FC Bergman’dan “300 El X 50 El X 30 El”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet K. Özel

hani noel zamanı hristiyan kentlerinde meydanlara, vitrinlere, ama mutlaka bütün kiliselere isa’nın barakamsı bir ahırda doğumunu anlatan, ahırın seyirci tarafındaki yüzünün kaldırıldığı, böylece içerisinin görülebildiği, ama sadece barakanın içinin değil, çevresindeki dış mekanın da betimlendiği ve kaynağını incil’den alan bir sürü insan ve hayvan figürünün bulunduğu maketler yerleştirilir ya, işte perde kalktığında karşımıza çıkan sahne görseli, ona çok benziyor. tek bir farkla; bir sürü baraka var ve barakaların kapalı yüzeyleri bizim tarafa bakıyor. barakaların bize bakmayan tek yüzlerinin kaldırılmış olduğunu, zeminde dekorun çeperi boyunca döşenmiş ray hattında ilerlemeye başlayan üç kişilik (ama tek kameralı) ekibinin canlı çekimlerinin sahne üzerindeki beyazperdeye yansıtılmasıyla anlıyoruz. kamera ekibi oyun sürecinde ray boyunca belli bir hızla, bazen hızlanarak, bazen durarak ilerleyecek ve kaydettiği canlı görüntüleri bizler perdeden seyredeceğiz. kameranın bir mikro insan topluluğu etrafında dönüyor olma hali, her seferinde barakaların içlerindeki hayatlarda değişimleri, gelişimleri takip ediyor olmak, insan hayatının bitmez tükenmez bir döngüden oluştuğu izlenimini yaratıyor bende.

barakaların içlerinde yaşayanlar var; kamera her bir dönüşünde onların neler yaptıklarını, hangi durumda olduklarını görüyoruz. barakaların içlerinde gerçekleşenleri düşününce, yedi ölümcül günah atfını fark etmeden olamıyorum. bir barakada önüne gelen her şeyi, hatta sandalyeyi bile yiyen obur bir kadın, diğerinde kıskançlığından ve bakireliğini korumak için olsa gerek kız öğrencisini piyanonun başından kaldırmayan, kendisi kızkurusuna dönüşmüş bir kadın, başka bir barakada şehveti çeşitli şekillerde arayan ve sonunda bulan bir çift, başka birinde öfke ve sırf eğlenceden aralarındaki en zayıf gençle ölümüne oyunlar oynayan üç erkek, bir başkasında nedensiz yere kafesteki güvercini durmadan farklı şekillerde öldüren kibirli oğlan çocuğu, altı barakanın tanımladığı “köy”ün diyelim ekseninde ise en önde, önündeki suya olta atmış ve bütün oyun boyunca neredeyse hiçbir şey yapmadan duran tembel balıkçı.

barakaların birindeki genç adam bir köy maketiyle oynuyor; o köy maketi, biz seyircilerin seyrettiği köy ile aynı. acaba tek bir insan”oğlu”nun yaşamındaki devreleri mi betimliyor  barakaların içindeki durumlar diye düşünüyorum. aynı adamın yaşlılığı, çocukluğu (kızkardeşi, annesi ve babasıyla birlikte), gençliği (beraber eğlendiği, onunla eğlenen erkek arkadaşlarıyla birlikte), evlendikten sonraki şehvet düşkünü yetişkin hali (eşiyle birlikte), ve evlenmeden önce köyün maketiyle zaman geçirip genç bir kıza (piyano çalan) aşık olduğu, duvarına asılı dünya haritasını bürüp kolunun altına aldığı bavuluyla ve kızla birlikte köyü terk etmeye yeltendiği, çalıların arasında adem ile havva gibi sevişmeye çalışıp, yılanların öcüyle ne sevişmeyi ne köyden kaçmayı beceremeyen, köyün diğer sakinleri tarafından barakasına hapsedilince de intihar ettiği yaştaykenki hali. insan”oğlu”nun kendinden, iyi-kötü özelliklerinden ama en çok da kendi yarattığı, kendi seçimleriyle yarattığı dünyadan kaçamadığını seyrediyoruz sanki sahnede.

biçimsel olarak sahnenin çember düzeni ve çemberin her yönde çeperine dönük anlatım, içerik olaraksa ölümcül günahlar aklıma hieronymus bosch’un o şahane yedi ölümcül günah tablosunu getiriyor.

her bir barakanın duvarında ve çoğu karakterin üzerinde haçlı aksesuarların olması, bir sahnede balıkçının takılan oltasını çektiğinde sudan ölü bir koyunun çıkması ve her yerinden sular akan bu koyunun bir iple sahne tavanına çekilmesi oyunun hristiyanlık mitleriyle ilgili olabileceğinin diğer ipuçları.

ve tabii müzikler: oyunun ortalarında bir yerde içinde “salvation” kelimesi geçen ve gospel tarzında bir şarkı çalıyor bantta. son 10 dakikada ise nina simone’nun ünlü “the sinnerman” şarkısının tamamı. simone’nun bu şarkısını “the thomas crown affair” filminden çok iyi hatırlıyorum, ama sözlerine hiç dikkat etmemişim. hele de hakkında araştırma yapınca bu şarkının da diğeri gibi bir gospel olduğunu ve hikayesinin tevrat ve incil’den alındığını öğreniyorum. oyunun “the sinnerman” sekansı o kadar güçlü ki, nina simone’un şarkısı benim için bundan sonra bu yapımla özdeşleşecek.

oyun sonrasında bosch’un tablosuna da tekrar baktım ve yedi günahlı diskin ortasında su içindeki isa’yı fark ettim. önceden çok iyi bildiğimi zannettiğim tablonun, günahlara odaklanmaktan daha önce dikkatimi çekmemiş, bir detayı. değil mi ki sahnenin eksenindeki sudan koyun çıktı, hristiyanlık düşüncesinde isa koyun ile özdeştir, oyunun bosch’tan aldığını düşündüğüm görsel referans benim açımdan iyice güçlendi.

peki neden bu ipuçlarını bulmaya çalışıyorum? çünkü oyunun adı “300 el x 50 el x 30 el” bana hiçbir şey ifade etmiyor. öncesinde oyun hakkında okumuş değilim, merak ettiğim oyunlar hakkında onları seyretmeden okumalar yapmamayı tercih ederim. tiyatroya geldiğimde seyircilere oyunun künyesini ve kısa içeriğini anlatan broşür de verilmedi. dolayısıyla sahnede gördüklerimi anlamaya, onları kendi birikimimle anlamlandırmaya çalışıyorum.

sonradan topluluğun sitesini ve ingiltere turnesi sonrasında ingiliz basınında çıkan eleştiri yazılarını okuyunca “300 el x 50 el x 30 el”in nuh’un gemisinin ölçüleri olduğunu ve sahnedeki köy halkının yaklaşan bir tufanı beklediklerini öğreniyorum. evet, oyunun birkaç sahnesinde bir kayık kullanıldı. ayrıca, oyunda müthiş bir gürültünün hakim olduğu, çam ağaçlarının ters döndüğü, gökten toprak yağdığı sahneler de vardı. ama ben ne kayığı ne de o felaket anlatımlarını tufan’a yormuştum.

hieronymus bosch’un lafı ise okuduğum hiçbir yazıda geçmiyor.

belçikalı kolektif topluluk fc bergman 60 dakikalık bir başyapıt yaratmış bence. diğer birçok gösteri sanatları işini andırdığı tarafları olsa da, “300 el x 50 el x 30 el” duygu olarak daha önce seyrettiğim hiçbir sahne yapıtına benzemiyor.

mesela, oyun çok bariz bir hikaye anlatıyor ama metni yok, yani hiç söz kullanılmıyor. aşırı gerçekçi sahne tasarımının zıt kutbu olarak canlı video görüntülerinin yarattığı yabancılaşma (sadece görüntünün beyazperdeden yansıtılması değil; video ekibinin hızlanması, yavaşlaması bazen seyircileri bazen kendilerini çekmeleri, sulu bir sahnede bir bezle kameranın objektifini silmelerinin görüntüye yansıtılması gibi “düşünülmüş” birçok yadırgatma efektinin de olması) da bu yapıma özgül niteliklerden bir diğeri.

“300 el x 50 el x 30 el” fc bergman’ın avrupa’da tanınmasını sağlayan 2011 tarihli bir yapım; belçika ve hollanda dışında berlin, londra, atina, ruhrtriennale, madrid, viyana, montpellier ve marsilya turne yapmış olduğu şehirler. fc bergman 2015 tarihli “the land of nod” adı işiyle ise avignon’a, paris’e, zürih’e davet edilmiş.

ben son işleri “JR”ı geçen yıl haziran’da holland festival’deki dünya prömiyerinde seyredip, onlara hayran olmuş (izlenimlerimi merak edenler tıklayabilirler), ertesi gün başka hangi işlerini seyredebilirim diye araştırıp “300 el x 50 el x 30 el”i bu yılın mart’ında utrecht’te sahneleyeceklerini öğrenmiş ve hemen biletlerimi almıştım.

topluluk “JR”ı 2018 haziran’ındaki amsterdam gösterimlerinden sonra ilk defa nisan sonunda paris’te sahneleyecek. 2019’un güz ve 2020’nin bahar aylarında ise “JR” belçika ve hollanda’nın çeşitli şehirlerinde geniş kapsamlı bir turneye çıkacak. tiyatro sanatı meraklılarına, ne yapıp edip “JR”ı bir şehirde yakalamalarını hararetle öneririm, “300 el x 50 el x 30 el” de tekrar sahnelenirse tabii ki onu da!

Danzon

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet K. Özel

Yanıtla