Sevgili Arsız Ölüm ve Betonda Yeşeren Sanatlar

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Semih Fırıncıoğlu

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm adlı romanı 1980’lerin başlarında yayımlandığında, kentli okur-yazar çevrelerinde büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Buna neden, öncelikle, kırsaldan büyük kentlere göçmekte olan kitlelerin “içinden” birinin göçün ve göçmenlerin öyküsünü ustaca, o insanlara özgü dili alışılmadık bir biçimde ve akıcılıkta kullanarak yazmış olmasıydı.

Otuz yıl kadar önce herkes gibi ben de bu romanı elimden bırakamadan okuduğumu ve roman hakkında entelektüel çevrelerde yazılıp söylenenleri izlediğimi anımsıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla, çoğu Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanıyla karşılaştırıyor, kimi Tekin’in o yapıttan esinlendiğini, kimi de taklit ettiğini söylüyor, ben de bu söylenenleri sığ ve kasıtlı bulup hayıflanıyordum.

MDM_2149Fotoğraf: Murat Dürüm

Çünkü, o yıllarda genellikle Latin Amerika’dan kaynaklanan ve Márquez’le özdeşleştirilen “fantastik roman,” yoksul ülkelerde giderek hızlanan nüfus hareketlerinin ortaya çıkardığı bir biçimdi. Göçmenler köy ve kasabalardan büyük kent varoşlarına çıkınları, bavulları yanı sıra kültürel kodlarını da sırtlayıp gidiyorlardı. O dönemde kültürleri eşitleme ya da tanıtma işlevini yürüten televizyon ve internet yoktu. Kentin yamaçlarına varıldığında, kırsala özgü değerlerin, inançların, geleneklerin, davranış biçimlerinin adaptasyonu son derece sancılı sorunlar yaratıyordu. Bu olgunun doğurduğu bir anlatı tekniğini Latife Tekin’in de kendi malzemesine uyarlayıp kullanmış olması bana doğal ve yerinde görünmüştü.

Sevgili Arsız Ölüm’le ilgili aklımda bir de şu kalmış: Romanı Ankara’da, askerliğimi yaptığım yıl okumuştum. İki arkadaşla bir dairesini kiraladığımız apartmanın küf kokulu bodrum katındaki tek göz odada yaşayan, epeyce çok çocuklu kapıcı ailesine bakıp o insanların kendi öykülerini okuyamamalarındaki acıklı tuhaflıktan konuşmuştuk. Bedenlerinin parayla kiralanmasına ilaveten, bodrumdaki bu insanların kültürel çalkantıları, ızdırapları, sorunları da satın alınan bir kitaba dönüşüp üst katlarda oturanların tüketimine sunulmuştu. Kapıcının çocuklarından biri, ikisi gün gelip bu romanı keşfedip okuduğunda konuyu nasıl algılayacak diye konuştuğumuzu da anımsıyorum.

Bunlar olup biterken tiyatro oyuncusu Nezaket Erden Mersin’in Erdemli ilçesinde henüz doğmamışmış. Ailesi oradan kentin yamaçlarındaki gecekondu mahallelerine taşındığında yedi yaşındaymış. Babası hala bir fabrikada kamyon şoförü. Dört kızkardeşler. Dördü de İstanbul’da okumaya ve geçinmeye çalışıyor.

Nezaket ilk ve orta öğrenimini Mersin’deki devlet okullarında tamamlamış, ardından İstanbul’da Galatasaray Üniversitesi felsefe bölümünü bitirmiş, o arada okulun tiyatro kulübünde tiyatroya merak sarmış, onun ardından da Kadir Has Üniversitesi’nde tiyatro yüksek lisans öğrenimine girmiş. Yeni mezun oldu.

Nezaket Sevgili Arsız Ölüm’le birkaç yıl önce tanışıyor ve roman, özellikle romandaki ailenin en küçük kızı Dirmit, şaşırtıcı ölçüde tanıdık geliyor. Ardından, geçen yıl, arkadaşı Hakan Emre Ünal’la romandan okul bitirme projesi olarak tek kişilik bir oyun oluşturuyorlar. Nisan 2017’de de bu oyunun Sevgili Arsız Ölüm: Dirmit adıyla profesyonel sunumuna başladılar, uzunca bir süre oynanacağını sanıyor ve umuyorum.

MDM_2169Fotoğraf: Murat Dürüm

Öncelikle romandan çok ustaca bir derleme yaptıklarını düşündüğümü belirtmek isterim. Onun yanı sıra, hem malzemesine hem de izleyicisine karşı sorumluluğunu gözeten, özenli, oyun kişisi canlandırmakla öykü anlatmak arasında son derece dengeli, kayda değer bir iş çıkarmışlar. Nezaket birlikte çalıştığım bir oyuncu olduğu için bundan öte bir değerlendirme yapmam doğru olmaz.

Ancak, bu oyun son yıllarda her fırsatta duyurduğum bir gözlemime yeni bir kanıt oluşturuyor, bunu burada da belirtmek istiyorum. Gözlemim özetle şu:

Oyunun benim için kayda değerliğinin sanırım en önde gelen nedeni, öteden beri bildiğimiz, alt sınıfların taklidini yapan, inandırıcı olmak için çırpınan bir kentli aktörün söz konusu olmaması. Son derece geniş bir kültürel yelpazeye sahip ve bu birikiminin her noktasını hem ayrım yapmaksızın sahiplenen hem de tümüne mesafeli ve gözlemsel yaklaşan bir kişiden söz ediyorum. Yani, yukarda sözünü ettiğim kapıcının çocuklarından biri büyümüş, iyi bir eğitimden geçmiş ve Latife Tekin’in romanını birçoğumuzun yapabileceğinden çok daha “doğru” okumuş diyebilirim. Öyle ki, oyunu izlediğimde aklıma gelen ilk düşünce “otuz dört yıl sonra da olsa, nihayet Dirmit oyuncusunu buldu” oldu.

İstanbul’da çok büyük bir genç nüfus olduğunu biliyoruz. İşsizlik, parasızlık, aileyle ya da arkadaşlarla oturmak zorunluluğu gibi özelliklerin yanı sıra, en önemli ortak yanlarından biri de mobil olmaları. Gelişen toplu taşıma olanakları nedeniyle çok uzak noktalardan okullara, iş yerlerine ya da yalnızca “takılmak” üzere merkezlere gidip dönebiliyorlar (“metrobüs çocukları” denebilir herhalde). Bunun sonucunda, artık en azından genç kesimler için izolasyon söz konusu değil, gece yattıkları evin kültüründen sabah çıkıp bir saatte anne babalarının hiç aşina olmadığı ortamlara geçiş yapabiliyorlar.

Bu gençler arasında sanatlara yoğunlaşan (eskiye ve oturduğum New York’a oranla) çok geniş bir kesim var (2016-17 sezonunda İstanbul’da ilk kez sahnelenen tiyatro gösterisi sayısı 155 imiş). Bu gelişmenin nedenlerini bilemiyorum; konuyu ciddi biçimde araştıran sosyologlar olsa çok sevinirim.

İstanbul’daki sanat etkinliklerinin, özellikle de gösteri sanatlarının üretim ve tüketimi artık varoş ya da köy/kasaba kökenli genç kesimin elinde. Eğer yanılmıyorsam, bu gençlerin çoğunluğunu da 20-35 yaşlarındaki kadınlar oluşturuyor: aralarında Nezaket, Firuze, Enise, Zinnure, Zeliha gibi (“Latife”ye çok yakışan) harikulade isimlere rastladığım, son derece enerjik, üretken ve becerikli kadınlar.

Bu, bence, sanatlar açısından çok sağlıklı bir gelişme: Devlet ve belediye dairelerinde ya da izole üniversite kampuslarında icra edilen, topluma tepeden empoze edilen yapay işler yerine, bireylerin gereksinimi nedeniyle sokağın betonunda, asfaltında yepyeni işler yeşeriyor. Bunlar Kadir Memiş’in “Zeybreak” dansı olarak da çıkabilir, Nezaket Erden’in Dirmit’i olarak da.

Ortaya çıkan ve çıkacak işlerin sayısı ve kayda değerliği, bu gençlerin ellerindeki engin malzeme ve deneyimi ne ölçüde sahiplendikleriyle orantılı. Bunu başarabilmek için de, öncelikle, bu toplumda kemikleşmiş çekingenliklerden, endişelerden, korkulardan, didişmelerden arınabilmeleri, kendilerine ve birikimlerine güvenmeleri gerekir. İkincisi de, kanımca, sanat etkinliğinin bir geçim kapısı olamayacağını, insanın özgürce oynama ve paylaşma gereksinimine yanıt olarak ortaya çıkan bir olgu olduğunu görüp kabullenmeleri gerek. Gördüğüm kadarıyla yeni kuşaklar bu doğrultularda hızla yol alıyor ve evrensel ölçütlerde kayda değer işler üretiminin eşiğindeyiz.

MDM_2158Fotoğraf: Murat Dürüm

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Semih Fırıncıoğlu

Yanıtla