbir yerinde kabul edilemez. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Altan kardeşlerin başvurusunu kabul etmiş ve ivedilikle inceleyeceklerini söylemişler. Dilerim o iş bir an evvel halledilir de örnek olur. Kafka’nın ‘Dava’ romanı gibi.

Söyleşinin tamamını okumak için tıklayınız.

Paylaş.

Yanıtla