Halk Tiyatrosu Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Özdemir Nutku’nun aydinlik.com.tr’de yayınlanan ‘Halk Tiyatrosu Üzerine’ başlıklı yazısını paylaşıyoruz.

Naşit’ten sonra can çekişen tulûat sanatının son ustalarından İsmail Dümbüllüi, 1917 yılında, Kel Hasan’ın yanında sahneye çıkmıştı. Son elli yıl içinde bir kenara itilmiş olan ve gücünün azaldığı son yıllarda birden anımsanarak jübilesi dolayısıyla apar topar halk karşısına çıkarılan sanatçı, ölmeden önce takkesiniii, kendinden sonra yerini alacak bir ustaya bırakmıştı: bu Münir Özkul’du. Şimdi de bu takke Ferhan Şensoy’a geçti.

Naşit’e göre, tulûatın ölmesinin başlıca nedenlerinden biri, hatta ilki, bu sanatın değerbilmez tiyatro yöneticilerinin elinde kalmasıdır: “Onlar zorla halk sahnesini katlediyorlar. Artistlerin ihtiyaçları, istikballeri temin olunmuyor. (…) Bu işte kırk paranın otuz dokuzu patronun, bir parası artistin! Zavallı bizim işçimiz esnaf kahvelerinde birbirini tırtıklamakla geçiniyoriii. Devletin elini uzatmadığı, patronların sömürdüğü bu halk sanatı böylece tarihe karışmış oluyor.

Tulûat sanatının giderek yozlaşmasında, bu sanatın başıboş bırakılması kadar, yetenekli, zeki ve hazırcevap tulûat ustalarının da bilgi ve kültürle işlenmemiş oluşları bunda rol oynamıştır. Tiyatro tarihimiz içinde saygıyla anacağımız bu ustaların gidişleri ile, kalıplaşmış, dondurulmuş ve değişime uğramadığı için eskimiş bir halk tiyatrosu anlayışını çağdaş anlayışa oturtma çalışmaları ve denemeleri ancak onlar aramızdan ayrıldıktan sonra başlıyabilmiştir. Ancak bugün bile tiyatronun geleneksel kültür birikimini yanlış değerlendirme eğiliminde olanlar var; bunun bir nedeni artık bugün işlevini yitirmiş ve bugünün seyircisi için mizah gücünü kaybetmiş bir öz-biçimin nostaljik bir marazlıkla, durmadan önümüze sürülmek istenmesidir. Bir yüzyıl öncesinin kalıbını bugünkü seyircinin önüne sürmekten başka bir şey değildir ve devinimi olmayan durağan bir anlayıştır. Evrensel mizahın dışında kalan ve bir sentez düşünmeden, geçmişin özlemiyle beslenen geleneksel gösterim sanatlarımızın yeri müzedir. Bu sanatı, yalnızca bir kültür mirası olarak saklamak, ama çağdaş bir senteze erişebilmek için de bunun estetiğinden yeni bir içerik ve biçim içinde, yararlanmak gerekir.

Tiyatrolarını geliştirmiş tüm uluslar, bu güçlerini kendi halk tiyatrolarından almışlardır. Büyük oyun yazarları halk tulûat tiyatroları ile beslenip büyümüşlerdir. Molière, Lope de Vega, Nestroy, Goldoni ve daha birçokları… Büyük Sovyet yönetmeni Meyerhold, halk tulûat tiyatrosunun estetik öğelerinden yararlanarak örnek çalışmalar yapmış ve dünya tiyatro tarihine adını büyük harflerle yazdırmıştır. Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa tiyatrosuna egemen olan Max Reinhardt, halk tulûat tiyatrosundan yararlanarak mucizeler yaratmıştır. Commedia dell’Arte olmasaydı İtalyan tiyatrosu kendine özgü kişiliğini kazanamazdı. Avusturya halk tiyatrosu olmasaydı bir Raimund, bir Nestroy olamıyacağı gibi, çağdaş bir Avusturya tiyatrosundan sözetmek mümkün olamıyacaktı.

Evrenselliğe giden yol, dinamik anlayıştaki ulusallıktan geçer; yoksa geçmişte olanları tek değermiş gibi alıp bunları bugünün değerleri önüne getirmiye çalışmak Sisifos’univ boş ve sonuçsuz uğraşına benzer. Başka deyişle, sürekli değişimin içinde olan ve kültür birikimini, bulunduğu çağın gelişimine ve yorumuna uygun biçimde uygulayan bir ulusal tiyatro bütün insanlığın tiyatrosu olur. Bu noktada, ellili yılların sonunda birçok oyun yazarımıza hocalık etmiş olan Grant Redford’un bir sözünü anımsamadan geçemiyeceğim: “Sanatın olağanüstü yönü şudur: sanat bir ulusu ve o ulusun yaşamını yeterli derecede içtenlikle ve doğru bir biçimde anlatıyorsa, bu toplumsal ve ulusal sanat, tüm insanlık adına konuşuyor, demektir “v. Her sanatın, kendi kaynağının özelliklerini taşıması doğaldır. Kaynaktan fışkırdıktan sonra, çevresine göre, biçim ve içerik değiştiren su nasıl bazan sığda bazan derinde, ama hep ileriye doğru akıyorsa, kaynaktan çıkıp gelen sanat da çağların profillerine ve halkların birikimlerine göre yepyeni yollara ve anlatım biçimlerine dönüşür. İşte ülkemizde bu akış ve daha da önemlisi gerekli dönüşümler, daha çok siyasal nedenlerle engellenmiştir. Bizde halk tiyatrosu durmadan köşeye kıstırılmış, aşağılanmış ve batıya yönelişte batı tiyatrosu ile kendi tiyatromuzun çağdaş sentezi yakın zamanlara kadar varedilememiştir.

Halk tiyatrosunu çağdaş özelliğine oturtabilmek için yazarlarla sanatçıların toplumsal rollerinin bilincine iyice varmalarında büyük rolü olan estetik kaygıyı taşımaları gerekir. Sanat, dünyayı yansılamanın bir yolu, bir toplumsal bağ, insancıl bir varsıllaşma, bir bilince varış, bilmeye erişmedir. Çağımızda estetik, artık keyfi bir şey, güzellik duygusunu, güzellik düşüncesini, güzellik kurallarını tanımlamıya çalışan toplumdan soyutlanmış bir kuram olmaktan çıkmıştır. Estetik, somut bir bilim olmuştur; gelişimini tarihe yaslanarak açımlar. Sanatın, toplumun oluşumlarına sıkı sıkıya bağlı olduğu unutulmamalıdır. Toplumsal koşulların değişmesiyle birlikte insanların estetik beğenileri ve bunun sonucu olarak sanatçıların ürünleri de değişir. Belirli bir toplumsal çağda yaşıyan kişi, hep bu çağın birikimini yansıtan sanat ürünlerine yönelir. Öte yanda, gelir dağılımındaki dengesizlikler içinde yaşıyan, sınıflara bölünmüş bir toplumda belli bir çağa özgü birikimler, daha çok toplumu ortaya çıkaran sınıflara göre bölünür. Böylece, sanat ölçütleri gelişen yaşam düzenine ve toplum içindeki insan ilişkilerine koşutluk kurarak gelişir; bu ölçütler de değişmez değildir. Tarihle ve toplumla olan ilişkilerinde, sanat, insanlar arasındaki bağın düzeltilmesine, iyileştirilmesine katkıda bulunacaktır; çünkü sanat, toplum yararına olan ve yaşamı ileri götüren bir itici güçtür.

 

Bunları söylememin nedeni, geleneksel ve ulusal tiyatro kavramlarının bizde sığ ve kabataslak ele alınışı yüzünden… Bugünün Türk toplumu hızlı bir gelişim yanısıra, büyük çalkantılar içinde olmasına, seyircilerin çok değişik birikime girmiş olmalarına karşın, hâlâ yüzyıl öncesinin gülmece anlayışı, içeriği ve biçimi ile oyun oynamak, çağını, halkını ve doğanın değişmez kuralı olan sürekli değişimin farkında olmamak demektir. Halk tiyatrosu yaptıklarını söyliyenler, ağırbaşlı sanatın can sıkıcılık, güldürmenin de budalalık anlamına gelmediğini bilmek zorundadırlar. Seslendiği halkı küçümsiyen sanatçılar, görevlerini yerine getiremezler.

Halk sanatçılarının çevrelerine yorumcu gözlerle bakmaları, insanlığın gelecegine ilişkin toplumsal, siyasal ve kültürel değişimlere karşı daha duyarlı olmaları gerekmektedir. Bu duyarlık kültür birikimi ile çağdaş gelişmenin sentezi olarak bilinç aşamasına varmalıdır. Halk sanatçısı bilgisini, beğenisini ve tekniğini geliştirmeli, içinde yaşadığı çevrenin özelliklerini yitirmeden ve çağdaş oyunculuk yöntemini yok saymadan kendini değiştirmelidir.

Her sanatın kişilik kazanması, ulusal – nostaljik değil – olmasına bağlıdır. Ulusal olmak ise, bir ülkenin kendi güç kaynaklarıyla evrensel olması demektir; başka deyişle, kendi halkının özelliklerini bağnaz, karanlık yollardan değil, yeryüzünün tüm insanlarına bir şeyler söyliyecek genişlikte ve aydınlıkta verebilmektir. Bir yazar ya da sanatçı, kendi toplumunun sorunlarını ve yaşayışını, monolitik anlayıştan kaçınarak, başka toplumlar için anlamlı yapabiliyorsa, dünya çapında bir yapıt yaratabiliyor, demektir. İşte bu noktada yerli olmanın gerekliliği bir anlam kazanabilir.

Çağdaş sanatın, dolayısıyla tiyatronun temel görevi, milyonlarca insanın yaşayışına katılmak, onların sorunlarını, sevinçlerini paylaşmaktır. Halk tiyatrosu, somut bir tehlike olarak beliren birtakım budalaca resimli romanlara, dibi, kenarı olmıyan bağırış çağırışla güldürmiye çabalıyan beğenisiz oyunlara, kafa tembelliğine iten taklitlere, özensiz bir biçimde sahnelenen sıkıcı, seyirci kaçıran oyunlara karşı, direnen ve bunlara savaş açan, yığınlara seslenebilme niteliğini ve becerisini elinde tutan bir sanattır. Bunun için de, halk tiyatrosu, öyle küçümsenecek, kenara itilecek bir tiyatro anlayışı değildir.

 

i İsmail Dümbüllü 5 Kasım 1973, Pazartesi günü Istanbul’da öldü.

ii Dümbüllü’nün damadı Mete Şingay’a göre, İsmail Efendi, Münir Özkul’un sanatını beğeniyordu. onu kalfalığa yükseltmek istiyordu. Bu da takke giydirmekle oluyordu. Jübile gecesi, sanatçı takkesini Özkul’a giydirmiştir. Yani giydirilen kavuk değil, takkedir; bkz. Sadi Yaver Ataman, Dümbüllü İsmail Efendi, Yapı ve Kredi Bankası Kültür Yayınları, Istanbul 1974, 167.

iii Nusret Safa Coşkun, “Halk Sanatkârı Nâşit”, Perde ve Sahne, sayı 9, Aralık 1941, 6.

iv Efsaneye göre, Sisifos, bir kayayı durmadan bir tepenin üstüne taşır ve kaya her tepeye çıkışında aşağı yuvarlanır, Sisifos kayayı tekrar alıp tepeye çıkarır ve bu böyle sonsuza dek sürüp gider.

v Prof. Grant Redford’un Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Kürsüsü’nde verdiği ders notlarından aktarıldı.

aydınlık.com.tr

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.