Usta televizyoncu Metin Uca: Ayağa kalkın, silkinin, tepki gösterin!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[BURAK ABATAY ]Usta televizyoncu ve gazeteci Metin Uca, 8 yıl aradan sonra Destek Yayınları etiketiyle “Alışmadık Gözde Lens Durmaz” adlı kitabını okuruyla buluşturdu. Yine her zamanki gibi sorularını doğrudan soran Metin Uca, kara mizahın ve güldürünün de unsurlarından faydalanıyor. Metin Uca ile bir araya geldik, kitabını ve günümüz mizahının hâlini konuştuk

■8 yıllık aradan başlayalım. Yeni bir kitabı çıkarmak için 8 yıl uzun bir süre değil mi?
Birazcık bilgilerin süzülmesini bekledim. Özellikle son 5 yılda iyice çıldırma noktasına gelen toplumsal bir delirme yaşıyoruz. Benim en önemli özelliğim toplumsal sorunlara yönelik mizah üretmekti. İster TV’de haber programcılığı olsun, ister yarışma olsun, ister de sahne üstü gösterisi olsun. Fakat birincisi, bu delirmenin içerisinde bunun çok çabuk eskidiğini ve zorlandığını gördüm. İkincisi medyanın başka alanlarında, özellikle sosyal medyada ve özellikle Gezi’den sonra çok hızla gelişen, genç arkadaşlarıma gıpta ile baktığım bir bakış açısıyla ve yeni bir mizahla karşı karşıya kaldık. Buna karşı da “n’oluyor?” demek zorundaydım. Baktığınızda mizah dergilerinin kapanmalarının temel nedenleri yalnızca parasızlık ya da ilgi azalması değil. Bu yeni alanın güçlenmesinin de katkısı vardı. Bunun için bekledim. Kitabın bütününü 2-3 yıllık bir süreçte yazdım.

■Deneme yanı ağır basan bir kitap değil mi?
Evet. Kitabın bütününde bir söylem birliği yok. Birden fazla tarihten öykü ve çıkış noktasıyla, kimi zaman gerçeği, kimi zaman o gerçek üzerinden oluşturulan kurgudaki sonuçla görebildiğimiz bir kitap karşınızdaki. Bugünü anlamaya ve anlamlandırmak için yaptım. Öyküler basit olabilir ama çabuk okunmasını istiyorum. Çünkü diğer alanlarla yarışmasını istiyorum. Dijital medyadaki hıza ulaşmasa bile oradaki mantığa alternatif oluşturacak, bir şey yaratmak istedim. Bunun için uğraştım.

Tarihin bir ucu bugüne değmeli
■Kitapla beraber nasıl bir söylemde bulunuyorsunuz?

Tuhaf bir tarih övünürlüğü, tuhaf bir tarih fetişizmi ile de garip biçimde yüz yüze kaldık. Böyle bir ortamda ben bir tarihçi olmamama rağmen tarihten çok yararlanmış biri olarak tarihin içerisinde bir yerlere ulaşmaya çalıştım. Küçük şeylerin tarihi. Kitapta da böyle aslında. Anlatırken tarihin bir ucunun bugüne değmesi gerektiğini düşünüyorum. Benim özgeçmişimle başlıyor kitap. 13.11.1961 tarihli Hürriyet gazetesinin birinci sayfası var. Baktığınızda hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Bu dönemde tek farkı o tarihte hırsızlar utançlarından yurtdışına kaçıyorlar. Şimdiyse aynı yüzsüzlükle devam ediliyor. Gelinen noktada belli aşınmalar var. Ben bu sancılı döneme tanıklık etmiş son 15 yıllık buyurgan iktidar ve gücün her şey olduğunu zanneden ve başkasına yaşam hakkı tanımayan anlayışın son 4 yıldaki delirme sürecinde yaşananları not etmiş, sonuçlarını katlanmış ve bunu da bir şekilde anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmış biri olarak bir dizi gözlem yaptım. Kitap bunların özetidir. Sorulara cevap vermeye çalışmaktır. Ayağa kalkın, silkinin, tepki gösterin, farklı olun ve gücünüzü hissedin demenin yumuşak, kulaktan kulağa fısıldama yöntemidir. Bağıra çağıra söylemiyorum bunu. Tarihte de böyle oldu. Ama bak hiçbir şey ayakta kalmamış. “Bu kaos da sonsuza kadar sürmez. Ama sen kendi gücünden emin ol!” demek istiyorum.

■Sanırım bir umut vaat ediyorsunuz…
Toplumsal alzheimera karşı bir fosfor hapı olsun istiyorum. Beyinleri canlandırsın istiyorum. Çünkü bırakın 1 yılı, 3 ay öncesini unutmaya başladık artık. Yıl dönümlerinde ölü sayısı üzerinden bir şeyleri nedenini sorgulamadan hatırlamaya çalışıyoruz. N’oldu da birden bire Hatay’da bomba patladı da sonrasında Ankara’da nasıl 101 kişiyi birden katledebildiler? Nasıl cüret edebildiler. Oradaki güvenlik görevlileri hiç mi fark etmediler? Yani şunu demek istiyorum; soruları hayatın her alanında çoğaltabilirsiniz. Bazılarına işlemeyen hukuk, bazılarının başında boza pişirmeye devam ediyor. İlk önce adalet duygusunu kaybettik. Kaybettiğimiz adalet duygusu toplumun içerisindeki sorunları ve eşitsizlikleri de beraberinde getirdi. Mesela 11.4 olan çift haneli bir işsizliği, geçen aylarda 9.9’a düşmesi için bir gazete haberi şöyle duyuruyor: “Tek haneye inmesi için 1.56 oran kaldı.” Bakış açısının böyle olduğu ortamda bütün anlatım gücünü kullanarak, bize dayatılan illüzyonun ne olduğunu tanımlamalıyım. Kitapta 4-5 yıl içerisinde kaybettiğimiz insanları kazanmaya yönelik bir not var. Aptalca da olsa bir iyimserlik içerisinde. 11 milyon insanın yoksulluk nedeniyle sosyal yardımla yaşadığı bir ülkede geleneksel, emekten yana insanların, yanımızda olduğunu hissettiğimiz isimlerin nasıl olur da örgütlü gericiliğin kucağına itildiğini, hangi çıkarlarla orada tutulduğunu soruyorum. Ve o insanların kazabileceğine dair bir inanç da taşıyor bu kitap. Onlara ulaşmasa bile, onlara ulaşabilecek olan insanlarda bile soru işareti yaratsa, bunun önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. İşte bu amaçla yazdım kitabı.

Sözümü söyleyeceğim yolları buluyorum
■TV’den kopup bu soruları kitapla sormak bir yol, evet. Ama bir dezavantaj mı?
TV’de haberciliği 2003 yılında bıraktım. Beni 15 yıl önceki o efsane programla hatırlıyor insanlar. Benden sonra da nitelikli iş yapan insanlar oldu. İsmail Küçükkaya devam ediyor. İrfan Değirmenci yapıyordu. Gülmecesini yitirmiş bir halkın, sorunlarla dolu bir yaşam içerisinde karikatür çizecek yer kalmamıştı. Biz çok şanslıydık çünkü haberin karikatürünü çizebiliyorduk. Haber yapılamayan bir yerde haberin karikatürünü çizmek artık imkânsız. O yüzden TV’de benim bugünkü koşullarda yapabileceğim tek şey yarışma programlarıydı. Bu kulvarda kalanlar arasında en iyi on adamdan biri olarak kalmaya çabaladım. Hâlâ da onu sürdürüyorum. Ve kirlenmediğimi de düşünüyorum. Ne siyaseten ne de mesleki olarak… TV’de yarışma sunmaya devam edebilirim. Sözümü söyleyebileceğim yolları bir şekilde bulup söylüyorum.

■TV’de olmamak eksiklik mi?
Bu TV’de olmamak eksiklik değil. Nitelik anlamında başarılı bir işte olacaksam neden olmasın? Bana son 15 yılda gazetecilik yaptırmadılar. Son 15 yılda sahnelerde ve yarışamalarda anlatıcılık kaldı. İyi ki de öyle olmuş.

■Neden?
Kötü bir şey yapmaktansa yapmamayı tercih ederim. Dalkavuk medyada da, karşısında duran medyada da özveriyle çalışan, gazeteciliğin evrensel kurallarına sahip çıkmış insanlar var. Bu insanlar uğraşıyor. Ama 4 bine yakın da işsiz gazeteci var. Ve bu gazetecilerin büyük çoğunluğu yalnızca gazetecilik yapabiliyor. Benim en büyük şansım, gazetecilik için yola çıkıp eş zamanda birden çok kariyer planlamasıyla yürümüş olmam. O yüzden ayaktayım ve karşınızdayım. Bizden daha yetenekli arkadaşlarımız şu an gazetecilik yapamıyorlar. Tam da burada insanlara sormak lazım: “Kardeşim senin sevdiğin yazar bir gazeteden atıldığında, sevmediğin adamlar iş yaptığında neden protesto etmiyorsun? Neden almaya devam ettin gazeteyi? Neden TV’de dizin kaldırıldığında bunu sormadın?” Ayıplı mal aldığında tepki veriyorsan, dizin 5. bölümde kaldırıldığında da dönüp hesabını sorabilirsin.

■TV’de mizah bitti mi artık?
Çok yeni bir mizah başladı. Akıllı genç yazarlar, gündelik hayattaki ilişki durumlarından yola çıkarak çok hoş şeyler üretiyor. Bunun ilk örneği sevseniz de, sevmeseniz de Gülse Birsel’dir. Ben çok seviyorum. Cem Yılmaz’ın son filminde sadece iyi seyircilerin anlayabildiği çok sevdiğim göndermeler vardı. Kümesin içerisindeyken komşularla sıfır sorun esprisi Cem Yılmaz’ın zekasının çok güzel örneğiydi. Bunlar çok küçük örnekler ve TV’deki karşılıkları çok daha zor. Niye yok sorusunun yanıtı da hazır. Düşünsenize, bakan konuşurken programlaması gereği soru soran çok sevimli bir robotcuğun formatlanıp, susturulması ve aynı gün bir otomobil firmasının otomobilinin Mars’a yollaması neden siyasi mizahın olmayacağının da kanıtı. Güzel örneklerle ve kişisel duygularla yapılan mizah ve soyut mizahla yürüyebiliyoruz. Siyasi mizah yok. Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın kabare geleneğiyle yaptığı mizah şimdi neden olmuyor? Gülmecesini yitirmiş bir ülkeyiz çünkü. Çok yetenekli genç bir ekibin yaptığı Güldür Güldür var. Ama sadece ve sadece ilişkiler ve durumlar üzerinden yapılan bir komiklik. Toplumsal sorunların bu gülmecenin içine girme şansı ne yazık ki yok. Sadece sevgili Cem Yılmaz’ın birkaç incelikli esprisiyle sınırlı kalıyor. Bunun da TV’de karşılığı yok.

Siyasi mizah eksik
■Ferhan Şensoy’un yarattığı mizah Şahan Gökbakar’a mı evrildi?
Bu soruyu her ikisine de sormak lazım cevap için. Ama Gökbakar’ın yaptığı yaşadığımız bozulmanın bir eleştirisi. Kendisine farklı bir seyirci bulduysa, hiç sinemaya gitmeyen başka bir seyirci filmlere geldiyse bu da başarıdır diye düşünüyorum. Ama Ferhan Şensoy hepimizin ustası. Hepimizin çok şey borçlu olduğu birisi. Ferhan Abi’nin mizah yapabilmesi onun yeteneğinin göstergesidir. Diğerleri niye var diye sorma hakkımız yok. “Bu ona mı evrildi?” değil. Bence Şahan Gökbakar’ın da, Cem Yılmaz’ın da, TV’deki mizah programlarının da olduğu mizah anlayışımızda şu an sorun şu, siyasi mizah eksik ve algıda da oluşan korku. Robot susturuluyorsa bunun gülmecesinin olması lazım. Ama ben bundan bahsedersem başım derde girer, bunun yeri yok ve işimi kaybederim diye korkuyor insanlar.

■Siz, Erdoğan’a karşı Jan Böhmermann’ın mizah seçeneğini tercih eder miydiniz?
Erdoğan’ın eleştirilecek çok yanı var ama Böhmermann’ın yaptığında insaf sınırlarını zorlayan bir saldırganca bir sövgü var. Ama burada kedi çizdi diye Musa Kart’a dava açılmasını anlamıyorum. İkisi aynı değil. Bir Alman elbette mizah yapabilir. Merkel’i kara dul olarak şeklediyorlar. Kolay mı biz bunu yapalım? Trump’ın k*çını tekmeleyen bir oyuncak yapmışlar Almanya’da. İnsanlar sokaktan geçerken hayrat olarak tekmeliyor. Mizah yapan biri olarak Böhmermann’ın hakaretini görmek üzüntü verici. Ama Almanya’da temizlik malzemesiyle Erdoğan’ı eleştirmesi çok sevimliydi. Ona kızamazsınız. Zeka taşıdığı sürece gülmece sınırsız. Bu ülkede Şair Eşref, Neyzen Tevfik ve İncili Çavuş yaşamış. Buralardan geliyorsunuz. Gülmecesini yitirmiş, yakın çevresi tarafından dahi kontrol edilemeyecek kişiler olduğu müddetçe onun getirdiği ürküntü daha büyük oluyor.

■Sırada neler var?
Yeni başlayan bir gösterim var. O da tarihle ilgili. “Bunu mu demek istedin?” sorusunu sorarken yaşadığımız günlere tarihten, yemek odasından, yatak odasından ve tuvalet üzerinden bakıp küçük şeylerin tarihinin aslında ne kadar büyük olduğunu anlatmak istedim.

***

Erdoğan’la yüz yüze program yapmak isterim

■Erdoğan’la yüz yüze bir program yapmak ister miydiniz?
Elbette. Onunla konuşurken de espri üretmek isterim. Ben bunu herkese yapıyorum. Ama bir takım yarı tanrılar oluşmuş.

■Erdoğan onlardan birisi mi?
Evet. Titanlar gibi bir şey oluşmuş. Yalaklık ve dalkavukluk için tanrının yer yüzündeki gölgesidir diye açıklama yapan adamlar bir anlamda gerçeği söylüyorlar. Öylesine denetlenemez bir güç ki ellerindeki, kişinin kendisini böyle hissetmesi normal. Bu kültür dalkavulukluğa çok yatkın bir kültürdür. Bu kültürde soytarılık kavramı tuhaf durumlara düşmek için kullanılır. Oysaki Shakespeare’in eserlerinde soytarı gerçeği söyleyen kişidir. Öbür türlüsü dalkavuktur. Dalkavuklar “Şeyh uçmaz, mürit uçurur”u da ortaya çıkardığı için kimse ses çıkarmamalı noktasında. Sonra yaptığınız en ufak bir eleştiride sizi soytarı olmakla suçlarlar. Evet soytarıyım! Var mı ötesi? Ama ben Shakespeare’i okuyarak soytarı oldum. Sen neyi okumayarak ve neyi yalayarak dalkavuk oldun? Sen de onu söyle. Bunlar aklı, izanı yitirmiş durumdalar.

Birgün

Paylaş.

Yanıtla