Zabel’in Düşündürdükleri

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Sinem Sinan Göknur

BGST Tiyatro Zabel oyunuyla bu coğrafyanın öncü feministlerinden Zabel Yesayan’ın hayatını sahneliyor. Zabel Yesayan, 1878’de İstanbul’da, Üsküdar’da doğup büyümüş Batı Ermeni edebiyatının önde gelen isimlerinden devrimci bir yazar ve entellektüel. 1915 sonrası inkâr politikalarına paralel olarak uzun yıllar Türkiye edebiyat çevrelerinde ismi geçmemiş, çok yakın bir döneme kadar kültürel belleğimizin dışına itilmiş bir kaynak.  Öyle ki, eserleri ancak son on-on iki yılda Türkçe’ye çevrilmiş. Zabel Yesayan’ın “yeniden keşfedilmesi” hikayesi ise maalesef böyle değerli birikimlerden mahrum şekillenmiş Türkiye solunun ve hatta kendisini muhalif gören pek çok entellektüelin sömürü ve tahakküm pratiklerini nasıl da içselleştirebildiğinin hazin bir örneğini teşkil ediyor [1]. Benim burada değinmek istediğim konu ise BGST Tiyatro’nun Zabel Yesayan gibi devrimci feminist bir figürü sahneye uyarlarken devrimci politik anlayışta öne çıkan toplumsallık ve tarih akışı ile feminist politikada yeri büyük olan öznellik ve gündelik hayatı, bu katmanların aralarında hiyerarşi kurmadan, fakat birbirine de indirgemeden, aynı anda, yan yana verebilmesiydi. Oyunu yazan arkadaşların bu jesti bence günümüze çok hitap ediyor.  Zira bir taraftan içinde bulunduğumuz anın vahametine inat, tarihsel eşitlik, adalet, ve özgürlük ümidini yaşatırken; öbür taraftan da, eril tarihin hiddetli yıkıntı dönemlerinde bile gündelik hayatın politik pratikleriyle en küçük çatlaklarda yeni bir hayata ve başka bir dünyaya can suyu verebileceğimizi hatırlatıyor.

Oyunda bir tarafta Birinci Dünya Savaşı gibi, veya İttihat ve Terakki hükümetinin ön ayak olduğu Ermeni soykırımı gibi, veya Stalin’in Rus devrimini gasp ederek kendi diktatörlüğüne dönüştürmesi gibi tarihin büyük T harfiyle üzerimize boca ettiği ve etmeye devam ettiği, hepimizi misli misli aşan bir zaman katmanı var.  Diğer tarafta ise erkeklerin geleneksel olarak burun kıvırıp gün içinde terk-i diyar eyledikleri ve kapıyı geride bıraktıkları kadın, çocuk ve düşkünlerin üstüne kapadıkları mahrem hayatın gündelik zamanı var.

Tarihin o büyük T’lisi bizi aşar muhakkak.  Ama bir taraftan da bu tarih sen ben gibi etten kemikten olsa bile, insanlığın kolektif üretim gücünü ve iradesini bir şekilde kendine mal edebilmiş “er” kişi ve zümrelerin nesillerdir hayatın içine sıçıp sıvama becerisinin, yani kolonyalist sömürünün hikayesidir diyebiliriz. Hatta kolaylık olsun diye buradan itibaren buna kısaca “eril tarih” diyelim. Evin gündelik hali ise eril tarih akışında çok da esamesi okunmayan bir gayri-tarih gibidir, sanki tarihten ziyade bir döngü.

Eril tarih otoyol gibi dümdüz kurgulanmıştır, hadımköy’den ta fezakent’e uzayıp gider; halbuki evin içinde kimse asfalt dökmeye kalkmaz, anca asfalt dökenin de, emir verip döktürenin de gün gelir lokması dökülür evde. Tabi gayri-tarih deyince konu ister istemez ölüme geliyor, çünkü Zabel oyununda da gerçekte de, sanırım erkeğin terk-i diyar eylediği alanlardır yaşamı doğum ve ölüm bütünlüğüyle var edebilen.  Erkek kafası ise eril tarih boyunca anca hayattan korkup ölümü yüceltmiş, ölümden korkup hayatı bileylemiştir. Ne ala, kanlı-bileyli bir hayat, kalaylı-küflenmez bir ölüm…

Halbuki işin bu yanına girmesem daha iyiydi, “tarih” gibi önemli meselelerden bahsederken “ölümlülükle” kimsenin keyfini kaçırmanın alemi yok; keza, eril tarih, ne idüğünü tarif etmekte giderek zorlandığımız “insanlığın”, ne idüğü çok belli sandığı “beden”i aşma çabasıdır da bir taraftan. Gerçi bu çabanın günümüzdeki beyhude panzehiri de maalesef tarihi bedene, yani öznel ölçekli bir zamansallığa hapsetme eğilimidir diyebiliriz… Yani bir kuşak öncesinin devrimciliği toplum tahayyülünde özneye dair dengeyi tutturamayıp, bedeni hakir görüp, bedensel arzuları tabu kabul edip, gündeliği es geçip, mahrem güç dinamiklerini hiçe saydıysa; bizim kuşağın buna başkaldıran tarzının politik zaafı da kurtuluşu bunun tam zıttında araması olmuştur sanırım.

Bizim nesil, feminist ve LGBT+ mücadele sayesinde, kişisel ve bedensel olanın politikliğini geçmişe oranla büyük ölçüde idrak edebildi, fakat bu sefer de politikamızın eti-sütü neoliberal kapitalizmi besler hale gelen “birey” mitosuna gömülüvermesi tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Halbuki bedeni aşıyoruz derken, eril tarihin -lafa gelince dinlemesine doyum olmayan- vaatlerini boş boş yaşatan inkar timlerine dönmek ile mineral zengini bedenlerimizin gönüllü madencisi kesilmek arasında sömürüye hizmet açısından değişen çok bir şey yok. Feminist politikanın gücü bu iki ölçeğin birbiriyle ilişkisini kaybetmeden ve bilhassa aralarındaki tezat ve çelişkilerden de beslenerek yolunu çizebilme potansiyelidir bence.

Zabel’de tarihselin ve gündeliğin yan yanalığı da bize feminizmin bu gücünü hatırlatır nitelikteydi. Hapishane ve evin içi, sorgu masası ve sohbet, kayıp ve doğum, gardiyanlık ve yarenlik, alıkoyulan tarih ve bedende kayıtlı bellek bir taraftan birbirlerini tamamlayıp, diğer taraftan aralarındaki tezatlarla bir katmanın aksattığı ya da yok ettiği ihtimalin diğeriyle açılabileceğini hatırlatır gibiydi.  Hele bir an vardı ki, kadınların telaşlı atışmalarıyla karikatürize edilmiş doğum ritüeli bize asıl şarlatanlığın muktedirlerin  paranoyalarından beslenen sorgu masalarında, düzmece ve usulsüz mahkemelerde icra edildiğini görmeye sevk ediyordu. Yaşam vermenin naçiz hafifliği karşısında ölüm saçmanın küstah ağırlığı…

Eril tarihin buhranları bir taraftan da sahne olduğu kolonyal sömürü ve iktidarın istikrar ve meşruiyet krizi yaşadığına işaret eder.  Zabel’in ve onun gibi nicelerinin devrimci feminist politikalarını tarihin ve anın gereklerine göre geliştirmeyi becerebilirsek ben inanıyorum ki sömürü tarihi eninde sonunda emeğin tarihine dönüşecek, ve o zaman erkekliğin incinebilirliğini ancak karşısındakini kendinden aciz bir konuma sokarak savuşturan zihniyetini değil, aksine en hassas yerinden bir başkasını doğurmanın cesaretine haiz bir zihniyeti ciddiye alacağız ve elbette yeni ciddiyetimiz kasım kasım kasılan cinsten olmayacak.

[1]Referans makale: Hazal Halavut (2016) https://www.arasyayincilik.com/tr/makaleler/zabel-yesayani-kesfetmek-ya-da-bir-zamanlar-felaket/3

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Sinem Sinan Göknur

Yanıtla