Rüçhan Tolgay ile Söyleşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

GazeteDuvar’da ve Mimesis’te daha kısa bir versiyonu yayımlanan ve Elçin Öz, Şebnem Oğuz ve Süreyya Karacabey tarafından gerçekleştirilen bu söyleşinin tamamını Mimesis okuyucuları için paylaşıyoruz.

Elçin: Nasıl bir çocukluk yaşadınız, nasıl bir ortamda büyüdünüz, yetiştiniz?

Rüçhan: Benim babam Mevlevi sülalesinden, Konyalı. Kendisi daha evvel pilottu. Üç büyük kardeş Eskişehir’de doğduk. Babam pilotluğu bıraktıktan sonra Konya’da büyüdük ve müthiş özgür bir çocukluğumuz oldu. Çocukluğumuzda asıl önemli olan figür annemizdir. Annem, Çerkez Ethem’in yeğeni, Çerkez Reşit Bey’in kızı. Çok seneler sonra Türkiye’ye gelmişler. Türkçesi mükemmel değildi ama düşünceleri çok mükemmeldi. O dönemde kimsenin sahip olamayacağı, komünist bir anneye sahiptik biz. Evimizde sınırlar vardı ama bu sınırlar hiç bu toplumun çocuklara gösterdiği sınırlar değildi. Örneğin annemle babamın tartışmalarından birinde, babamı çocukları için dedi ki; “benim tek arzum 6 çocuğumun da üniversiteden birincilikle çıkması ve dünyaya yayılması”, annem de dedi ki, “benim tek arzum çocuklarımın iyi bir şekilde yetişip, devletin temeline tuğla olmayacak bilinçle yetişmeleridir”. Böyle bir annemiz vardı ve böyle bir annenin elinde biz o kadar özgür yetiştik ki.

Elçin: Peki kendi annelik pratiğinizi nasıl anlatabilirsiniz? 1967’de evlenmeden çocuk doğurmaya cesaret etmiş bir kadınsınız. Devrimci bir kadın olarak anneliği nasıl yaşadınız?

Rüçhan: Annemizin o konuda da bir sözü vardı; “biz insanları severiz, çocukların hepsini severiz ama inanın bu konuda bana çocuklar, annelik kutsal değil” derdi. Toplumda insanlar eşit olduğu zaman, anneler de eşit, babalar da eşit, çocuklar da herkesin çocuğu ve sevgi dolu olur derdi. Ve ben Emrah’ı çok çok severim ama Emrah kadar kameraman arkadaşımı da çok severim; öyle birçok genç arkadaşım vardır. Öğrencilerimi çok severim, o kadar severim ki evimde barındırırım, senelerce evimde barındırırım onlara hiçbir zarar gelmesin diye, hatta Emrah’a yapmadıklarımın çoğunu öğrencilerime yapmışımdır, genç arkadaşlarıma yapmışımdır. Bizim Emrah’la çok tartışmalarımız vardır ama bunlar hiçbir zaman bizi kopmaya itmez; bilakis bizi hep yukarı çeker, olgunlaşmamızı sağlar hem benim hem onun açısından. Ben zaten tiyatro hayatım boyunca da hep genç arkadaşlarımdan çok şey öğrendim. Anadolu’dan çok şey öğrendim –hep söylerim, benim üniversitelerim Anadolu’dur yani Anadolu’dan öğrendiğimi hakikaten hiçbir yerden öğrenemedim- ve sonra genç arkadaşlarımdan öğrendim. Daha sonra Almanya’ya geldiğimde tekrar Peter Stein’den öğrendim. 78’den sonra tiyatroda düşüncelerimi yukarı çeken Peter Stein oldu. Ama Emrah’la beraberliğimde anne-çocuk ilişkilerinde toplumun anladığı ana-oğul, ana-kız kutsallığı yoktur. Zaten hayatımda kutsallığın yeri yoktur.

Elçin: Eşiniz Ali Haydar Cilasun’la ilişkiniz de çok etkileyici, uzun yıllar sürmüş (50 sene) ve hep evliliği reddederek sürdürdüğünüz bir ilişki. Bu kadar uzun ve içiçe bir hayat ama siz bu süreçte politik olarak çok farklı yerlere düşebiliyorsunuz. Siz ne söylemek istersiniz bu konuda?

Rüçhan: Şöyle bir şey var orada. Eşim çok olgun bir arkadaştı –epey yaş farkımız vardı-  ve çok özgür kafalıydı. Şu anda oğlu dahil olmak üzere çevremdeki hiçbir genç arkadaşım Haydar kadar özgür düşünemez. Onun için karşı cins diye kimse yoktu; insan insandı, kimle anlaşırsa çok rahat arkadaşlık kurabilirdi. Biz hiçbir zaman birbirimizi kısıtlamadık. Yalnız o kendisini kısıtladı. Anadolu’daki turne boyunca sürekli olarak bana dedi ki, istediğini yap, ben seninle beraberim. Ve hakikaten benim arkamda dev gibi, dağ gibi bir insan vardı Anadolu turnelerim boyunca hep kendisini öne atmıştır, bana siper olmuştur. O yüzden de Anadolu turnelerinde de pek ismim geçmez. O tarafıyla Haydar’ın benim yaşantımda çok büyük izi vardır. Çok çok ayrı düştüğümüz politik hatlar oldu ve hep söyledim de kendisine; sen nasıl düşünüyorsan, özgürsün. 96 yaşında vefat etti, ve çok özgürdü, ben de çok özgürdüm. Zaten dünyada benim özgürlüğümü kısıtlayacak hiç kimse yoktur. İçeride olduğum zaman bile çok özgür bir insandım, beynim o kadar özgür ki ne bir kelepçe dinler ne demir perde ve demir kapı…

Elçin: Konservatuara girişiniz nasıl olmuştu?

Rüçhan: (Kahkahalarla) Melek Ökte sağ olsaydı da anlatsaydı bunu, daha iyiydi. Çünkü pek inanılacak bir durum değildi ama Melek Ökte tiyatronun şeytanıydı zaten, herkes ona öyle der. Ben sınava arkadaşımı götürmüştüm, çünkü onu hazırlamıştım. 15-16 yaşındaydım, arkadaşım da 18 yaşındaydı. Fakat ben çocukluğumdan beri hep tiyatro yapıyordum. Aslında benim günlük yaşantım da tiyatroydu. Babamın kızıydım; babam eve geldiği zaman ben tiyatroya başlardım; önünde dans mı etmediğim kalırdı, jimnastik yapmadığım mı kalırdı. Bilmiyorum niye öyleydi, belki de biraz şımarıktım. O arkadaşımı hazırlamıştım konservatuar sınavına; birincisinde kendisi gitti kazanamadı, ikincisinde belki cesareti yoktur ben götüreyim dedim. Zaten her sene 7-8 kişiyi alıyorlar. Girdi sonra ağlaya ağlaya çıktı. Ne oldu yine mi kazanamadın falan. Son öğrenciydi, arkasından Melek Ökte çıktı, “ağlama çocuğum” dedi; “üç defa girme hakkın var, seneye yine girersin”. Ben de “boş ver Gökşin, neden ağlıyorsun” dedim, “seneye yine girersin”; bir sürü şaklabanlıklar yaptım. “Sen kimsin” dedi Melek Ökte. “Arkadaşıyım” dedim; “ben hazırladım oyunu”. “Sen niye kendin girmiyorsun” dedi; “ben girmiyorum, Avrupa’ya gideceğim” dedim. Sonra, “gel bakayım buraya” dedi; bu sefer ben korktum tabii. Neyse girdim içeriye. Zannediyorum oturanlardan biri Mediha Gökçer’di, biri Mahir Canova’ydı. Onların önünde baktım böyle. Çok çocuğum ama herhalde; “ne yapacağım” dedim. Melek Ökte’nin çok merakına gitti galiba, “nasıl eğittiysen öyle yap” dedi, ben de onu eğittiğim gibi oynadım. Beni alkışlamaya başladılar, “ne oldu” dedim. “Tamam kazandın” dediler. “Yok ben Avrupa’ya gideceğim” dedim, tamam dediler, ismimi ve adresimi aldılar. Babama telefon etmişlerdi; bize mektup yazmışlardı. Belki de mektup duruyordur. Sonra babam geldi, “tamam ama ben yatılı vermem, teyzesinin yanında kalacak” dedi. Teyzemin yanında üç hafta gidip geldim. Sonra isyan ettim. Çok isyancıyım, isyankârım falan. Babama dedim ki, seninle beraber geleceğim. Yavrum işte yapma etme, bak seni çok seviyorlar; yok dedim seninle beraber geleceğim. Annem dedi ki önemli olan onun özgürlüğü ve mutlu olması, sevmiyorsa lütfen al çocuğu. Döndüm geldim, çıkmış oldum.

Süreyya: Sizin döneminize ilişkin aslında en çarpıcı olan şey, politika ve tiyatro ilişkisi. Sizin tiyatro için Anadolu’yu tercih etmeniz siyasi görüşünüzün ürünü. Bütün bunlar düşünüldüğünde, o dönemdeki politika ve tiyatro ilişkisini siz nasıl çerçeveliyordunuz? İkinci soru olarak da o zamanki tiyatro algınızla şimdiki politika ve tiyatro ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Rüçhan: O yıllarda yurtdışında olmam ve yurtdışındaki gençliğin 68 rüzgarıyla tanışması belirleyici oldu. İlk defa 1964’de Nice’e gelmiştim, Nice’i beğenmedim, Münih’e geçtim, böyle maceralı bir dönemimdi. 68 çok fırtınalı bir şekilde geliyordu, biz o rüzgarla hazırlandık. Amaç toplumu kökünden dalgalandırmak, toprağı eşmekti ancak bu bir süre sonra bana anlamsız gelmeye başladı. Avrupa’da okuyordum ama daha çok kendi yetiştiğim topraklara dönük düşünüyordum. (Bugün daha değişik düşünüyorum) Kendi yetiştiğim toprakları, oradaki insanları, onların halini düşünüyordum. Eğer devrim yapılacaksa Anadolu’da yapılmalı ve ben de bunun bir parçası olmalıyım diyordum ve sonra Türkiye’ye döndüğüm zaman bütün gençliğin böyle düşündüğünü gördüm. Avrupa’daki gençlik de aslında böyle düşünüyordu ve şiddetli bir şekilde bu döneme girdik. Tabii ki ben tiyatro açısından bakıyordum ve yaptığım işi de Anadolu’ya dönük yapmak istiyordum. Türkiye’ye dönüşüm de böyle bir teklifle oldu. Sonradan beraber olduğum Ali Haydar Cilasun Türkiye’deydi ve bana gel burada turne tiyatrosu yapacağız dediğinde, hiç düşünmeden bir hafta içinde karar verdim, her şeyi terk ettim ve Türkiye’ye geldim. Fakat Türkiye’de sanat camiasının benim gibi düşünmediğini gördüm. Bir kere sanat camiası birbirini hiç sevmeyen bir camiaydı. Evet kimisi sol düşünceliydi. Bugün hala sahnelerde olan çok saygı duyduğum Genco Erkal veya o dönemlerde Engin Cezzar, Gülriz Sururi İstanbul’daydı; Ankara’da, çok sevdiğim ve saydığım Asaf Çiğiltepe’nin başında olduğu Ankara Sanat vardı; maalesef kaybettiğimiz çok değerli tiyatrocular vardı fakat onlar büyük şehirlerin tiyatrolarında çalışmak istiyorlardı ve sol ya da burjuva demokrasisini destekleyen aydınlar bu tiyatrolara severek gidiyorlardı. Alkışlanıyorlardı ve seviliyorlardı. Sonra boş bir zaman bulduklarında dört-beş büyük şehre gidip Anadolu’da turne yaptık diyorlardı. Bu benim için hiç yeterli değildi ve zaten o tiyatrocularla bir araya gelmeme imkân yoktu, düşünce tarzı olarak. Bir kere o tür tiyatro bana tersti, tiyatro yapacaksam özgür düşünmeliydim. Hangi sınıfın tiyatrosunu yapacaktım? Almanya’da özellikle Hannover’deyken Piscator’un çok üzerinde durmuştum. Piscator direkt proleter tiyatrosu yapılmalı diyordu ve bunun için de Berlin’de Metropol Tiyatrosu’nu açmıştı. İşçilerden oluşan oyuncular yetiştirdi ve çok büyük, çok etkili oyunlar oynadı. Ayrıca ben tiyatronun sahnelere kapanmasına karşıydım. Örneğin Türkiye’ye geldiğimin ilk aylarında Galata Köprüsü’nde bir hafta süren bir gazete tiyatrosu yaptım ki o zamana kadar hiç böyle bir şey yapılmamıştı. O zamanlar Cumhuriyet, Milliyet bir de Akşam ve zannediyorum Politika gazetesi vardı. Bu gazetelerden haberler kesmiştim. Haberlerin bir akışı vardır biliyorsunuz; 1.sayfada çok yer verilen büyük bir olay daha sonra 2.,3. sayfaya düşer. Sonraki gazeteler o büyük olayın 3 gün sonra ne hale geldiğini anlatır. İşte ben her gün sürmanşetten verilen büyük haber hangisiyse onun akışını anlatıyordum. Çok güzeldi, hemen hemen 7-8 gün sürdü ve sonrasında polisler bizi alıp Sirkeci’ye götürdüler. Onlar da hiç böyle bir şeyi bilmiyorlarmış; gazete okuyacaksanız gidin evinizde okuyun, milleti durdurdunuz, trafiği durdurdunuz dediler. Ben belki daha etkili olur diye yabancı dil konuşmaya başladım. Üniversite öğrencilerine dediler ki zaten bu gavur, siz buna ne uyuyorsunuz. Onlar da yok aslında o Türkiyeli, Avrupa’dan geldi falan dediler. Neyse böyle bir hafta yaptık ama baktık ki çok sıkışıyoruz, sonra kaçtık oradan. O zaman hiçbir profesyonel tiyatrocu benimle buna giremezdi.

Süreyya: Anadolu’da yaptığınız şeyler hocam, daha çok ajit-prop nitelikte miydi? Repertuarınızı merak ettim turne tiyatrosunda.

Rüçhan: Yok hayır, hiç ajit-prop değildi ama ben çok sokak tiyatrosu da yaptım. Köylerde, köy seyirlik oyunları türünde yaptığım sokak tiyatroları vardır. Onlarda ajit-prop yaptım. Çünkü köy seyirlik oyunlarında belki biliyorsunuzdur, köylü ağaya karşı bütün şikayetini söyler, ağanın eli kolu bağlıdır. Yani ağa tiyatro sahnesinden ona söylenen hakareti cezalandıramaz. Bense bunu başka türlü aldım, burada da Piscator’u uyguladım; köy seyirlik oyunlarda da ajit-prop tiyatrolarına gerek vardı, onları yaptım. Örneğin Şenkaya diye Erzurum’un bir kazası var, Şenkaya’da içeriye alındık hep beraber. Dedim size, eşim çok öne atlıyordu, bana cop vuracakları sırada önüme geçti, cop ona geldi, tükürük ona geldi, olmadık şey yapıldı ve ben hemen grubu toplayıp Şenkaya’da polislere ajit-prop tiyatrosu yaptım.  Komik olan şu, o polisler içinde Pol-Der’li polisler vardı, bizi alkışladılar; çok güzeldi. Oynadığımız büyük oyunlar, örneğin Muhtar Ağamı Kaçırdı 1200-1300 defa oynandı, beş sene sürdü. Hemen hemen her gittiğimiz yerde Dilenciden Dilediğin’i oynuyordum. Bize diyorlardı ki, ikinci oyunda “Muhtar Ağamı Kaçırdı oynar mısınız?” Veya İpotekli Tarlalar’ı oynuyorduk. Çok büyük, çok güzel bir oyundu İpotekli Tarlalar. Ağalar bile gelip izliyorlardı. Eşim ağayı oynuyordu ve ağaya hediyeler getiriyorlardı. Hala bende hatırası var; Siverekli ağanın eşime hediye ettiği ağır bir şalvar vardır, duruyor bende. Onlar bile gelip izliyorlardı. Ama mutlaka üçüncü, dördüncü gün bizden Muhtar Ağamı Kaçırdı istiyorlardı; o oyunun lezzeti onları çok tutmuştu zannediyorum, bilemiyorum. Sonra Dilenciden Dilediğin’i oynarken çok ağır cezalar görüyorduk. Beytüşşebap kaymakamı bizi Türkiye çapında yasaklayabiliyordu; ama ne yapalım dediğim gibi 68 rüzgârı daha devam ediyordu 70’li senelerde. İsim vermeden anlatayım, kendilerine zarar gelmesin; bazı kazaların kaymakamları, bazı şehirlerin yargıçları, savcıları bizlere yardım ediyorlardı, tutuklandığımız zaman ya suçüstü mahkemesine çıkarıp hemen serbest bırakıyorlardı veya yok ya, bunda tutuklanacak bir şey yok deyip, birbirlerini ikna edip, tutuklayanları ikna edip bizi salıyorlardı. En sonunda devlet bizi Türkiye çapında yasaklamayı başardı. Vefat ettiği için açıkça söylüyorum, kardeşim kadar yakınım olan Ankara savcısı Doğan Öz bize haber verdi; “maalesef çocuklar çok büyük bir ceza aldınız, tiyatro yapmanıza imkân yok artık” dedi. Yer altına geçmeme imkân yoktu çünkü ben tiyatrocuydum; çok özgürüm, onun için çıkmak zorunda kaldım. Oynadığımız tiyatrolar tekstli tiyatrolardı. Bir de ben o zaman tiyatroda çok katıydım; Alman tiyatrosundan gelen bir alışkanlığım vardı, katiyen tekstten tek bir kelime eksik kabul etmezdim. Rejiyi de ben yapıyordum bu oyunlarda. O kadar ciddi oyunlar götürdüm ki Anadolu’ya; Alman tiyatrolarının disiplininde, çok disiplinli. Şunu da söyleyeyim size, büyük kadrolarla gittim; yani benim için, turne tiyatrosu için büyüktü. 38 kişi olduğumuz dönemler oldu. Ve her gün veya her iki günde bir başka bir yerdeydik. Örneğin Aksaray o dönemlerde bir kazaydı, ama çok büyük bir kazaydı. Aksaray’da biz üç gün falan oyun oynuyorduk ve bütün çevre köyleri getiriyorlardı; dağlardan akıyordu. Bütün Ihlara Vadisi gelmiştir; Ihlara Vadisi’ndeki köyler bizi seyretmeye gelmişlerdir. Düşünün o dönemlerde buralarda oynadığım oyunlar o kadar disiplinli, o kadar katı oyunlardı ki, kulisteki en ufak bir iğne bile eksik olamazdı. Eğer eksik olursa ben oyunu yarıda kesebilirdim ve bütün kadro bunu bilirdi. Öyle bir kulis hazırlardım, öyle bir sahne dekoru hazırlardım, bütün tekniğiyle öyle bir ışık hazırlardım. Hazırlardım diyorum çünkü bunların hepsini ben kendi ellerimle yapardım. Bugün hala yaşayan arkadaşlarım vardır, benimle beraber tiyatro yapan arkadaşlarım vardır; bunların hepsini size anlatabilirler. Ve bana “Rüçhan güvenmiyor musun bize” derlerdi; “güveniyorum ama benim içim rahat etmiyor” derdim. Örneğin sahnenin önüne koyduğunuz kablo, bir oyuncu için dünyanın en tehlikeli kablosu, en tehlikeli tuzağı; olamaz böyle bir şey, o kablo orada olmayacak. Ama başka imkânımız yok derlerdi. Ben ise tiyatroda olmayacak şey yoktur, her şey mümkün derdim. Şunu söyleyeyim yalnız, Türkiye’de bizden başka da turne tiyatroları vardı. Örneğin Birlik Tiyatrosu, Ankara Birlik sonradan turne tiyatrosuna dönüştü. Önce Adana’da şehir tiyatrosuna girdiler. Sonra Halk Oyuncuları vardı. Yalnız bu oyuncular görünürdü. Ben hiç görünmezdim, İstanbul’da da görünmezdim. İstanbul’da çok müthiş kulisler vardı, hayatımda iki defa ya gitmişimdir ya gitmemişimdir. Bütün bu arkadaşlar kuliste toplanırlardı ama nedense bu insanlar birbirlerini hiç sevmezlerdi. Benim için çok enteresan olan oydu, çok kötü şeyler söylerlerdi. Ben Tuncer Necmioğlu’nu çok yakından tanıdığım için toz kondurmazdım; turne tiyatrosundan vazgeçmişti belki ama çok iyi bir tiyatrocuydu. Türkiye’de turne tiyatrosunun benim dönemimdeki eksiği beraberlik kuramamalarıydı. Burada benim de hatam vardır; ben görünmezdim çünkü, biliyorum. Buna ister burnu büyüklük deyin ister korkaklık deyin. Ama ben şundan da korkardım; benim kendime saygım çok büyüktür, kendime saygım olmadığı anda veya kendime saygımı kaybettiğim anda yaşamıyorum demektir. Bu yaşıma geldim, kendime hesap veremeyeceğim hiçbir şey yapmadım ne tiyatroda ne de hayatımda. Mutlaka yaparken, yapmadan evvel, onun hesabı bana nasıl çıkar, ben onun nasıl hesabını veririm bunu düşünmek zorundaydım. Bu benim tiyatrodaki, belki ilk kendime ait kuralım.

Süreyya: O dönemde Türkiye’deki rüzgârın da etkisiyle özellikle Brecht, Piscator gibi tiyatrocuların yerelle harmanlanması gibi fikirler vardı. Bu ulusal ölçekli tiyatro tartışmalarının da çok yoğun olduğu bir dönemdi. Daha sonra yurtdışında bu konudaki anlayışınızı nasıl sürdürdünüz?

Rüçhan: Şöyle diyeyim size ben komünizmle işe başladım, komünizmle büyüdüm, tiyatroya komünizmle başladım. Sosyalist falan demiyorum; kendime solcu demiyorum, ben komünistim ve böyleyim, böyle kabul ediyorum. Ben profesyonel tiyatroya çok karşıydım; Türkiye’de inatla demeyeceğim ama kendi inancımla durduğum için hiçbir profesyonel tiyatronun teklifini kabul etmemiştim. Türkiye’de olduğum dönemde turne tiyatrosu yapsam bile her tiyatroya ara verdiğimde gençler için oyunlar sahneliyordum; çocuklar için her sene bir defa çocuk tiyatrosu sahneliyordum. Yani bunu devamlı yaptım. Berlin’e geldiğimde de tiyatro yapmak istemiyordum. Berlin’in oyuncuları diye bir tiyatro grubu vardı, ne olur gel abla rejimize falan bak dediler; meşhur Anahtar Gülfidan mı diye bir oyun var. Gittim dedim valla çocuklar bu oyunu baştan aşağı değiştirmek isterseniz yapayım ama sizin yaptığınıza devam edemem. Öyle bir tiyatro görüşmem oldu o kadar. Profesyonel tiyatrolarda çalışmam dedim çünkü artık Alman Tiyatrosu da benim için bitmişti. Alman tiyatroları; hala kendilerini çok iddialı görürler ama dünyanın diğer yerlerinde çok daha iyi, gelişmiş ve gelecek vaat eden büyük tiyatrolar vardır, büyük oyunlar oynamaktadır.

Berlin’de iltica talebinde bulunmadan kalıyordum; nasıl kalacağımı da bilmiyordum. Ama daha gelir gelmez Berlin Kültür Senatörlüğü bana kendi bünyesinde reji asistanlığı işini teklif etti; daha çok baş dramaturji gibi bir şey yapacaktım, bana verilen oyunu incelemeye başladım.,Bu arada eşim dedi ki; ‘Beklan geldi Türkiye’den, seni mutlaka görmek istiyor.’ Türkiye’de kimse tanımaz beni; bir tek Beklan Algan tanır, hatta çok enteresan tanışmamız vardır, onu size anlatayım. İzmir’de Güzelyalı’da Rüya Sineması’nda Muhtar Ağamı Kaçırdı’yı oynuyoruz ve çok disiplinliyim tiyatroda. Sahnedeyim, çok da ağır bir sahne. Kulisten konuşma sesleri geliyor, çıldıracağım. Sahne bitti, kulise girdim ve kulisi yöneten arkadaşa kim bu sesi yapıyor dedim. Efendim misafiriniz var dedi. Çıkar bu misafiri buradan dedim; herkes kulisten çıkacak, hiç kimse kalmayacak; ne zaman oyun biter, misafirimiz kimse o zaman konuşuruz dedim ve derhal tekrar sahneye girdim. Bilmiyorum kim olduğunu ve Beklan’ı da hayatımda hiç görmemiştim. Sonra oyun bitti, baktım, böyle duran bir arkadaş kuliste; efendim ben Beklan Algan, misafiriniz dedi. Ben de çok özür dilerim ama Beklan Algan da olsanız çıkmak zorundaydınız dedim ve o zaman beni alkışladı. Sonra zaman zaman Tekirdağ’da oynadığımızda, galiba bir de Bursa’da oynadığımızda, değişik oyunlarımızı görmeye geldi. Kendisi Türkiye’ye on gömlek büyük gelen çok güzel bir oyun sahneledi, Adsız Oyun ve dedi ki, ne olur gel, biraz ara ver turneye, Adsız Oyun’u benimle birlikte yap. Dedim yok, gelemem; siz Adsız Oyun’u turneye çıkaramazsınız ki dedim; öyle kaldı. Sonra da zaman zaman görüştük.

Türkiye ve Almanya arasında 1926’da mı, 27’de mi bir sanat anlaşması yapılmış; sanatçıların değiş tokuşu ile ilgili. Beklan da bunun için Berlin’e gelip benimle görüştüğünde ‘Rüçhan böyle bir kadro getirmek istiyorum Türkiye’den, burada çekirdek olmak ister misin’ deyince, ‘biliyorsun ben hiçbir şekilde profesyonel kadrolarla oynamak istemiyorum’ dedim. ‘Ama işte şu kadar para verecekler’ dedi, ‘Beklan biliyorsun beni para ilgilendirmiyor, hiç istemediğim bir tiyatro yapmaktansa hayatım boyunca aç kalabilirim. Hayatım boyunca hiç aç kalmadım, tiyatro da beni hiç mağdur etmedi. Her zaman için yeteri kadar, karnımı doyuracak kadar parayı buldum; beni hiç ilgilendirmez’ dedim. Evimiz bile yoktu, başka bir arkadaşla beraber onun evinde kalıyorduk ama beni yine de ilgilendirmiyordu. Bir iki defa konuştu benimle, baktı ki olmayacak, reddediyorum. Sonra bir gün ‘Rüçhan sana bir teklifte bulunacağız’ dedi. ‘Kiminle bulunacaksınız’ dedim, ‘Peter Stein’la’ dedi ve Peter Steine’a beni ikna edebileceği sözü verdiğini ekledi. O zamana kadar Peter Stein’den haberim yoktu. Ve bir kafede Peter Stein bizi bekliyordu. Peter Stein bana ‘hemen şimdi kabul et, inan bana bu kadroyla hiçbir ilgin olmayacak senin, sadece provalara girip çıkacaksın. İster arkadaşlarınla konuş ister konuşma ama Alman tiyatrosu disiplininde seni koruyacağım’ dedi. Düşündüm düşündüm, dedim ki, sizin için kabul ediyorum. Alman Tiyatrosu disiplini olduğu için değil ama Peter Stein teklif ettiği için evet dedim. Ve hakikaten derhal bu yasayı derhal harekete geçirtti. Eşim o zaman Berlin’de değildi, izinle geçmişti, çünkü o iltica talebinde bulunmuştu. Haydar hakkında imza kampanyası açtı bütün tiyatrocular arasında. Tiyatrocular imza verdiler, Haydar’ı palas pandıras Berlin’e aldırdılar. Daha İstanbul kadrosu gelmeden ben Schaubüchne’de maaşlı, sözleşmeli olarak çalışmaya başladım. Eşimle beraberdim; o da girdi, hemen onu da aldılar. Zaten o kadar iyi bir oyuncudur ki; sahnenin bir parçası diyordu Peter Stein ona. “Bu adama dokunmayın, sahnede kalsın. Sanki sahnede doğmuş gibi, sahnenin bir parçası bu adam, nasıl bir şey bu” diyordu. Sonra geldiler işte büyük oyuncularımız, çok çok büyük oyuncularımız!.. Şimdi bütün Türkiye tapar isim vermek istemiyorum; ama bunların arasından her zaman hatırası çok büyük olan Ergüder Yoldaş’ı tanıdım. Çok mükemmel bir müzikçiydi, Stravinsky’nin öğrencisiydi. Oynayacağımız müzikal için müzik hocasına gitmek zorundaydık, fakat bizim Türkiye’den gelenlerin müzik eğitimleri o kadar yüksekti ki (!) hiç kimsenin ihtiyacı yoktu benden başka, sadece ben gidiyordum her gün çalışmalara. Sabah 9:00’da kadına gidiyordum, ben geldim diyordum. O geliyordu, “ama sizin sıranız değil, şimdi Ayla gelecek” diyor; sonra “gelmeyecek galiba hadi siz gelin” diyordu. Sonra öbürü gelecek, o da gelmiyordu. Ben 3-4 saat müzik dersi alıyordum. Çünkü eşim dahil olmak üzere hiçbiri gelmiyordu ve bütün sesler o kadar kötüydü ki Ergüder saçını başını yoluyordu. Ancak Ergüder’in yaptığı müziklerde kulak alışık olduğu için, o müziklerle sahneyi idare edebiliyorlardı. Tiyatro eğitimleri, tiyatro tarzları, Türkiye’den getirdikleri toplumsal kurumlar içinde birbirlerine hücumları korkunçtu. Ne kadar dışarda kalırsam kalayım ben de o grubun içindeydim, herkes bana soruyordu. Ve sonunda kanser oldum, beni sahneden alıp götürmek zorunda kaldılar; o kadar kötüydü. Bu arada eşim çok meşhur bir oyuncuya sahnede vurdu. Bu oyuncu çok şımarık bir biçimde “sen benim gözümün içine bakamazsın, ben senin gözünün içine baktığım zaman oyunu oynayamıyorum” diye bir hafta falan eşimi rahatsız etmişti. Eşim de “ben senin gözünün içine bakacağım sen de oynayacaksın” deyip, en sonunda sahnede –oyuncuların gizli konuşmaları vardır sahnede; seyirciler anlamazlar ama biz birbirimizi çok iyi anlarız- “işte yine bakıyorsun gözümün içine” deyince; “yok bu sefer gözünün içine bakmayacağım” deyip öyle bir tokat çınlattı ki sahnede biz dedik ki eyvah… Ve tabii seyirciler oyunun bir parçası olduğunu düşünerek, ayağa kalkıp müthiş alkışladılar!

Süreyya: Seçimleriniz şunu gösteriyor, sanatla hayat arasındaki ayrımı kısa devreye uğratmak. Daha çok insana, o kadar köylüye tiyatro yapma arzusunun altında böyle bir şey mi var? Profesyonellik olduğunda daha içe kapandığınızı mı düşünüyorsunuz?

Rüçhan: Hayır. Açıkça söyleyeyim, artık profesyonel sanatçılık demek kendini satmak demek; yani vitanızda ne var diye baktıkları anda beni kabul etseler bile gidip orada tiyatro yapmam. Hayır ben satışta değilim. Bazen hiç para almadan da tiyatro yaparım. Evet burada şunu söyleyeyim; Fransa’da Armand Gatti benden çok daha mükemmel tiyatro yapmıştır. 92’de birisi bana Strasbourg’dan telefon etti. Efendim ben Armand Gatti’nin sekreteriyim dedi. Şimdi söylerken utanıyorum, hiç haberim yoktu o zamana kadar Armand Gatti’den. “Siz kadınlarla bir tiyatro yapıyormuşsunuz, bunu bize çok kısaca telefonda anlatır mısınız?” dedi. Telefonda anlatılacak şey mi yani dedim; üç senelik emek ve dokuz aylık bir tiyatro parçasına çalışıyoruz ve oynuyoruz dedim. “Hayır efendim, ben kısaca tanıtayım Armand Gatti’yi” dedi. “Evsizlerle, uyuşturucu kullananlarla ve sokak çocuklarıyla tiyatro yapıyor kendisi, onları toparlıyor, sizi kendisine çok benzetiyor” dedi.

Süreyya: Şu ev kadınlarıyla yaptığınız proje mi Berlin’de?

Rüçhan: Evet.

Süreyya: Benim de duymuşluğum var, çok heyecanlanmıştım onu duyduğumda.

Rüçhan: Benim için de tiyatro hayatımın en heyecanlı bölümü burasıdır, her zaman söylerim. Türkiye’de çok büyük tiyatro yaptım. Hani herkes der ya “oyun çok büyüktü”; hayır oyun değil oyuncuların cesareti, oyuncuların oyun gücü, oyuncuların teksti seyirciye yetiştirmesi büyüktür benim için. O yetişen tekst seyircide ne uyardı ne kaldı benden geriye o seyircide; işte o büyüktür, en önemlisi odur. Ben ne kadar büyük olursam olayım ne olacak, 40 sene olmuş ayrılalı; hiç kimsenin aklında kalmayabilirim, ama önemli olan benim ne bıraktığımdır. İşte bu ev kadınları tiyatrosu hayatımın apayrı bir dönemidir. Schaubüchne’de çalışırken iki kanser ameliyatı oldum, sesim gitti. Tabii ki o sesle sahneye çıkamazdım, bir de müzikal oynuyordum. 9 ay evde kaldım; hayatımın boş geçen 9 ayıdır benim için. Ama tabii nekahet dönemi. Bu arada bir sürü teklifler geliyordu. Bir teklif de Berlin’deki Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan geldi. Dediler ki “68’li arkadaşların burada kurduğu, çocukların okuldan sonraki boş zamanlarını geçireceği bir yer var; burada bir sürü çalışma odası var, hepsini çalıştırıyoruz ama tiyatro odası bir türlü çalışmıyor”. Tabii henüz doktorlar çalışmama müsaade etmiyorlardı; daha 9 ay olmuştu; 1,5-2 yıl rahatlıkla hasta kalabilirsiniz diyorlardı ama ben yerimde duramıyordum. Dedim bir deneyeyim; size söz veremem, bakayım. Gittim 2-3 hafta denedim; sadece kız çocuklarla çalışmaya başladım.

Elçin: Siz mi öyle tercih ettiniz yoksa kız çocukları mı daha çok tercih ediyordu?

Rüçhan: Hayır orada kızlarla çalışmaya başlamamın nedenlerinden biri kadın sorunudur. Gittiğim zaman kız çocukları kendi yaşlarındaki erkek çocukları tarafından o kadar eziliyorlardı ki. Daha büyükleri daha da kötü eziyorlardı. Nerdeyse satın alma muamelesi yapıyorlardı, her dakika bir yere sıkıştırıyorlardı. İki hafta içinde bunu sezdim. Ayrı ayrı odalar vardı, fotoğraf odası, çamur odası, terzi odası, dans odası falan. Dans odasında folklor dansları yapılıyordu; çok da iyi çalışıyorlardı. Sonra ben kızlarla çalışacağım dedim. ‘Nasıl isterseniz, tiyatro odasını oluşturun ki, tiyatro odası çalışsın’ dediler. Peki dedim ve başladım çalışmaya. Sonra kızlar gelmeye başladılar. Ben dört tane kız seçtim. O kızların anlatımıyla başka kızlar da gelmeye başladılar ve bir tiyatro kurdum. Bu yalnız tiyatro çalışması değildi. Zaman içinde müthiş bir kültürel çalışmaya dönüştü. Genel kültürel çalışmaya ve tam bir siyasal çalışmaya dönüştü. Orada 33 sene çalıştım. Yaptığım iş o kadar doyurucu ve güzeldi ve ben yaptığım işi o kadar sevdim ki. Çok savaşçı bir karakterim var; belki onun için habire kanser olup duruyorum. Arkadaşım emekli olduğum gün bana sordu; Rüçhan kendini nasıl hissediyorsun dedi. Dedim ki “33 sene her gün ben bir Kosova meydanına geldim ve orada meydan savaşı verdim. Her gün o meydan savaşını kazanarak sağ salim dışarı çıktım. Şimdi o meydanımı kaybettim; nereye gideceğim ben bundan sonra savaş vermek için” dedim. Emekli olduğum gün bunu söyledim. O kadar zorlu bir çalışma hayatı geçirdim ki; Anadolu’daki tiyatro çalışmam, devletle yaptığım kavgam veya buraya gelip Schaubüchne’de yaptığım tiyatro çalışmasını, bunların hepsini bana unutturdu bu gençlerle, çocuklarla yaptığım çalışma.Tiyatro çalışması yapıyordum çocuklarla beraber. Sonra bu çalışmayı yavaş yavaş çocuk literatürüne döndürdüm. Sonra o kadar ileri gitti ki çocuk literatürü ve tiyatro çalışması; artık bir profesyonelliğe dönüştü. Her gece “katiyen böyle bir şey olmayacak” dedim ama bu çocuklar okuldan sonra benim yanıma geliyorlar ve sekiz saat bende tiyatro eğitimi alıyorlardı. Sonra, hani Türkiye’de İş ve İşçi Bulma Kurumu vardır, burada da benzeri vardı o zaman, beni çağırdılar ve Berlin Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yöneticileri ile birlikte oraya gittim. “Sizin mesleğinizi biz ne yazacağız buraya” dediler. “Vallahi ben rejisörüm, tiyatrocuyum” dedim. “Ama öyle birinin burada çalışmaya müsaadesi yok; Alman kuralı bu.” dediler. “Ne yazarsanız yazın ben çalışıyorum işte” dedim.  9 ay veya 1 sene sonra falan beni çağırdılar. Yanımdaki arkadaş “siz arkadaşı tiyatro pedagogu olarak yazın” dedi. Ben kadıncağıza baktım, pedagog kim ben kim. Benim pedagogluğum falan yok ama sonra anladım ki her tiyatrocu bir pedagog; kendini değerlendirirse, toplumla çalışabilirse. Şimdi benim bir öğrencim var aynısını yapıyor. O da tiyatro okulundan mezun ama çocuklarla çalışmayı tercih ediyor ve benden daha mükemmel çalışıyor; çünkü küçük çocuklarla yapıyor tiyatroyu düşünün ve hepsi anlıyorlar; demek ki tiyatronun bir anlatma dili var. Ben de 6 yaşından büyük çocuklarla çalışmaya başladım. Kadınlar konusunda ise yaş sınırı sonsuz, isterse 40 yaşındaki de gelsin rol istesin benden. Ama tabii gençler filan bir araya geliyorlardı ve böyle başladık. Önce benim yazdığım oyunları oynuyorduk, sonra çocukların yazdığı oyunları oynamaya başladık. Yalnız şöyle bir eğitim sistemi vardı; çocuklar okuldan geliyorlar, çantalarını atıyorlar, bu çocukların %80’i Kürt, Türk veya Balkanlardan gelme çocuklar, %20’si ise Fransız, Alman, 2-3 tane Çekoslovakyalı. Sonradan çok büyüttük grubu. Önce “bakın buraya size masa hazırladım, karnınızı doyurun” diyordum. Onlara gelmeden evvel çok güzel masa hazırlıyordum; yiyorlardı güzelce, çok da iştahları geliyordu. Sonra da hadi diyordum şimdi bu yemeği yediniz biraz dinlenin. O dinlenmede onlara klasik müzik dinletiyordum sürekli ve klasik müzik zevkleri de çok gelişiyordu. Sonra spora başlıyorduk; her gün 1,5 saat müthiş bir kültür-fizik, dans ve atletizm yaptırıyordum onlara ama nasıl bir şey.

Elçin: Sporcusunuz aynı zamanda değil mi?

Rüçhan: Evet hem atletizmciyim hem basketçiyim hem dansçıyım hem tenisçiyim, benim merakım çok. Neyse böyle böyle dans grubu açtım, çok meşhur oldu dans grubu. O kadar meşhur oldu ki tiyatro grubunu geçti ünü; baktım olacak gibi değil her hafta sonu cuma günü akşama doğru bütün gençlere parasız, açık kapı program yapmaya başladım. Bir hafta tiyatro programı, bir hafta dans, bir hafta literatür. Literaturda o kadar ileri gittik ki çalışan çocukları Berlin yarışmalarına girmeye teşvik ettim. Ben yarışmaları hiç sevmem, tiyatro yarışmalarına falan onun için hiç girmemişimdir ama bu çocukların aile durumları çok sorunlu; belki kendilerine daha çok güvenirler diye teşvik ettim. Yazdıklarını önce Berlin çapındaki yarışmalara, sonra Almanya çapındaki yarışmalara gönderdim. Kızlarımın 3 tanesi profesyonel tiyatro sanatçısı, 2 tanesi profesyonel yazar, 1 tanesi profesyonel müzikçi oldu. Ben profesyonel değilim ama onlar profesyonel.. Benim yaptığım işe artık kimse Çocuk Esirgeme Kurumu demiyordu. Berlin hükümeti, Berlin Senatosu özel bir bütçe ayırmıştı sağ olsunlar. Hakikaten yüksek bir bütçeydi. Ben de sonuna kadar, kendi maaşımı da üzerine koyarak çocuklara harcıyordum o bütçeyi. Ve bir kızım da Fatma (Fatma Ölmez) Avrupa birinciliği aldı literaturda; çok çok güzel bir eseri vardı, hala bende. Türkiye’de de hangi gazete; küçük bir şey yazdı onun için, işte bir Türk kızı Avrupa birinciliği aldı filan diye. Bana kalırsa küçümseyerek yazdı, her Avrupa’ya giden böyle şeyler yapar gibisinden yazdı ama belki çocuklar için iyiydi.

Elçin: 11 ev kadınıyla tiyatro çalışmasına nasıl başladınız?

Rüçhan: Bu projede çalışırken, projenin dışındaki kadınlarla da çalışmalarım vardı. (Bunları başlı başına bir kitap yapmak istiyorum, kendi adımla olmasa bile. Ben pek kendi adımı kullanmayı sevmiyorum. Yaşam felsefem bu, benden sonra bir şey kalsın istemiyorum. Bir ağaç, bir böcek gibi ne bileyim kocabaş hayvanlar gibi ölmek ne güzel; filler bile ölüyor koskoca bizden çok daha büyük bir yaşam gidiyor, koskoca bir ağaç kuruyor; bizden çok daha sağlam bir yaşam gidiyor ama hiçbir izleri yok. Niye biz insanlar bu kadar egoistiz, bizden sonra bir şey kalsın; ben şunu yaptım bu kalsın istiyoruz? Bunları istemiyorum, bu konuda annem gibiyim. Annem de öyle derdi, biz de derdik ki ama senin çocukların kalacak. Biz 6 kardeşiz, 3 tane çocuk var. 3’ünün de hiç çocuğu yok; yani Emrah’dan sonra, ablamın kızından sonra, erkek kardeşimin oğlundan sonra bizden hiç iz kalmayacak. Ama şöyle bir şey var, ben bunları ne kadar çok devrim için yaptıysam, kendi devrimciliğim için de yaptım; kendi devrimciliğim bunu emrediyordu bana ve bunu yapmak zorundaydım; yapmasam kendime hesap veremezdim.) Şimdi ben bu projede devam ederken kadın çalışmalarımız çok ilgi gördü ve örnek gösterilmeye başladı. Eğitim Bakanlığı toplantılarında da sürekli bahsedildiği için yalnız kadınlarla çalışan başka bir projenin çalışanı bana geldi ve dedi ki; “Rüçhan Hanım sizden bir şey rica edeceğiz, bizim para almamız için bize bir tiyatro oyunu sergiler misiniz? Küçük bir şey olsun”. Ben de “hiç öyle bir tiyatro çalışmanız var mı?” dedim, yok dediler. Ama orayı yöneten kişi (meğer o da burada meşhur bir tiyatroda oynamış) ben size yardımcı olurum dedi; ben de olur dedim, kabul ettim, başladım. Yalnız oyunu benden 20 gün içinde istiyorlardı. “Ben sihirbaz değilim ki hayatında hiç tiyatro yapmamış insanlara tiyatro yaptırtayım” dedim. “Kimler yapmak istiyor” diye sordum. 40-50 tane kadın “ben de istiyorum, ben de istiyorum” dedi. “Tiyatro gördün mü, tiyatro nasıl yapılır” falan derken bir tanesi bana dedi ki “getir bana 4 tane kaşık, bak ben sana bir oynayayım da nasıl tiyatro yapılır göstereyim”. Dedim ona sen şöyle dur, sen bana lazımsın; başladım kadınlara sormaya, nasıl bir evliliğin var; hepsi evli kadınların, hepsi çocuk sahibi, hepsi kocalarından dayak yiyor. İşe gidiyorlar, geliyorlar, çocuklarına yemek yapıyorlar, evde iş yapıyorlar, bir de geceleri kocalarını tatmin ediyorlar ama yine de dayak yiyorlar. Oyun da “Kanlı Balad.” Kadınlara soruyorum, diyorlar ki bizim hayatımızda yumruk var, kavga var, bizim çocuklarımız bunlarla büyüyorlar. Her bir kadına iki satırlık veya biraz destansı şekilde ikişer mısralık tirat yazdım verdim. Okuması yazması da yoktu kadınların çoğunun. Bir kadın vardı lise mezunu, iki kadın da buraya gelip gittikten sonra okuma yazma kursuna gitmişlerdi. Onlara ezberlettim. Oyun günü belediye başkanı da gelecekti. Kadınlar iyi de Rüçhan Abla dediler burada kan yok, kan dökelim. Dedim ki tiyatro yapan arkadaşa, git bana 15-20 çile kıpkırmızı yün al. Aldı getirdi, şaşkın şaşkın baktı, ne yapacağız diye. Ben aynı zamanda çok güzel tiyatro dekoru yaparım. Bu çileleri açın dedim, ta arka odaya kadar götürün; oradan itibaren aralarına parlak şeritler koyarak çileleri kan şeklinde taa sokağa kadar uzattım; yani biz sokakta değiliz ama sokağa böyle uzanıyor, belediye başkanının geleceği yere kadar uzanıyor. Onlar geldi, yerlere bakıyorlar, her yer kıpkırmızı işaretlerle, yollarla dolu. Kadınlar çıktı, 20 dakika oynadılar. Belediye başkanı kalktı, bütün erkanı ile alkışladı, bütün kadınlar da alkışladılar; kurumun başında olan arkadaşa dediler ki, size her sene 20.000.- Alman Markı vereceğiz. Şaşırdılar bizimkiler.

Tamam arkadaşlar dedim artık ben kendi asıl işime döneyim; kendi projelerime, çocuklarla çalışmaya döndüm. Onlarla çalışırken de sürdürüyordum ama yarım güne indirmiştim. Ama orda kalmadı, kadınlarla oyunumuzu sergiledikten sonra iki tane kadın geldi çalıştığım yere o tiyatro oynayan kadınlar arasından. ‘Rüçhan Abla biz düşündük taşındık, seninle devamlı tiyatro yapmak istiyoruz’ dediler. ‘İyi de çocuklar burası o kadar dolu ki, artık sizin gibi bir grubu alacak halim yok” dedim. “Hayır biz, bir bütün olarak proje yapmak istiyoruz, bizim orada tiyatro yapalım” dediler. “Çocuklar bunu yapamam, saatim elverişli değil” dedim. “Sen hangi saatte istersen, gece saat 12’de bile olsa yaparız” dediler. “Sizin kocalarınız var, yapamazsınız” dedim. “Dayak da yesek yapacağız” dediler. Aynen böyle, inanın bana.  Dedim neyse ben cumartesi günü gelip sizle bir konuşayım, bir de kendi grubumu da arkamdan getireyim. Onlar da orada gösteri yapsınlar kadınlara; yani benim hiç zamanım olmadığını anlasınlar dedim, dinlemediler. Neyse sonuçta arkadaşlar haftada bir gün gelip yapabilirim dedim. Pazar günlerim boştu; pazar günleri gelirim dedim. Fakat bana tiyatro teklifini getiren, orayı yöneten arkadaş bunu kabul etmedi. Ben her Pazar gelip burayı size açamam dedi. Kadınlar da dediler ki, salon bizim değil mi, yani o dükkân gibi yer; anahtarı ver biz açalım. Yok dedi, onu da size teslim edemem. Bunlar başladılar kendi aralarında anlaşmazlıklara. “Tamam Rüçhan Abla, biz burada istemiyoruz tiyatroyu, başka yere götürüyoruz” dediler. “Çocuklar yapmayın, etmeyin” dedim. Yok. Maalesef. Yer buldular, yer ayarladılar. Ben tabii seçe seçe 11 oyuncu seçtim, kimisi davul çalıyor kimisi başka bir şey çalıyor, kaşıkla oynamak isteyen kadın da kaldı. Tamam dedim o zaman. Çok ciddilerdi ama, benden ciddilerdi. Önce dedim ki çocuklar bu çok uzun bir yol, eğitimle başlayalım. Olsun dediler, biz tiyatroyu öğrenmek istiyoruz. Okey dedim, 6 ay bir eğitim yaptım; sonra vücut dili ve ses eğitimi yaptım. İlla oyun oynayalım dediler. Dedim ki bakın biz bir oyuna başlamıştık sizle; hepinizin hikayesinden herkes ikişer mısra seçmişti. Bizim oyunumuzun adı Kanlı Balad olmasın, çok kitch oluyor bana göre, “Electra Balade” olsun dedim. Electra eski Yunanca’da kadın demek. Electra Balade, yani Kadınlar Destanı. Okey dediler ve biz başladık. Şimdi size çalışmanın zorluğunu anlatayım, aslında benim için korkunçtu. Diyeceksiniz ki mazoşist misin sen, galiba biraz öyleydim. Sabah saat 8.00’de kendi çalıştığım projeye bütün kadın grubu geliyor ve orada vücut dili provası yapıyorduk onlarla. Ben saat 1.30’da kendi projeme dönüyordum. Kadınlar eve gidiyorlardı; çünkü çocukları da okuldan geliyordu o arada. Ben kendi projemde çalışmaya başlıyordum; akşam 8:00’de kendi projemi bırakıyordum, çocuklar eve gidiyorlardı. Bazen çok yüksek tempolu oluyordu çalışma. Yalnız tiyatro veya yalnız dans yapardım, kan ter içinde kalırdım, çocuklar da biterdi. Yarım saat falan dinlenmemle bakardım ki kadınlar gelip kapıya dizilmişler, bekliyorlar. Onlarla bitirirdim, kadınlarla. İnanın bana aynı dedikleri gibi, gece saat 12’ye kadar sürerdi. Aradan bir hafta, 12 gün geçti, birisinin kocası silahla kapıya geldi. “Na garı seni burada satıyorlar mı yoksa”, aynen böyle konuşma. Silahı da beline koymuş, eli böyle, “Seni satıyorlar mı burada, senin ne işin var, çabuk eve”. Kadının hiç sesi çıkmıyor. “Yok” diyor, “biz Rüçhan Ablayla tiyatro yapıyoruz”. “Neymiş tiyatro” diyor, “anandan sen tiyatroyla mı doğdun””. Kadıncağız gidiyor. Diyorum sabahleyin gelemez artık. Sabahleyin geliyor, geliyor ki göz şişmiş, burun eğrilmiş. “Rüçhan Abla ben geldim tiyatroya”. Çocuğum diyorum ben…Çok çileliydi ve tiyatroyu o kadar çektiler ki, en sonunda 3 ay sonra ben müzikçilerle konuşmak zorunda kaldım. Dedim ki “Arkadaşlar ben çok zor bir tiyatro yapıyorum. Belki hayatımın en zor tiyatrosu. Anadolu’da çalışmalarım bile böyle zor değildi. Çok iyi çalışmalar yapıp turneye çıkıyordum. Belki hayatımın en zor çalışmasını yapıyordum ve bu oyun canlı müzikle oynanacaktı. Ben onlarla haftada bir-iki gün çalışayım derken, otomatikman her güne döndü, pazar günü de çalışıyordum. Ve bu çalışma dokuz ay sürdü. Dokuz ay; sabah ve gece. Çocuklarla geliyorlardı, çocuklar sandalyelerin, masaların üzerinde uyuyordu. Dans çalışması yapıyorduk, vücut çalışması yapıyorduk. Burada Hanns Eisler diye bir tiyatro okulu var, Neşet Ertaş’ın oğlu da orada piyanist yetişti, o sene onun diploma senesiydi. Ve bana ne dedi biliyor musunuz; Rüçhan abla ben her gün geleceğim provaya dedi. Tamam dedim, sabah ben kadınlarla çalışırım gece provasına gelirsin, çünkü başka yerde çalışıyoruz, imkânsız artık, çok büyüdü çalışma. Ve oyun yavaş yavaş çıkmaya başladı. Oyunu sahnenin ortasında oynayacağımız için hep bölük bölüktü sahne dekoru; ışıklar değişik yerlerdeydi, herşey bana bakıyordu. Onlardan birine gel sen benimle beraber şu tekniği yap diyemezdim, öyle bir durum vardı. Dört müzisyen, on bir tane ev kadını, bir de bendenizdik. Çalışma faslı korkunçtu. Bir tek sendikalı bir arkadaş vardı eşlerden. Eve gitmiş karısı demiş ki, “bundan sonra başımı örtmeyeceğim”; çocuk da evlendiğinden beri yalvarıyormuş, ne olur şu başını aç, ayıp oluyor sendika toplantılarında falan diye. İsmi Kader kadının. Demiş ki “ne oldu sana ne etki etti”? O da “sen gel” demiş “Rüçhan ablayı dinle, bak bakalım senin dinin kalır mı, başörtün kalır mı?” Dokuz ayın sonunda bu oyunu oynayacak kadınların hiçbiri Müslüman değildi. Ama şöyle bir şey var; benim tiyatro çalışmalarım hiçbir zaman rol gösterme değildir, benim tiyatromda rol yoktur, gerçek hayatın içindedir. Ben diyordum ki, “kocandan dayak yerken o çok sevdiğin Allahın gelip seni kurtarıyor mu? O çok inandığın, saygı duyduğun baban sana bir tekme vurmuyor mu?” Ne anne babalar vardı o dönemde. Kız çocuklar ne alemde, erkek çocuklar ne alemde. Adam geldi bir gece yarısı, erkek çocuğunu aldı, bunu da aranızda pezevenk yapacaksınız dedi, erkek çocuğunu aldı götürdü, kız çocuğunu da tekmeyle anasının yanına itti resmen, bu durumlara şahit oldum. Ben hep hayatın içinden, onların kendi durumlarından örnekler vererek sahnedeki rollerini yapmalarını istiyordum. Size bir örnek vereyim; çok uzun hikayesi ama, bir kız çocuğu vardı masada artan ekmeklerden annesine götürüyordu. Merak edip annesini ziyaret gittiğimde hep ağlayarak kapının arkasından bakardı. O kadını sahneye getirmek istedim. Lise mezunu olan kadına dedim ki, bunu sen anlarsın Filiz, sana anlatayım bunu ve oyna. Bak kadın çok dindar, böyle kapanıyor, tam bir Kürt kadını ve berdel kadını. Yani bir adım atsa Erzurum’daki, Dumlu’daki iki köy birbirine girecek, burada bir adım atsa babası silahla kapıda bekliyor. Ben bu kadını evden çıkarttım ve özgürlüğüne kavuştu ama Türkiye’yle korkunç şeyler yaşadı, neyse. Bu kadını Elektra Balade’da sahneye getirdik ve o sahnede kadınlar hep dağa çıkıyorlardı; dağda bir ışık görüyorlardı ve burada Murathan Mungan’ın “Yanar bir gün dağda ışık, ateşler yana…” dizelerini kullanmıştım. O çağrışımla da müzik yaptım. Dağa çıkarttım kadınları. Evden kurtulan kadınların hepsi dağa çıkıyorlardı. Ve kendi dünyalarını yaşamaya başlıyorlardı. (Ama biz tabii şehirdeki kadınlara dönüyorduk her seferinde; fabrikadaki kadına dönüyorduk.) Ve iki kadın dağda konuşurken bu Kürt kadın da duyuyordu ve “siz kimsiniz” diyordu; öbürleri de ona diyorlardı ki “sen nereden geldin, kaç yaşındasın ki sen, senin yaşından haberin mi yok?” Öyle bir konuşması vardı ki “ben kaç yaşımda olduğumu bilmiyorum ve ben kimim bilmiyorum” diyordu ve kendi ismini çağırıyordu “Zeynooo..” diye. Öyle bir çığlıkla çağırıyordu ki, “ben daha sıfır yaşındayım, şimdi doğdum” diyordu o kadın “ve şu anda” (Ben bunları yazdım, bu kadının yaşamını da yazdım, ama o kadının haberi yoktu). Ve bu sahne hala çok meşhurdur, kızlarla karşılaştığım zaman derler; Rüçhan abla, “artık sıfır yaşında değiliz biz, yaşlandık” derler.

Benim çok büyük bir arşivim var ve bu saklı bir arşiv. Emekli olup işyerimden çıkarken, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan 7000 Euro çalmışlar.Almanya için bir kuruş da çalınsa çalınmıştır o. Tabii hamutunla götürenler vardır, onları biz bilemeyiz ama bu tür şeyleri de çok çabuk meydana çıkarıyorlar. Benden sonra kapattılar orayı maalesef; çok üzgünüm ama çalışmıyor. Ve ben bütün arşivimi alarak çıkmak zorunda kaldım oradan. Çünkü çöpe gidecekti. Biz herşeyi çöpe göndereceğiz dediler. Öyle 33 senelik çalışmanın arşivlerini bırakamazdım. Dedim hatta çocuklar isterse bir gün belki çıkarırlar bakarlar. Yani onların görüntüleri var. Bu Elektra Balade’nin de sahne görüntüleri var. Bir süre sonra bize herşey çok komikti. Neuköln diye bir semt vardır burada, Karl Marx Allee’de bir salon verdiler; o salonda sahneye girdik, kadınlar orada oynadılar; o sahnede çekilen görüntüler var canlı müzikli. Zaten oyunun bazı sahnelerinde insanın tüyleri diken diken olur, müthiş sahneler var. Belki hepsini değil ama özellikle bu sahneleri çekmişlerdir. Örneğin insanlar, özellikle kadınlar, cinlerden perilerden çok korkar ya, yeni yetişme bir kızın herşeyi kabul etmesi için baskı yapar annesi falan. O da rüyasında görür. O baskıyı, rüyasında gördüğü herşeyi simsiyah çadırlarla görmesini sağladım. Sonra çocuk kendine geliyordu ve diyordu ki; siz benim rüyalarımı bile elde ediyorsunuz, rüyalarıma bile el koyuyorsunuz; hepiniz cin, şeytan, peri diye beni korkutuyorsunuz. Çocuğun isyanı öyleydi. Hepsi kızdı. Oyunun özelliği buydu. Ve 11 kadın sonuna kadar oynadılar, size sürpriz 11 kadından artık hiçbiri evli değil, hiçbiri! Ve beni tekrar Schaubüchne’ye çağırdıkları zaman, onlara dedim ki, bakın dedim böyle bir hata yaptım kanser oldum, ikinci defa hata yaparsam AIDS olurum. Ama çok çok amatör olan bu 11 kişilik oyun son on senenin en güzel oyunu seçildi. Ve kadınlar kendilerine inanamadılar. Gazeteciler geldiler bunlara dediler ki, bize gerçeği söyleyin, Bayan Tolgay, tabii ki rejisörünüze soramıyoruz; kaç kişi amatör, kaç kişi profesyonel?

Şöyle bir şey yapmıştım; her oyundan sonra, 11 kadın da sandalyelerini alıyor, seyircinin ortasına oturuyor veya sahneye oturuyordu. Bazen sahnede, bazen seyircinin ortasında oynuyorduk. Ve seyircilerle iki-üç saat tartışıyorlardı. Ve ben hiç karışmıyordum; gidip salonun en kuytu yerinde saklanıyordum, bakalım ne cevap verecekler diye izliyordum. Seyirciler arasında erkekler de oluyordu. Mesela benim doktorum baş seyircimizdi. Her oyunuma, çocukların literaturuna bile gelirdi ve “ben böylesine taze kan hiçbir yerden almıyorum Rüçhan” derdi bana. Ama öyle birşeydi hakikaten. Shaubüchne’nin benden aldığı bütün o enerjimi bu genç kadınlarla çalışmam bana geri verdi. O kadar güzel bir çalışmaydı ki, şu anda ölmez de sağ kalırsam, bu hastalığı yenersem, yine kadınlarla bir proje yapmayı isterim, ama bu sefer kadınlar ve kız çocukları bir arada, belki biraz daha kalabalık bir grupla müzikal hazırlamak isterim. Ve bu oyun müzikaldi. Ben her zaman söylerim. Kendi öğrencim, şimdi küçük çocuklarla çalışma yapan öğrencim beni yanılttı. Çünkü ben derdim ki, 6 yaşından 7 yaşına kadar kim isterse istesin ben ona tiyatro yaptırırım Ama bu öğrencim beni yalanladı; 1.5 yaşından 70 yaşına kadar kim isterse herkesi sahneye çıkarabilirim; herkes benimle beraber tiyatro yapabilir. Aslında sanat kabiliyet değildir; doğrudan doğruya konsantrasyondur. Neyle ilgileneceğine bağlıdır çocuğun. Götürüp de ona toprak gösterirseniz çocuk toprakla ilgilenir. Meşhur bizim piyanistimiz vardır İdil Biret, 3 yaşında piyanoya başladığı zaman babası elinden tutmuştur, piyano tuşlarının üzerinde yürütmüştür. İdil hanım şimdi 78-79 yaşında, benim çağımın insanı. Her zaman anlatırdı annem. Tabii Suna Kan’ın bütün sülalesi müzisyendir. Ve küçücük yaşta İtalya’dan bir keman verilmiştir eline, böyle yetişmiştir. Ben şöyle bir şey söyleyebilirim. Benimle gelen, isteyen bütün akademisyenler toplansınlar, onlarla bir tiyatro yapabilirim. Dile de ihtiyacımız yok, isteyen konuşsun, isteyen bağırsın, isteyen ağlasın, isteyen sadece vücuduyla kendini tanıtsın. Her türlü tiyatro yapabilirim. Yeter ki ben sağlıklı olayım.

Şebnem: Biraz da siyasi geçmişinize değinelim. Komünist kimliğiniz nasıl şekillendi? Türkiye’de solun hangi kesimlerine yakınlık hissederdiniz?

Rüçhan: Benim Türkiye’ye geldiğim dönemlerde Aydınlık grubu kurulmuştu. Aydınlık grubunun Kırmızı Aydınlık-Beyaz Aydınlık diye bir ayrışması vardı ve Beyaz Aydınlık çok hareketliydi. Tam benim hareketli olduğum, kendimi özgür hissettiğim alanlara yönelikti. İlkin bununla başladım. Çünkü toprak işgalleri vardı, 68 toprak işgalleri vardı ve bu işgallerin hepsine gidiyordum; Göllüce, Atalan, Söke toprak işgalleri; bunların hepsine gidiyordum. Oradan çok arkadaşlarım vardır; hala yaşıyorlar kendileri. Daha sonra Beyaz Aydınlık’ın içinde hiç de kabul edemeyeceğim ters şeyler oldu siyasi açıdan ve sosyalizm açısından, hatta ulusalcılık açısından bile ters şeyler oldu. Çok genç, kendisini tanımadığım bir arkadaş çıkmıştı aralarından ve bu arkadaş, benim çocukluğumda annemizin bize anlattığı, resmî ideolojinin birtakım okullarda bize öğretilen köklerine karşı ayağı yere basan argümanlar getiriyordu, karşılıklar getiriyordu. Kimdir falan derken İbrahim Kaypakkaya ile tanıştım. Ve çok azdır görüşmemiz, daha çok onun kadrosundaki arkadaşlarla tanıştım. Belki benim dünya görüşüm ailemden dolayı veya elime geçen fırsatlardan dolayı daha geniş olabilir ama bu arkadaşın düşünce tarzı ve düşünce derinliği beni hayretlere düşürdü. Çünkü herkes “tam bağımsız Türkiye” diyordu, herkes “eşit işe eşit ücret” falan diyordu. Bu arkadaş ise başka bir şey diyordu; bu arkadaş bana tam da komünizmin derinliklerinden bir şeyler söylüyordu. Dedim ki tamam ben bu arkadaşlarla beraberim. Türkiye’deki 12 senelik turne hayatım boyunca ve Türkiye’den ayrıldıktan sonra, buraya geldikten sonra bende etkisi devam etti.   Tabii ki şimdiki çizgim, bilmiyorum kendisi yaşasaydı nerelerde olurdu ama şimdiki çizgimiz dünya komünizmini, dünya halklarını saracak bir çizgi. Şu anda benim vatanımda devrim demiyorum, dünyanın her yerinde veya nerede en çok ihtiyaç varsa hemen orada devrim diyorum. Her yerde devrim, en gerekli şekilde, mümkünse hemen yapılmalı. Olması gereken bu. Ve hiç kimse benim diye düşünmemeli. O dönemde, özellikle Avrupa’dan Türkiye’ye döndüğümde düşünce tarzımdaki hatam, illa benim yetiştiğim topraklarda tiyatro yapayım, devrim yapayım dememdi. Ama şimdi öyle bir şey yok. Şu anda dünya tiyatrosunda biliyorsunuz tekstler kalkıyor, diller kalkıyor; dünya tiyatrosunda; vücut dili her şeyin yerini alıyor ve o vücut dilinin yanında göz dili her şeyi anlatıyor. Ben size öyle sahneler söyleyebilirim ki, Latin Amerika tiyatrolarında, size hiçbir şey söylemeden bir kadın yarım saat gözleriyle sahnede seyirciyle oynuyor ve seyirciler onunla birlikte yarım saat ağlıyor. Sonra herkes düşünüyor kendi kendine; ben niye ağladım. Ama ben niye ağladım derken, bu kadın niye ağlıyor diye düşünüyor. Ben ne söylersem söyleyeyim yarım saat kimse ağlamıyor benim için. Yani dünya tiyatrosu da çok değişti, tiyatroya bakışım da çok değişti. Ama bunun yanında politikadaki değişim, dünya halklarına doğru. Dünyanın her yerinde yaşayabilirim, her toprağında, nerede ayağımı basarsam ben orada emek sarf ederim ve karnımı doyururum. Hiç kimse bana hiçbir yeri yasaklayamaz. Kapıdan kovsalar bacadan girerim, bacadan kovsunlar denizden girerim, mutlaka girerim. Bana yasak koymalarına imkân yok. Böyle bir şey benim tiyatro anlayışım. Almanya’ya geldikten sonra Schaubüchne’deki tiyatroda benim için en büyük derslerden biri Peter Stein’in tiyatro anlayışı olmuştur. Yalnız Peter Stein’in tiyatro anlayışı değil, şu an Türkiye’de herkesin biraz gülerek, küçümseyerek alay ettiği tuluat tiyatrosu da benim için çok önemlidir. Bence dünyanın en büyük ustalarından biri olan Muammer Karaca’nın yanında yaptığım 7-8 aylık –mümkün olsaydı belki 2 sene, 3 sene kalabilirdim orada- bana öğrettiği tuluat tiyatrosunun köşe taşları öylesine işime yaradı ki, burada; onunla beraber Peter Stein’in tiyatrosu ve dünya tiyatrosunun geldiği yerde tuluat tiyatrosu. Türkiye’de buna sadece doğaçlama deniliyor. Hayır doğaçlama değil tuluat tiyatrosu. Bir kere anahtarı var; anahtarı çözdüğünüz zaman eline belgesini veriyorsunuz, o belgeyle üstüne yürüyor. Nereleri açıyor; isterseniz politikayı açabilirsiniz, isterseniz aşkı açabilirsiniz, isterseniz cinsiyeti açabilirsiniz ama bunu bir tuluat tiyatrosu disiplini içinde açabilirsiniz. Doğaçlamada böyle bir şey yok; doğaçlamada nereye götürürsen götürebilirsin, onu disiplinin içine alamazsın, tuluat tiyatrosu başka bir şey ve onu ben işte kadınlar tiyatrosunda uyguladım. Hala tadı damağımda, bu kadar tatlı bir tiyatro yapmamıştım.

Elçin: Kadın olarak nasıl deneyiminiz, tiyatro yapan bir kadın olmak nasıldı?

Rüçhan: Yine çocukluğuma döneceğim. Biz beş kız, bir erkek kardeşiz. Kız çocuklar bizim evde çok dominanttı; hala çok dominantlar. Hepsi 70 yaşın üstünde, erkek kardeşimiz de hala pasif olanımızdır. Ama şöyle bir şey söyleyeyim; ben hayatımda “ben kadınım” diye düşünmedim ama şöyle bir problem de var, kadınların ne kadar ezildiğini hep gördüm. Hatta biraz ağır konuşayım mı? Anadolu’da erkekler ilk defa hayvanlarla, eşeklerle ilişki kurarlar; kadınlar da onlar için o değerdedir. Sonradan evlendikleri kadın da o değerdedir onlar için. Ben kendimi kadın olarak görmedim, ezilmedim diye bunları yok sayamam. Direkt toplumdaki yapıyı düşünüyorum ve şu anda devrimin dört ayağı varsa, bu dört ayağın bir tanesi mutlaka ve mutlaka kadın sorunudur, patriarka sorunudur. Bunlar hepsi birden devrimle beraber çözülecek sorunlar değildir. Giderek, eğitimle birlikte çözülecek, başka bir çaremiz de yok. Ben kendimi hiç kadın olarak düşünmüyorum, tiyatroda da düşünmedim; erkek olarak da düşünmedim.

Süreyya: Tiyatronun dünyayı değiştirebileceğine inanıyor musunuz?

Rüçhan: Tiyatronun dünyayı değiştirebileceğine direkt olarak inanmak değil ama sanat kesinlikle çok etkili olacaktır; sanatların içinde de tiyatronun %50 daha fazla etkisi olacaktır. Evet operası da var, balesi de var (şu anda insanların yarattığı en yüksek sanat baledir benim için ama klasik baleyi anlamayın; vücut dilidir, modern danstır) fakat hiçbiri tiyatro kadar, kitleye gidemez. Tiyatronun gücü şurada, tek başımıza da olsak kitleye gidebiliriz. Yaptığımız tiyatro ile her an, her dakika kitlelerin aklında kalabiliriz. Tek kişilik tiyatro ile bile akılda kalabiliriz. Tiyatro çok etkili olacaktır. Belki devrimde, cephelerde ajit-prop tiyatro yapabiliriz; şehirlerde büyük tiyatrolar yapabiliriz. Ben hala turne tiyatrolarından yanayım; dünyanın neresinde olursam olayım, en ücra köşelere kadar gidip 3 kişi de olsa 10 kişi de olsa, 100 kişide olsa, o insanlara bilmedikleri bir dünyanın anlayışını götürmeyi çok isterim. Tiyatro çok etkili olacaktır ve sanatın her kolu etkili olacaktır.

Elçin, Süreyya, Şebnem: Size doyum olmaz.

Rüçhan: Çok teşekkürler.

Paylaş.

Yanıtla