‘Kendin Pişir Kendin Ye’ Anlayışıyla Olmaz Bu İşler

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Melike Birgölge’nin Yazar Tuncer Cücenoğlu’yla yaptığı ve Hürriyet gazetesinde yayınlanan söyleşiyi okuyucularımızla paylaşıyoruz.]

Yazdığı oyunlar; dünyanın birçok ülkesinde sahnelenen, 30’u aşkın dile çevrilen, dünyaca ünlü oyun yazarımız Tuncer Cücenoğlu’yla; yazıyla tanışma serüveninden, devlet memurluğundan oyun yazarlığına uzanan yolda yaptıklarını konuştuk.

Ankara Üniversitesi DTCF Kütüphanecilik Bölümü mezunusunuz. Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Merkez örgütünde çeşitli görevlerde çalıştınız. Sonra Bakırköy Belediye Başkanlığı’nda Eğitim, Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü, Cumhuriyet ve Aydınlık Gazetesi’nde yazarlık yaptınız. Ayrıca kuruluşundan bu yana Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, çeşitli Üniversitelerde “Dramatik oyun yazarlığı” derslerine girdiniz. Geniş yelpazedeki işlerde çalışmalarınız bir yana, yazmak ne zaman ve nasıl hayatınıza girdi?

İlkokul öğrencisiyken çizgi romanlarla başladı okuma serüvenim. Özellikle de Aziz Nesin başta olmak üzere Türk ve dünya yazarlarıyla sürdü. Yabancı edebiyattan Rus yazarlar; Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin, Çehov, Maksim Gorki, Şolohov, Gonçarov dışında Gogol, Steinbeck, Silone gibi yazarlar da etkilemiştir beni. İlkokul öğretmenim Mustafa Ağıcı okuma merakımı görmüş olmalı ki onu hasta yatağında ziyaret ettiğimde bana Ernest Hemingway’in “Klimanjaro’nun Karları” adlı kitabını armağan etmişti. Orta öğrenim yıllarımda da sıkça sinemaya gitmeye ve mizah öyküleri yazmaya başladım. Her hafta bir öykü yazıyordum ve edebiyat öğretmenimiz Nurcan Tanrıverdi ders açılışını benim yeni öykümü sınıfta okutarak yapıyordu. Özendiriyordu beni yani.

‘KOÇYİĞİT KÖROĞLU’ İLE DÜNYAM DEĞİŞİVERDİ!

Lise yıllarınızda ilk öykünüz yayınlandı. 1972’de ilk yazdığınız oyun olan ‘Kördövüşü’ idi. O yıllara gidersek birçok farklı sektörde çalışan biri olarak sizi oyun yazmaya yönlendiren ne oldu?

İlk mizah öyküm ‘İhtiyaç Fabrikası’ Çorum’da bir yerel gazetede yayımlandı. Sonrasında İstanbul’da yayımlanmakta olan ‘Pardon’ mizah dergisinde de yayımlandı öykülerim. Ancak mizah öyküleri yazarak Aziz Nesin’i aşmanın mümkün olamayacağını anlamakta gecikmedim. O arada Çorum’a Devlet Tiyatrolarımız geldi ve ‘Koçyiğit Köroğlu’ adlı oyunu sergiledi.

Birden dünyam değişiverdi. Büyülenmiştim. Çorum’dan yüksek öğrenim için Ankara’ya geldiğimizde de sürekli tiyatrolara gitmeye başladım. Tiyatro alanında yazar bağlamında boşluk olduğunu görmekte de gecikmedim. İsabetli bir karar vererek oyun yazarlığını seçtim. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı’nda memuriyetim de başlamıştı. Yani hem çalışıyor hem de okuyordum. İlk oyunumla başlayan beğeniler beni iyice özendirdi. Hele oyunum İstanbul’da Ergun Köknar-Suna Pekuysal Üsküdar Oyuncuları’nda sahnelenince, oyun yazarlığını iyice benimsedim ve yaşamımın parçası oldu bu uğraş.

 Oyunlarınız birçok dile çevrilip sahnelendi, sahneleniyor. Evrensel konuları ele almanızın yanı sıra oyunlarınızın birçok ülkede sahnelenmesinin asıl nedenlerinin neler olduğunu sorsam?

Kısaca özetlersem oyunlarım evrensel temaları, karakterleri ve sağlam hikayeleriyle birçok ülke tiyatrosunun ilgisini çekiyor. Bu üç özelliğe sahip oyunlarım tüm Avrasya ülkeleri, Balkanlar, Orta Avrupa ve giderek ABD’ye doğru yaygınlaşıyor.

Boyacı, Matruşka, Çığ dünyada en çok sahnelenen oyunlarınız. Diğer oyunlarınıza göre bunların öncelikli olarak seçilmelerini nelere bağlıyorsunuz?

‘Boyacı’ öncelikle çok başarılı bir komedidir. Ayrıca yeni, yani günümüz insanının geldiği nokta itibarıyla da önem kazanıyor. ‘Matruşka’nın; aşkın tüm olumsuzluklara karşın yaşanılası bir durum olduğunu eğlenceli bir şekilde anlattığı ve az kişili bir mobil oyun olduğu için yaygınlaştığını söyleyebilirim. ‘Çığ’ın ise, korkmanın ve susmanın çözüm getirmeyeceğini önermesiyle öne çıktığı bir gerçek.

Ancak dünyada yaygınlaşan yalnızca bu üç oyun değil. Örneğin ‘Kadıncıklar’ da yaygınlaşmaya başladı. Ayrıca dünyada barışı kadınların sağlayabileceğini anlatan ‘Ziyaretçi’, politikacıların yeniden seçilebilmek için adlarını parlatmak zorunda olduklarını anlatan ‘Helikopter’ oyunlarım da… Ve henüz ülkemizde sahnelenmeyen ancak insanın mutlu olabilmesi için ne zengin olmasının ne de yoksul kalmasının yetmeyeceğini anlatan “Ah Bir Yoksul Olsam”, köklü değişiklikler olmadan geçici önlemlerle kadın sorununun çözümlenemeyeceğini anlatan ‘Kadın Sığınağı’, terörün her türlüsünün çözümsüzlük getireceğini anlatan ‘Çıkmaz Sokak’, sevginin her sorunu çözeceğini ve sürünün bile bilinçli bir halka dönüşebileceğini anlatan ‘Kızılırmak’ yaygınlaşan oyunlarımdandır. En son oyunum olan ‘Brutus Ya da Jul Sezar’ın Katli’nin de birçok ülkede yaygın olarak sahneleneceğini söyleyebilirim. Zaten birçok ülkede repertuvarlara alınmaya başlandı şimdiden.

Oyun yazmak öyle kolay bir şey değil. Mesajı, kurgusu, akışı, izleyenleri avucuna alması… Bu anlamda Tuncer Cücenoğlu’nun, hayatı cümlelere ilmek ilmek işleyerek yazdığı oyunlarının ortak paydası ve başarısının sırrı…

Evrensel temalı, karakterlerin olduğu ve sağlam öyküleri olan oyunlar yazmış olmam. Çünkü bir oyun ancak o zaman kalıcı olabiliyor ve dolayısıyla da dünya tiyatrolarında önü açılabiliyor.

Günümüzde oyun yazarlarının çok az olmasının nedenleri?

‘Yazdım oldu’ anlayışı. Ancak biz ulusal yazarlar bağlamında şanslı bir ülkeyiz. Örneğin Haldun Taner, Turgut Özakman ve benzeri birçok ulusal yazarımız vardır ve hepsi de önemlidir. Bizdeki sorun evrensel oyun yazarlarımızın olmamasıdır. Aslında bu dünya ülkelerinin de sorunudur.

‘KENDİN PİŞİR KENDİN YE’ ANLAYIŞIYLA OLMAZ BU İŞLER!

Çok oyun sahneleniyor ama iyi oyunlar bir elin parmaklarından az. Bunun nedeni kolaya kaçmak olabilir mi ya da başka?

Az önce anlattığım üç temel ön koşula uygun oyun metinleri olmamasından kaynaklanıyor bu durum. Bir de “Kendin pişir kendin ye” anlayışıyla olmaz bu işler.

Geçtiğimiz haftalarda Rusya 6. Ufa Tuganlık Tiyatro Festivalinde jüri üyesi olarak görev yaptınız. Oradaki oyunları izlerken gerek oyunlar gerek oyuncular konusunda neler oldu dikkatinizi çeken, en bariz göze çarpan?

Söz konusu festivalde Rusya Federasyonu’ndaki halkların tiyatrolarının ne kadar güçlü olduğunu gördüm. Oyunculuklar ve özellikle de rejiler çok üst düzeydedir. Klasikler yeni yorumlarla yaşam bulurken, rejisörlerin de çok yaratıcı olduklarını gözlemledim. O coğrafyada oyuncu sorunu da yoktur.

Rusya’dayken Nazım’ı da ziyaret ettiniz. Nazım’la ilgili neler geçti düşüncelerinizin kaleminden? Nazım sizin için ne ifade ediyor?

Nazım 20 inci yüzyılın en büyük şairidir. Mücadelesiyle ve düşünceleriyle de ustalarımdan biridir benim. Nazım’ın Moskova’da yatmakta oluşu hüzün vericidir kuşkusuz. Ancak mezarının tarumar edilmekten uzak oluşu da sevindiricidir. Hele hele Gogol, Çehov, Bulgakov, Stanislavski ve Yefremov’la yan yana yatması ayrıca gurur vericidir.

 ‘Gerçekten iyi yazılmış’ dediğiniz oyun var mıdır, hangisi?

Bir oyuna bağlamak yanlış olur… Shakespeare’in Hamlet, Macbeth, Moliere’in Hastalık Hastası, Cimri, Arthur Miller’in Cadı Kazanı, Satıcının Ölümü, Peter Shaffer’in ‘Amadeus’, Çehov’un Martı, Gogol’un Müfettiş… Uzar gider liste. Bu oyunların çoğu etkilemiştir beni.

Şöyle bir baktığınızda ya da düşündüğünüzde; tiyatro dünyasında neler sizi rahatsız ediyor?

‘Kendin pişir kendin ye!’ anlayışı çok rahatsız ediyor beni. Apartmanların küçücük odalarında tiyatro yapıldığının sanılması da. Ayrıca bazı saçmalıkların ve yazar olduğu sanılan kişilerin yazdıklarının ısrarla oynanması. Amatör toplulukların, çağdaş ve deneysel çabalar olarak değerlendirilmesi ya da sanılması da.

Hürriyet

Paylaş.

Yanıtla