Berlin’de Aykırı Bir Ruh: Rüçhan Tolgay ile Devrim, Tiyatro ve Hayat Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[GazeteDuvar’da yayımlanan ve Elçin Öz, Şebnem Oğuz ve Süreyya Karacabey tarafından gerçekleştirilen söyleşiyi ufak düzenlemelerle Mimesis okuyucuları için paylaşıyoruz.]

Rüçhan Tolgay böyle cesaretle, inançla, tutkuyla 50 yıldan fazladır tiyatro yaptı. Hayatını önce kendi ülkesi ile ‘sınırladığı’ ama şimdi ‘devrim dünyanın neresine lazımsa orada hemen yapılmalı’ dediği bir devrimci olarak yaşadı… İşte Çerkes Ethem’in yeğeni komünist bir annenin kızı Rüçhan Tolgay’ın hikayesi…

Rastlantısal bir Berlin buluşması, yollarımızı araştırmacı-yazar sevgili Emrah Cilasun’la kesiştiriyor. Emrah’ın coşkulu rehberliğinde “aykırı” Berlin’in peşine düşüyoruz. Berlin’in alışılmadık sıcağında saatlerce süren gezimiz güzel dostluklara yol açmakla kalmayıp Emrah’ın annesi sevgili Rüçhan Tolgay’ı çıkarıyor karşımıza. Gezimizin belki de en “aykırı” noktası oluyor bu tanışma. Varlığıyla, duruşuyla, yaptıklarıyla çok etkileyici bir kadın Rüçhan Hanım. Kendi ifadesi ile bir komünist, bir tiyatrocu ama her şeyden önce bir özgür ruh; yaptığı her işi tutkuyla yapan bir insan. Bütün bu özelliklere sahip olmak yeterince etkileyici ama Rüçhan Hanım’ı daha da özel kılan düşündüğü, inandığı gibi yaşama cesaretine sahip olması, bundan hiç ödün vermemesi. Öyle ki üst-orta sınıf bir aileye mensupken çok erken yaşlarından itibaren tercihini ezilenden yana kullanıyor. Tiyatro tutkusunu politik inançlarıyla da birleştirerek özgür ve yaşadığı toprağın insanlarına değen bir tiyatro yapmakta ısrar ediyor ve bu uğurda okumak üzere gittiği Avrupa’yı ve başka bir anlamda yerleşik-düzenli bir hayatı terk ederek yıllarca Anadolu’nun her noktasını karış karış dolaşıyor. Bir ömür süren gönül yoldaşlığını ve anneliği de her türlü kuralın ötesinde yaşayabilme cesaretini gösterebiliyor; ne imzaya ihtiyaç duyuyor hayat arkadaşlığı için ne de anneliğin kutsallığına sığınmayı istiyor dünyaya getirdiği çocuğuyla ilişki kurarken. ‘Devrim’i gerçek anlamda yolun kendisi kılıyor yaşamıyla ama devrime inancını da hiç yitirmiyor. İyilik, güzellik, dostluk, dayanışma ile örülü Rüçhan Hanım bir o kadar da mütevazı; yaptıklarının altını çizmeyi, fazla görünür olmayı sevmiyor sahnede geçen bir ömre rağmen. “Ben pek kendi adımı kullanmayı sevmiyorum. Yaşam felsefem bu, benden sonra bir şey kalsın istemiyorum. Bir ağaç, bir böcek gibi ne bileyim kocabaş hayvanlar gibi ölmek ne güzel; filler bile ölüyor, koskoca bizden çok daha büyük bir yaşam gidiyor, koskoca bir ağaç kuruyor; bizden çok daha sağlam bir yaşam gidiyor ama hiçbir izleri yok. Niye biz insanlar bu kadar egoistiz, bizden sonra bir şey kalsın; ben şunu yaptım bu kalsın istiyoruz” diyor.

Ne ki, biz bu umut ve ilham veren hayat hikayesi yakın çevresinde kalmasın istiyoruz. Ne güzel ki bizle söyleşmeyi kabul ediyor sevgili Rüçhan Hanım. Pilot bir babanın ve Çerkes Ethem ailesinden bir annenin kızı olarak doğuyor Rüçhan Tolgay. Koruyucu, kızlarına hayran bir baba ve devrimci bir anne ile yetişiyor. Şöyle anlatıyor çocukluğunu:

“Benim babam Mevlevi sülalesinden, Konyalı. Kendisi daha evvel pilottu. Bizler Eskişehir’de doğduk; Konya’da büyüdük. Babam pilotluğu bıraktıktan sonra Konya’ya yerleştik ve müthiş özgür bir çocukluğumuz oldu. Çocukluğumuzda asıl önemli olan figür annemizdi. Annem Çerkes Ethem’in yeğeni, Çerkes Reşit Bey’in kızı. Çok seneler sonra Türkiye’ye gelmişler. Türkçesi mükemmel değildi ama kendisi, düşünceleri çok mükemmeldi. O dönemde kimsenin sahip olamayacağı, komünist bir anneye sahiptik biz. Evimizde sınırlar vardı ama bu toplumun çocuklara gösterdiği sınırlar değildi. Örneğin annemle babamın konuşmalarından birinde, babam çocukları için üniversiteden birincilikle mezun olmaları gibi dileklerde bulunurken, annem, ‘benim tek arzum çocuklarımın iyi bir şekilde, devletin temeline tuğla olmayacak bilinçle yetişmeleridir’ dedi ve ben bunu hiç unutmadım. Aynı anne beni 1972 yılında Erenköy tren istasyonundan Diyarbakır Cezaevi’ne yolcu ederken dedi ki; ‘Canım sen çok deli bir kızsın, çocukluğundan beri senin önünde duramıyorum; fakat bu sefer durum çok ağır Rüçhan, kendine çok dikkat et ve herhangi bir yerde başına bir şey gelirse, isterse 100 kişi sana tecavüz etsin, tek görevin yaşamaktır. Sen utanılacak hiçbir şey yapmıyorsun, sana onu yapanlar utanacaklar ama sen başın dik geri döneceksin.’ Ve maalesef son görüşüm o oldu annemi; 7-8 ay sonra vefat etti ve ben Diyarbakır’da içerdeydim. Böyle bir annemiz vardı ve onun elinde biz o kadar özgür yetiştik ki.”

Peki bunca yoğun ve tutkulu yaşamın içinde Rüçhan Hanım kendi anneliğini nasıl yaşadı?

“Annemizin o konuda da bir sözü vardı; ‘biz çocukların hepsini severiz ama inanın bana annelik kutsal değil; toplumda insanlar eşit olduğu zaman, anneler de, babalar da eşit, çocuklar da herkesin çocuğu ve sevgi dolu olmak zorunda’ derdi. Benim Emrah’la ilişkim bir yoldaşlık ilişkisi. Onu çok çok severim ama Emrah kadar sevdiğim birçok genç arkadaşım vardır. Öğrencilerimi çok severim, o kadar severim ki senelerce evimde barındırırım onlara hiçbir zarar gelmesin diye, hatta Emrah’a yapmadıklarımın çoğunu öğrencilerime, genç arkadaşlarıma yapmışımdır. Emrah’la tartışmalarımız çok vardır ama bu tartışmalarımız hiçbir zaman bizi kopmaya itmez; bilakis bizi hep yukarı çeker, olgunlaşmamızı sağlar hem benim hem onun açısından. Ben zaten tiyatro hayatım boyunca da hep genç arkadaşlarımdan çok şey öğrendim. Emrah’la ilişkimde anne-çocuk ilişkilerinde toplumun anladığı ana-oğul, ana-kız kutsallığı yoktur. Zaten hayatımda kutsallığın yeri yoktur.”

Tiyatro tutkusu Rüçhan Hanım’ın çocukluğunda başlıyor. Daha lise yıllarında tiyatro okumaya kararlı ama Avrupa’da okumak istiyor. Hatta öyle ki lise yıllarında konservatuar sınavları için bir arkadaşını hazırlıyor ve sınavda ona eşlik ediyor. Arkadaşı kazanamıyor ama o gün konservatuar hocaları başta Melek Ökte olmak üzere Rüçhan Tolgay’ı keşfediyorlar ve konservatuvarda öğrenci olması için ısrar ediyorlar. Fakat konservatuara sığmıyor Rüçhan Hanım ve tiyatro tutkusu peşinde Avrupa macerası başlıyor. O yılları ve sonrasını Rüçhan Hanım’dan dinleyelim.

GALATA KÖPRÜSÜ’NDE GAZETE TİYATROSU…

“O yıllarda yurtdışında olmam ve yurtdışındaki gençliğin 68 rüzgarıyla tanışması belirleyici oldu. İlk defa 1964’de Nice’e gelmiştim, Nice’i beğenmedim, Münih’e geçtim, böyle maceralı bir dönemimdi. 68 çok fırtınalı bir şekilde geliyordu, biz o rüzgarla hazırlandık. Amaç toplumu kökünden dalgalandırmak, toprağı eşmekti. Bir süre sonra orada olmak bana anlamsız gelmeye başladı. Avrupa’da okuyordum ama daha çok kendi yetiştiğim topraklara dönük düşünüyordum (bugün daha değişik düşünüyorum). Kendi yetiştiğim toprakları, oradaki insanları, onların halini düşünüyordum. Eğer devrim yapılacaksa Anadolu’da yapılmalı ve ben de bunun bir parçası olmalıydım. Türkiye’ye döndüğümde gençliğin de böyle düşündüğünü gördüm. Tabii ki ben tiyatro açısından bakıyordum ve yaptığım işi de Anadolu’ya dönük yapmak istiyordum. Türkiye’ye dönüşüm de böyle bir teklifle oldu. Sonradan beraber olduğum Ali Haydar Cilasun Türkiye’deydi ve bana ‘gel burada turne tiyatrosu yapacağız’ dediğinde, hiç düşünmeden bir hafta içinde karar verdim, her şeyi terk ettim ve Türkiye’ye geldim. Fakat Türkiye’de sanat camiasının benim gibi düşünmediğini gördüm. Bir kere sanat camiası birbirini hiç sevmeyen bir camiaydı. Evet kimisi sol düşünceliydi. Bugün hâlâ sahnelerde olan çok saygı duyduğum Genco Erkal veya o dönemlerde Engin Cezzar, Gülriz Sururi İstanbul’daydı; Ankara’da, çok sevdiğim ve saydığım Asaf Çiğiltepe’nin başında olduğu Ankara Sanat vardı; maalesef kaybettiğimiz çok değerli tiyatrocular vardı fakat onlar büyük şehirlerin tiyatrolarında çalışmak istiyorlardı ve sol ya da burjuva demokrasisini destekleyen aydınlar bu tiyatrolara severek gidiyorlardı. Alkışlanıyorlardı ve seviliyorlardı. Sonra boş bir zaman bulduklarında dört-beş büyük şehre gidip ‘Anadolu’da turne yaptık’ diyorlardı. Bu benim için hiç yeterli değildi ve zaten o tiyatrocularla bir araya gelmeme imkân yoktu, düşünce tarzı olarak. Bir kere o tür tiyatro bana tersti, tiyatro yapacaksam özgür düşünmeliydim. Hangi sınıfın tiyatrosunu yapacaktım? Almanya’da özellikle Hannover’deyken Piscator’un çok üzerinde durmuştum. Ve Piscator direkt ‘proleter tiyatrosu yapılmalı’ diyordu ve bunun için de Berlin’de Metropol Tiyatrosu’nu açmıştı. İşçilerden oluşan oyuncular yetiştirdi ve çok büyük, çok etkili oyunlar oynadı. Ayrıca ben tiyatronun sahnelere kapanmasına karşıydım. Örneğin Türkiye’ye geldiğimin ilk aylarında Galata Köprüsü’nde bir hafta süren bir gazete tiyatrosu yaptım ki o zamana kadar hiç böyle bir şey yapılmamıştı. O zamanlar Cumhuriyet, Milliyet bir de Akşam ve zannediyorum Politika gazetesi vardı. Bu gazetelerden haberler kesmiştim. Haberlerin bir akışı vardır biliyorsunuz; 1. sayfada çok yer verilen büyük bir olay daha sonra 2., 3. sayfaya düşer. Sonraki gazeteler o büyük olayın 3 gün sonra ne hale geldiğini anlatır. İşte ben her gün sürmanşetten verilen büyük haber hangisiyse onun akışını anlatıyordum. Çok güzeldi, hemen hemen 7-8 gün sürdü ve sonrasında polisler bizi alıp Sirkeci’ye götürdüler. Onlar da hiç böyle bir şeyi bilmiyorlarmış; ‘gazete okuyacaksanız gidin evinizde okuyun, milleti durdurdunuz, trafiği durdurdunuz’ dediler. Neyse böyle bir hafta yaptık ama baktık ki çok sıkışıyoruz, sonra kaçtık oradan. O zaman hiçbir profesyonel tiyatrocu benimle buna giremezdi.”

Devrimci fikirleriyle Türkiye’ye gelen Rüçhan Hanım, sonra 50 yıldan fazla hayat arkadaşı olan Ali Haydar Cilasun ile birlikte Sahne Anadolu Topluluğu’nu kurarak Anadolu’yu boydan boya geziyor; her gün farklı bir yere gittikleri de oluyor, birkaç gün aynı yerde kaldıkları da. Aldığı Alman tiyatrosu disiplininin ve kendi titiz kişiliğinin de etkisiyle önemli tekstli tiyatro örnekleri koyuyorlar sahneye, bazen ajit-prop örnekleri sayılabilecek köy seyirlik oyunları da oynuyorlar. “Muhtar Anamı Kaçırdı”, “Dilenciden Dilediğin”, “İpotekli Tarlalar”… Turne tiyatrosu ölçülerini aşan bazen 38 kişiyi bulan kadrolarla dolaşıyorlar Anadolu’yu. Büyük ilgi görüyorlar ve elbette büyük baskı. Öyle ki tek başına Beytüşşebap kaymakamı tüm Türkiye’de yasaklı olmalarına neden olabiliyor. Baskılar öyle büyüyor ki, kendisi de sonradan bir saldırı sonucu hayatını kaybeden ve yakın dostları olan Doğan Öz, burada çemberin onlar için çok daraldığı, belki yurtdışına gitmeleri gerektiği konusunda uyarıyor. “Görünür bir iş yapıyordum, yeraltına geçemezdim diyor” Rüçhan Tolgay ve 1978’de Almanya maceraları böyle başlıyor.

PETER STEİN’İN İSTEĞİ İLE PROFESYONEL TİYATRO

“Ben profesyonel tiyatroya çok karşıydım; Türkiye’de inatla demeyeceğim ama kendi inancımla durduğum için hiçbir profesyonel tiyatronun teklifini kabul etmemiştim. Turne tiyatrosu yapsam bile, her tiyatroya ara verdiğimde gençler için oyunlar sahneliyordum; çocuklar için her sene bir defa çocuk tiyatrosu yapıyordum. Berlin’e geldiğimde de bunları yaparak tiyatroya devam etmek istedim, profesyonel tiyatrolarda çalışmam dedim… Berlin’de iltica talebinde bulunmadan kalıyordum; nasıl kalacağımı da bilmiyordum. Ama daha gelir gelmez Berlin Kültür Senatörlüğü bana kendi bünyesinde reji asistanlığı işini teklif etti; daha çok baş dramaturji gibi bir şey yapacaktım, bana verilen oyunu incelemeye başladım. Bu arada eşim dedi ki; ‘Beklan geldi Türkiye’den, seni mutlaka görmek istiyor.’ Türkiye’de kimse tanımaz beni; bir tek Beklan Algan tanır, hatta çok enteresan tanışmamız vardır. İki devletin arasında 1926’da mı, 27’de mi bir sanat anlaşması yapılmış; sanatçıların değiş tokuşu ile ilgili. ‘Rüçhan böyle bir kadro getirmek istiyorum Türkiye’den, burada çekirdek olmak ister misin’ deyince, ‘biliyorsun ben hiçbir şekilde profesyonel kadrolarla oynamak istemiyorum’ dedim. ‘Ama işte şu kadar para verecekler’ dedi, ‘Beklan biliyorsun beni para ilgilendirmiyor, hiç istemediğim bir tiyatro yapmaktansa hayatım boyunca aç kalabilirim. Hayatım boyunca hiç aç kalmadım, tiyatro da beni hiç mağdur etmedi. Her zaman için yeteri kadar, karnımı doyuracak kadar parayı buldum; beni hiç ilgilendirmez’ dedim. Evimiz bile yoktu, başka bir arkadaşla beraber onun evinde kalıyorduk ama beni yine de ilgilendirmiyordu. Bir iki defa konuştu benimle, baktı ki olmayacak, reddediyorum. Sonra bir gün ‘Rüçhan sana bir teklifte bulunacağız’ dedi. ‘Kiminle bulunacaksınız’ dedim, ‘Peter Stein’la’ dedi ve Peter Steine’a beni ikna edebileceği sözü verdiğini ekledi. O zamana kadar Peter Stein’den haberim yoktu. Ve bir kafede Peter Stein bizi bekliyordu. Peter Stein bana, ‘Hemen şimdi kabul et, inan bana bu kadroyla hiçbir ilgin olmayacak senin, sadece provalara girip çıkacaksın. İster arkadaşlarınla konuş ister konuşma ama Alman tiyatrosu disiplininde seni koruyacağım’ dedi. Düşündüm düşündüm, dedim ki, ‘sizin için kabul ediyorum’. Sonra geldiler işte büyük oyuncularımız.”

Bu profesyonellik deneyimi iyi gelmiyor Rüçhan Tolgay’a; o günlerin en önemli kazanımı “çok şey öğrendim” dediği Peter Stein ile tanışması, birlikte çalışması ve ekipteki herkesten ayırdığı “hatırası çok büyüktür” dediği ve insanlığı kadar müzisyenliğine de çok kıymet biçtiği Ergüder Yoldaş’la çalışması oluyor.

Berlin’deyken yolu bir başka önemli tiyatrocu ile de kesişiyor Rüçhan Hanım’ın. İşin aslı, Fransız devrimci tiyatrosunun önde gelen isimlerinden, kendisi de evsizlerle, bağımlılarla, sokak çocuklarıyla tiyatro yapan Armand Gatti, 1992 yılında Rüçhan Hanımı buluyor. Bu tanışmaya sebep Rüçhan Hanım’ın o dönemde, daha önce hiç tiyatro deneyimleri olmamış hatta tiyatro izlememiş ev kadınlarıyla yaptığı tiyatro. Ama öncesi de var, Berlin’de Alman Çocuk Esirgeme Kurumu’nda kız çocuklarıyla yaptığı çalışma.

EV KADINLARI TİYATROSU

“Bu ev kadınları tiyatrosu hayatımın apayrı bir dönemidir. Schaubühne’de çalışırken iki kanser ameliyatı oldum, sesim gitti. Tabii ki o sesle sahneye çıkamazdım, bir de müzikal oynuyordum. 9 ay evde kaldım. Bu arada bir sürü teklifler geliyordu. Bir teklif de Berlin’deki Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan geldi. Dediler ki ‘68’li arkadaşların burada kurduğu, çocukların okuldan sonraki boş zamanlarını geçireceği bir yer var; burada bir sürü çalışma odası var, hepsini çalıştırıyoruz ama tiyatro odası bir türlü çalışmıyor’. Gittim 2-3 hafta denedim; sadece kız çocuklarla çalışmaya başladım. Kızlarla çalışmaya başlamamın nedenlerinden biri kadın sorunudur. Gittiğim zaman kız çocukları kendi yaşlarındaki erkek çocukları tarafından o kadar eziliyorlardı ki. Daha büyükleri daha da kötü eziyorlardı. İki hafta içinde bunu sezdim. Sonra ben kızlarla çalışacağım dedim. ‘Nasıl isterseniz, tiyatro odasını oluşturun ki, tiyatro odası çalışsın’ dediler. Peki dedim ve başladım çalışmaya. Sonra kızlar gelmeye başladılar. Ben dört tane kız seçtim. O kızların anlatımıyla başka kızlar da gelmeye başladılar ve bir tiyatro kurdum. Bu yalnız tiyatro çalışması değildi. Zaman içinde müthiş bir kültürel çalışmaya dönüştü. Genel kültürel çalışmaya ve tam bir siyasal çalışmaya dönüştü. Orada 33 sene çalıştım. Yaptığım iş o kadar doyurucu ve güzeldi ve ben yaptığım işi o kadar sevdim ki. Çok savaşçı bir karakterim var; belki onun için habire kanser olup duruyorum (Rüçhan Hanım sık sık vurguladığı gibi dördüncü kanseri ile savaşıyor şu sıralarda). Çok zorlu bir çalışma hayatım oldu; Anadolu’daki tiyatro çalışmam, devletle yaptığım kavgam veya buraya gelip Schaubühne’de yaptığım tiyatro çalışması. Bunların hepsini bana unutturdu bu gençlerle, çocuklarla yaptığım çalışma. Tiyatro çalışması yapıyordum çocuklarla beraber. Sonra bu çalışmayı yavaş yavaş çocuk literatürüne döndürdüm. Sonra o kadar ileri gitti ki çocuk literatürü ve tiyatro çalışması; artık bir profesyonelliğe dönüştü. Edebiyatta o kadar ileri gittik ki çalışan çocukları Berlin yarışmalarına girmeye teşvik ettim. Ben yarışmaları hiç sevmem, tiyatro yarışmalarına falan onun için hiç girmemişimdir ama bu çocukların aile durumları çok sorunlu; belki kendilerine daha çok güvenirler diye teşvik ettim. Yazdıklarını önce Berlin çapındaki yarışmalara, sonra Almanya çapındaki yarışmalara gönderdim. Kızlarımın 3 tanesi profesyonel tiyatro sanatçısı, 2 tanesi profesyonel yazar, 1 tanesi profesyonel müzikçi oldu. Ben profesyonel değilim ama onlar profesyonel. Benim yaptığım işe artık kimse Çocuk Esirgeme Kurumu demiyordu. Berlin hükümeti, Berlin Senatosu özel bir bütçe ayırmıştı. Hakikaten yüksek bir bütçe. Ben de sonuna kadar, kendi maaşımı da üzerine koyarak çocuklara harcıyordum o bütçeyi. Ve bir kızım, edebiyat dalında, Fatma (Fatma Ölmez) Avrupa birinciliğini aldı; çok çok güzel bir eseri vardı, hâlâ bende.”

“Ben bu projeye devam ederken kadın çalışmalarımız çok ilgi gördü ve örnek gösterilmeye başlandı. Eğitim Senatörlüğü toplantılarında da sürekli bahsedildiği için yalnız kadınlarla çalışan başka bir projenin çalışanı bana geldi ve dedi ki; ‘Rüçhan Hanım sizden bir şey rica edeceğiz, bizim para almamız için bize bir tiyatro oyunu sergiler misiniz? Küçük bir şey olsun.’ Kabul ettim, başladım. Yalnız oyunu benden 20 gün içinde istiyorlardı. Dedim ki ‘ben sihirbaz değilim ki hayatında hiç tiyatro yapmamış insanlara tiyatro yaptırtayım. Kimler yapmak istiyor’ diye sordum. 40-50 tane kadın ‘ben de istiyorum, ben de istiyorum’ dedi. ‘Tiyatro gördün mü’, ‘tiyatro nasıl yapılır’ falan derken bir tanesi bana dedi ki ‘getir bana 4 tane kaşık, bak ben sana bir oynayayım da nasıl tiyatro yapılır göstereyim.’ Ona ‘sen şöyle dur, sen bana lazımsın’ dedim. Hepsi evliydi kadınların, hepsi çocuk sahibi, hepsi kocalarından dayak yiyor. İşe gidiyorlar, geliyorlar, çocuklarına yemek yapıyorlar, evde iş yapıyorlar, bir de geceleri kocalarını tatmin ediyorlar ama yine de dayak yiyorlar. Oyunun adı ‘Kanlı Balad’. Kadınlara soruyorum, diyorlar ki bizim hayatımızda yumruk var, kavga var, bizim çocuklarımız bunlarla büyüyorlar. Her bir kadına iki satırlık veya biraz destansı şekilde ikişer mısralık tirat yazdım verdim. Okuması yazması da yoktu kadınların çoğunun. Bir kadın vardı lise mezunu, iki kadın da buraya gelip gittikten sonra okuma yazma kursuna gitmişlerdi. Onlara ezberlettim. Oyun günü belediye başkanı da gelecekti. Kadınlar iyi de Rüçhan Abla dediler burada kan yok, kan dökelim. Dedim ki tiyatro yapan arkadaşa, git bana 15-20 çile kıpkırmızı yün al. Aldı getirdi, şaşkın şaşkın baktı, ne yapacağız diye. Ben aynı zamanda çok güzel tiyatro dekoru yaparım. Bu çileleri açın dedim, ta arka odaya kadar götürün; oradan itibaren aralarına parlak şeritler koyarak çileleri kan şeklinde taa sokağa kadar uzattım; yani biz sokakta değiliz ama sokağa böyle uzanıyor, belediye başkanının geleceği yere kadar uzanıyor. Onlar geldi, yerlere bakıyorlar, her yer kıpkırmızı işaretlerle, yollarla dolu. Kadınlar çıktı, 20 dakika oynadılar. Belediye başkanı kalktı, bütün erkanı ile alkışladı, bütün kadınlar da alkışladılar; kurumun başında olan arkadaşa dediler ki, ‘size her sene 20 bin Alman Markı vereceğiz’. Şaşırdılar bizimkiler. Tamam arkadaşlar dedim artık ben kendi asıl işime döneyim; kendi projelerime, çocuklarla çalışmaya döndüm. Onlarla çalışırken de sürdürüyordum ama yarım güne indirmiştim. Ama orada kalmadı, kadınlarla oyunumuzu sergiledikten sonra iki tane kadın geldi çalıştığım yere o tiyatro oynayan kadınlar arasından. ‘Rüçhan Abla biz düşündük taşındık, seninle devamlı tiyatro yapmak istiyoruz’ dediler. ‘İyi de çocuklar burası o kadar dolu ki, artık sizin gibi bir grubu alacak halim yok’ dedim. ‘Hayır biz, bir bütün olarak proje yapmak istiyoruz, bizim orada tiyatro yapalım’ dediler. ‘Çocuklar bunu yapamam, saatim elverişli değil’ dedim. ‘Sen hangi saatte istersen, gece saat 12’de bile olsa yaparız’ dediler. ‘Sizin kocalarınız var, yapamazsınız’ dedim. ‘Dayak da yesek yapacağız’ dediler. Aynen böyle, inanın bana.”

BEN DAHA SIFIR YAŞINDAYIM…

“Ve bu çalışma dokuz ay sürdü. Dokuz ay; sabah ve gece. Çocuklarla geliyorlardı, çocuklar sandalyelerin, masaların üzerinde uyuyordu. Dans çalışması yapıyorduk, vücut çalışması yapıyorduk. Bizim oyunumuzun adı Kanlı Balad olmasın, çok kitch oluyor bana göre, ‘Elektra Balade’ olsun dedim. Elektra eski Yunanca’da kadın demek. Elektra Balade, yani Kadınlar Destanı. Müzikal olacaktı ve müzisyenlerle de çalışıyorduk. Neşet Ertaş’ın oğlu da piyanistti, o sene onun diploma senesiydi. ‘Rüçhan abla ben her gün geleceğim provaya’ dedi. Dört müzisyen, on bir tane ev kadını, bir de bendenizdik. Çalışma faslı korkunçtu. Benim tiyatro çalışmalarım hiçbir zaman rol gösterme değildir, benim tiyatromda rol yoktur, gerçek hayatın içindedir. Ben hep hayatın içinden, onların kendi durumlarından örnekler vererek sahnedeki rollerini yapmalarını istiyordum. Size bir örnek vereyim; çok uzun hikayesi ama, bir kız çocuğu vardı masada artan ekmeklerden annesine götürüyordu. Merak edip annesini ziyaret gittiğimde hep ağlayarak kapının arkasından bakardı. O kadını sahneye getirmek istedim. Lise mezunu olan kadına dedim ki, bunu sen anlarsın Filiz, sana anlatayım bunu ve oyna. Bak kadın çok dindar, böyle kapanıyor, tam bir Kürt kadını ve berdel kadını. Yani bir adım atsa Erzurum’daki, Dumlu’daki iki köy birbirine girecek, burada bir adım atsa babası silahla kapıda bekliyor. Ben bu kadını evden çıkarttım ve özgürlüğüne kavuştu ama Türkiye’dekilerle korkunç şeyler yaşadı, neyse. Bu kadını Elektra Balade’da sahneye getirdik. O sahnede kadınlar hep dağa çıkıyorlardı; dağda bir ışık görüyorlardı; burada Murathan Mungan’ın ‘yanar bir gün dağda ışık, ateşler yanar…’ dizelerini kullanmıştım. O çağrışımla da müzik yaptım. Dağa çıkarttım kadınları. Evden kurtulan kadınların hepsi dağa çıkıyorlardı. Ve kendi dünyalarını yaşamaya başlıyorlardı. (Ama biz tabii şehirdeki kadınlara dönüyorduk her seferinde; fabrikadaki kadına dönüyorduk.) Ve iki kadın dağda konuşurken bu Kürt kadın da duyuyordu ve ‘siz kimsiniz’ diyordu; öbürleri de ona diyorlardı ki ‘sen nereden geldin, kaç yaşındasın, senin yaşından haberin yok mu?’ Öyle bir konuşması vardı ki ‘ben kaç yaşımda olduğumu bilmiyorum ve ben kimim bilmiyorum’ diyordu ve kendi ismini çağırıyordu ‘Zeynooo..’ diye. Öyle bir çığlıkla çağırıyordu ki, ‘ben daha sıfır yaşındayım, şimdi doğdum’ diyordu o kadın. Bu sahne hâlâ çok meşhurdur, kızlarla karşılaştığım zaman derler; Rüçhan abla, ‘artık sıfır yaşında değiliz biz, yaşlandık’ derler.”

“11 kadın sonuna kadar oynadılar; bu 11 kişilik oyun son 10 senenin en güzel oyunu seçildi o dönem ve size sürpriz!.. 11 kadından hiçbiri artık evli değil, hiçbiri! Ve kadınlar kendilerine inanamadılar. Gazeteciler geldiler bunlara dediler ki, bize gerçeği söyleyin, Bayan Tolgay tabii ki rejisörünüz, ona soramıyoruz; kaç kişi amatör, kaç kişi profesyonel?

Şöyle bir şey yapmıştım; her oyundan sonra, 11 kadın da sandalyelerini alıyor, seyircinin ortasına veya sahneye oturuyordu. Bazen sahnede, bazen seyircinin ortasında oynuyorduk. Ve seyircilerle iki-üç saat tartışıyorlardı. Ben hiç karışmıyordum; gidip salonun en kuytu yerinde saklanıyordum, bakalım ne cevap verecekler diye izliyordum. Seyirciler arasında erkekler de oluyordu. Mesela benim doktorum baş seyircimizdi. Her oyunuma, çocukların edebiyat akşamlarına bile gelirdi ve ‘ben böylesine taze kan hiçbir yerden almıyorum Rüçhan’ derdi bana. Ama öyle bir şeydi hakikaten. Shaubühne’nin benden aldığı bütün o enerjimi bu genç kadınlarla çalışmam bana geri verdi. O kadar güzel bir çalışmaydı ki, şu anda ölmez de sağ kalırsam, bu hastalığı yenersem, yine kadınlarla bir proje yapmayı isterim, ama bu sefer kadınlar ve kız çocukları bir arada, belki biraz daha kalabalık bir grupla müzikal hazırlamak isterim.”

KAYPAKKAYA İLE TANIŞMA: KOMÜNİZMİN DERİNLİKLERİNDEN BİR ŞEY DİYORDU

Rüçhan Hanım’ın bu tutkulu tiyatro hayatına hep eşlik eden bir politik duruşu oldu. Belki tüm profesyonel teklifleri geri çevirip turne tiyatrosundaki ısrarının, inancının arkasında da bu yatıyor.

“Benim Türkiye’ye geldiğim dönemlerde Aydınlık grubu kurulmuştu. Aydınlık grubunun Kırmızı Aydınlık-Beyaz Aydınlık diye bir ayrışması vardı ve Beyaz Aydınlık çok hareketliydi. Tam benim hareketli olduğum, kendimi özgür hissettiğim alanlara yönelikti. İlkin bununla başladım. Çünkü toprak işgalleri vardı, 68 toprak işgalleri vardı ve bu işgallerin hepsine gidiyordum; Göllüce, Atalan, Söke toprak işgalleri.. Oradan çok arkadaşlarım vardır; hâlâ yaşıyorlar kendileri. Daha sonra Beyaz Aydınlık’ın içinde hiç de kabul edemeyeceğim ters şeyler oldu siyasi açıdan ve sosyalizm açısından, hatta ulusalcılık açısından bile ters şeyler oldu. Çok genç, kendisini tanımadığım bir arkadaş çıkmıştı aralarından ve bu arkadaş, benim çocukluğumda annemizin bize anlattığı, resmî ideolojinin birtakım okullarda bize öğretilen köklerine karşı ayağı yere basan argümanlar getiriyordu. Kimdir falan derken İbrahim Kaypakkaya ile tanıştım. Çok azdır görüşmemiz; daha çok onun kadrosundaki arkadaşlarla tanıştım. Bu arkadaşın düşünce tarzı ve düşünce derinliği beni hayretlere düşürdü. Çünkü herkes ‘tam bağımsız Türkiye’ diyordu, ‘eşit işe eşit ücret’ falan diyordu. Bu arkadaş ise başka bir şey diyordu; tam da komünizmin derinliklerinden bir şeyler söylüyordu. Dedim ki tamam ben bu arkadaşlarla beraberim. Türkiye’deki 12 senelik turne hayatım boyunca ve Türkiye’den ayrıldıktan, buraya geldikten sonra da bende etkisi devam etti. Tabii bilmiyorum kendisi yaşasaydı nerelerde olurdu ama şimdiki çizgimiz dünya komünizmini savunan, dünya halklarını saracak bir çizgi. Şu anda benim vatanımda devrim demiyorum, dünyanın her yerinde veya nerede en çok ihtiyaç varsa hemen orada devrim diyorum. Her yerde devrim, en gerekli şekilde, mümkünse hemen yapılmalı. Olması gereken bu. Ve hiç kimse benim diye düşünmemeli. O dönemde, özellikle Avrupa’dan Türkiye’ye döndüğümde düşünce tarzımdaki hatam, illa benim yetiştiğim topraklarda tiyatro yapayım, devrim yapayım dememdi. Ama şimdi öyle bir şey yok. Şu anda dünya tiyatrosunda biliyorsunuz tekstler kalkıyor, diller kalkıyor; vücut dili her şeyin yerini alıyor ve o vücut dilinin yanında göz dili her şeyi anlatıyor. Ben size öyle sahneler söyleyebilirim ki, Latin Amerika tiyatrolarında, bir kadın size hiçbir şey söylemeden yarım saat gözleriyle sahnede seyirciyle oynuyor ve seyirciler onunla birlikte yarım saat ağlıyor. Sonra herkes kendi kendine; ben niye ağladım diye düşünüyor. Ama ben niye ağladım derken, bu kadın niye ağlıyor diye düşünüyor. Ben ne söylersem söyleyeyim yarım saat kimse ağlamıyor benim için. Yani dünya tiyatrosu da çok değişti, tiyatroya bakışım da çok değişti. Ama bunun yanında politikadaki değişim, dünya halklarına doğru. Dünyanın her yerinde yaşayabilirim, her toprağında, nerede ayağımı basarsam orada emek sarf ederim ve karnımı doyururum. Hiç kimse bana hiçbir yeri yasaklayamaz. Kapıdan kovsalar bacadan girerim, bacadan kovsunlar denizden girerim, mutlaka girerim. Bana yasak koymalarına imkân yok. Böyle bir şey benim tiyatro anlayışım. Almanya’ya geldikten sonra Schaubühne’deki tiyatroda benim için en büyük derslerden biri Peter Stein’ın tiyatro anlayışı olmuştur. Yalnız Peter Stein’ın tiyatro anlayışı değil, şu an Türkiye’de herkesin biraz gülerek, küçümseyerek alay ettiği tuluat tiyatrosu da benim için çok önemlidir. Bence dünyanın en büyük ustalarından biri olan Muammer Karaca’nın yanında yaptığım 7-8 aylık tuluat tiyatrosunun köşe taşları öylesine işime yaradı ki burada; onunla beraber Peter Stein’ın tiyatrosu ve dünya tiyatrosunun geldiği yerde tuluat tiyatrosu. Türkiye’de buna sadece doğaçlama deniliyor. Hayır doğaçlama değil tuluat tiyatrosu. Bir kere anahtarı var; anahtarı çözdüğünüz zaman eline belgesini veriyorsunuz, o belgeyle üstüne yürüyor. Nereleri açıyor; isterseniz politikayı açabilirsiniz, isterseniz aşkı açabilirsiniz, isterseniz cinsiyeti açabilirsiniz ama bunu bir tuluat tiyatrosu disiplini içinde açabilirsiniz. Doğaçlamada böyle bir şey yok; doğaçlamada nereye götürürsen götürebilirsin, onu disiplinin içine alamazsın, tuluat tiyatrosu başka bir şey ve onu ben işte kadınlar tiyatrosunda uyguladım. Hâlâ tadı damağımda, bu kadar tatlı bir tiyatro yapmamıştım.”

Rüçhan Tolgay işte böyle cesaretle, inançla, tutkuyla 50 yıldan fazladır tiyatro yaparken, özellikle Anadolu yıllarında hep yanında olan, birlikte tiyatro yaptıkları bir yol arkadaşı, gönül yoldaşı da vardı; Ali Haydar Cilasun. Eşini 2 yıl önce 96 yaşında kaybetmiş Rüçhan Hanım. Sahne için yaratılmış olduğuna inandığı gönül yoldaşının oyunculuğu kadar özgür ruhuna da hayran kalmış. Hayatın içinde farklı dönemlerde farklı tutumlar alabilmelerini ve ‘biz’ dilinde ısrar etmemelerini, birbirleri için kısıtlayıcı olmadan yol açıcı olabilmelerine bağlıyor.

Söyleşimiz bitmeden şıklığına söz söylemeden geçemiyoruz. Rüçhan Hanım’ın şıklığı belki daha uzun üzerinde konuşulmayı hak ediyor. Çünkü Rüçhan Hanım kendisini bildi bileli yeni bir şey giymeyi reddediyor; kaç kez yıkanmış, apresi atılmış, kimyasallarından arınmış ve hikayesi olan şeyler taşıyor üzerinde ve çok da yakıştırıyor. Rüçhan Hanımı tanımaya ve tanıtmaya doyum olmuyor. Etkileyici hikayesinin umut ve ilham verici olması dileğiyle…

Kısa yaşam öyküsü

1946 da Eskişehir’de doğdu. Çocuk yaşta yerleştiği Konya’yı 17 yaşında terk etti. 1962’de Ankara’da başladığı tiyatro eğitimini 1965’de Almanya’da Hanover Tiyatro Okulu’nda sürdürdü. 1969-75 yılları arasında eşi Ali Haydar Cilasun ile birlikte kurduğu Sahne Anadolu Topluluğu’nda çalıştı. 1978’de politik baskılar nedeniyle oğlu Emrah Cilasun ile birlikte yurtdışına çıkarak Berlin’e yerleşti. 1979’da Berlin Kültür Senatörlüğü’nde, 1980-1983 arasında Peter Stein’ın kurucusu olduğu Schaubühne’de çalıştı. 1983-2011 arasında Deutsche Kinder Schützbund’da (Alman Çocuk Esirgeme Kurumu) tiyatro eğitmenliği yaptı. 1991-92 yılları arasında 11 ev kadınıyla Elektra Balade (Kadınlar Destanı) çalışmasını gerçekleştirdi. Halen Berlin’de yaşıyor.

Elçin Öz – Şebnem Oğuz – Süreyya Karacabey

GazeteDuvar

Paylaş.

Yanıtla