Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar I: Artık Bir Davan Var

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar I

“Artık Bir Davan Var”

Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

Eylem Ejder’den Zehra İpşiroğlu’na

İstinye,  8 Nisan 2019

Sevgili Zehra hocam,

Öncelikle, İstanbul’a yeniden hoş geldiniz diyerek mektubuma başlamak istiyorum. Yine uzun bir süre Almanya’daydınız. Bu süre içinde en çok özlediğim şeylerden biri sizinle birlikte İstanbul’da oyun izlemek ve sonrasında bir kahve eşliğinde oyun hakkında konuşmaktı. Birlikte oyun izlediğim pek çok arkadaşım var. Çoğuyla da aynı şeyi yapıyoruz ama doğruyu söylemek gerekirse sizinle yaptığımız sohbetlerde başka bir şey oluyor. Yapılan yorumları sabır ve ilgiyle dinlemeniz, kendi doğrunuzu kabul ettirmekten ya da bir başkasının beğenisini kınamaktan uzak yaklaşımınız, oyunu ciddiye alan tavrınız, konuşmanın dağılmaması yönündeki çabanız ve elbetteki keskin eleştirel yaklaşım ve birikiminizle bu sohbet çok keyifli bir hâl alıyor benim için. Tabii eğer çiçeği burnunda kolektif eleştirel-yazın grubumuz Feminist Çaba’nın diğer üyeleri Handan (Salta) ve Tijen (Savaşkan) de bizimleyse bu oyun sonrası sohbet çoğu kez oyunu izlemenin kendisinden daha heyecanlı oluyor. Tatavla’da izlediğimiz Cumartesi Anneleri’ni anlatan Küskün Yüreklerin Türküsü ardından yaptığımız sohbeti hiç unutamıyorum. Bence, oyun hakkındaki olumsuz yorumlarımız bir tarafa o oyun sonrası sohbet bir başka şeyin oluşmasına vesile olmuştu: Oyun sonrası sohbetleri sıklaştırmak ve söyleşi formundaki bir kolektif eleştiriye dönüştürmek. İzlediğimiz oyunun bize sorduğu soruları birlikte çıkarmak ve onlara yanıt ararken bizim de oyuna kendi sorularımızı sormamız ve derken o soruları birbirimize, kendimize sormaya başlamamız ne zamandır ihtiyaç duyduğumuz bir imkânı sundu bize. Yan yana izlemek, bir araya gelmek, sormak, soruşturmak, anlamak, yanılmak, ayrı düşmek, derken anlaşabilmek. O yüzden sizin Almanya’dan dönüşünüzü nasıl sabırsızlıkla beklediğimi anlatamam. Zaten size yazdığım e-postalardan biliyorsunuzdur. “Ne zaman geliyorsunuz hocam?” “Şöyle bir oyun var hocam, keşke siz de görebilseniz”, “Gelince birlikte izleyelim mi, Tijen ve Handan da evet derse belki onu konuşuruz”… Size bahsettiğim oyunların sayısını, adını ben bile unuttum. Ama bunlardan birini neyse ki şimdi siz de izlediniz. Bgst Tiyatro’nun Artık Bir Davan Var oyunu.

Oyun hakkında konuşmak için hemen buluşmak isterdim ama şu sıralar ikimizin de yoğunluğu buna izin vermiyor, biliyorum. Telefon ya da e-posta yoluyla oyunu konuştuğumuzda bazı detaylar kaçıveriyor. O anda aklımıza gelenleri söyleyiveriyoruz. Oysa yazının imkânları başka. Biriktiriyorsunuz, oyunla karşılaşmanızı yeniden ve yeniden hatırlıyor, bu kez o karşılaşmayı kendiniz ve yazı arasındaki bir başka karşılaşma alanına tercüme ediyorsunuz. Ben bu kez oyun hakkında bilmediğim, tanımadığım bir okur/seyirciye ulaşacak bir eleştiri yazısındansa sıcak, samimi bir işe, bilinmeyen birine değil doğrudan size seslenen, iç döken bir yazma çabasına girişmek istedim. Zaman zaman oyunun sınırlarının dışına çıkan, onun düşündürttükleri, hissettirdiklerini hissettiren, onun hakkında, onun civarında, onunla komşu sayılabilecek oyunların kapısında gezinen bir çabaya girmeye çalıştım. Ama bu çabanın karşılığını da görmek istedim, yani oyuna dair görüş ve duygularım, ona sorduğum soruların başkasında neye karşılık geldiğini anlamak. O yüzden size mektup yazmaya karar verdim.

Oyunu 25 Şubat’ta Moda Sahnesi’nde, Handan ve Reha ile birlikte izledim. İzlediğim diğer BGST oyunlarından- özellikle Zabel ve Muhsin Bey’in Son Hamlet’i’ni kastediyorum- hem farklıydı hem de benzer bir Bgst estetiği çalışıyordu. Bu topluluğun yaptığı her işi keyifle izliyorum. Sanırım yazdıkları metinler, sahneledikleri oyunlarda onları bir araya getiren o kolektifliğin, o inatçı “tutkulu amatörlüğün” izlerini görmek beni mutlu ediyor. Diğer iki oyun yakın tarihten tarihi-sanatsal figürleri -Zabel Yesayan, Muhsin Ertuğrul, Vahram Papazyan- merkeze alarak Türkiye’de tarihyazımının tıkanık noktalarına işaret ediyor ve bizi de bu tıkanıklığın sebepleri ve yaşamlarımız üzerindeki etkilerini düşünmeye ortak ediyordu. Artık Bir Davan Var ise bir tarihi figürü merkeze alarak geçmişi ve geçmiş aracılığıyla bugünü değil de, bilinmeyen bir ülkede, bilinmeyen bir zamanda kendini kurarak bugünü tartışıyor ve hatta taşlıyordu. “Artık Bir Davan Var’ı keşke siz de görebilseniz” dememin sebeplerinden biri oyunun karamizah, grotesk, politik taşlama olması, sizin de son yazdığınız oyunlarınızda bu formla yakından ilgili olmanızdı. Memleketimden Kadın Manzaraları ve son oyununuz Hayal Satıcısı’nı kastediyorum. Sizin oyunlarınızda olduğu gibi Artık Bir Davan Var da bir dizi alışkın olduğumuz tuhaflıklarla doluydu. İktidara yakın enişteler aracılığıyla şirket sahiplerinin büyük ihaleler kaptığı, herkesin sosyal medya hesabının didik didik incelendiği, adalet sarayının sözcüğün iki manasıyla da yol geçen hanına dönüştüğü, bir avukatın bin davaya baktığı, savcı ve hakimlerin sürekli görevlerinden alındığı, yardımlaşma ve dayanışma derneklerinin yolsuzluklarla içinin boşaltıldığı, savaş bölgesindeki çocuklarla yardımlaşma ve dayanışma kampanyasına katıldığı ve onlara çocukluk misketlerini, oyuncak sapanlarını gönderdiği için hakkında terör suçundan dava açılan Bay K’larla dolu, sürekli elektriklerin kesildiği, bu yüzden çocukların radyoda dinlediği masalların hep yarım kaldığı, her an ışıkların kararabildiği ve bu kararma anlarında birilerinin hakkında kararların verildiği bir ülkeydi burası. Ancak bu iç karartıcı tanıdıklığı dengeleyen bir biçimi vardı oyunun, o da mizah. Sanırım bugün biz de bu gibi durumları mizahla, esprili yaratıcı dil ve tavırla telafi edebiliyoruz. Hatta bazen telafinin ötesine geçip bunun yeni bir politik dile dönüşümünü ve o dilin yeni politik aktörleri yaratışını da görüyoruz. Sanırım oyunda sürekli rol değiştirerek polis, savcı, hâkim, plaza çalışanlarını oynayan o iki erkek oyuncuyu daha önce sahnede pek izlemediniz. Cüneyt Yalaz ve İlker Yasin Keskin’den söz ediyorum. Metni ikisi birlikte yazmışlar. Her ikisini de yine bu oyundaki Melek karakteriyle gördüğümüz Banu Açıkdeniz’le birlikte oynadıkları Muhsin Bey’in Son Hamlet’i’nde izlemenizi isterdim.

Oyunda sizin ilginizi çekecek sebeplerden konuşuyordum. Naz Erayda’nın kostüm ve sahne tasarımıyla metnin olanakları görünür olmuştu. Resmiyeti, tek düzeliği, sıkıcılığı hatırlatan o mavi tonlarının yoğunluğuna karşı Bay K kırık beyaz rengiyle, ikizi Melek ise her sahnede giderek artan tepeden tırnağa beyazlığıyla bu distopik dünyada mevcut sisteme eklendikçe renginizin nasıl değiştiği kadar nasıl korunabileceği hakkında da çok şey söylüyordu bize. Yine sahne ve kostüm tasarımındaki dikey çizgilerin yoğunluğu tepeden inmeci bu sistemin hiyerarşisi ve örgütlenme biçimini belirginleştiriyordu sanırım. Bay K ise kırık beyaz rengi, dikey ve yatay ilişkilerin kesişimini resmeden kostümüyle bu distopik evrene geçiş ve eşik anındaki herkesin vücut bulmuş hali gibiydi. Bu tasarımda hoşuma giden ve çoğu sahnede daha fazla görmeyi umut ettiğim şey ise altıgen biçimindeki dekor parçalarının, taburelerin birleşerek yeni malzemeler, yeni mekânlar ve yeni ilişkilenme biçimleri yaratmasıydı. Görmeyi umut ettiğim şey ise bu mucizevi geometrik şeklin -ki bana hep dayanışmacı bir birliktelik formunu çağrıştırır- bu distopyanın mahkeme, plazada bir şirket ofisi, asansör, bir apartman dairesi gibi çeşitli ögelerini temsil etmesi kadar oyunun barındırdığı dayanışma ve umut fikrine dair çağrışımlarının artmasıydı. Çünkü bu biat ve korku ortamından kurtulabilmenin yolu Melek’in de söylediği gibi şundan geçiyordu: “Yalnız değilsin, git ve kendin gibileri bul, onlarla birlikte ol, diren, dayan, dayanış”.

Üretken bulduğum bir diğer şey ise oyundaki elektrik kesintisi fikriydi. Burası sürekli elektriklerin kesildiği, demek içinde yaşayanların hiç beklemedikleri bir anda sık sık karanlığa maruz kaldıkları bir dünyaydı. Bay K ise bu sistemde her sorunu, her duyguyu ve durumu bir sermaye, pazar ürününe dönüştürecek bir şirketin “halkla ilişkiler sorumlusu” değildi sadece. Aynı zamanda “iyi” bir hikâye anlatıcısı olması gerekiyordu. Bay K kendi çocukluk acıları, sıkıntılarından tutun da bugünün toplumsal sorunlarına kadar her şeyi, her sıkıntıyı ne ölçüde bir satış malzemesine dönüştürüyorsa, Bgst de o ölçüde durumu tersine çeviriyordu. Bay K, elektrik kesintilerinde devreye girecek bir jeneratörü nostaljik bir çocukluk hikâyesiyle süsleyip satmanın derdine düştükçe kendi hikâyesinin konu nesnesine, belki de kurbanına dönüşüyordu. Hiç beklenmedik bir anda, tam da hikâyesinin provasını yaparken “elektrikler kesiliyor” ve evine giren iki polis tarafından nedenini anlayamadığı bir dava yüzünden sorgulanıyordu. “Artık bir davası vardı”.

Bgst ise bu iç hikâyeden bir başka şeyi üretiyordu. Elektrik kesintisi fikrini sadece “karanlıkta kalmak”, “aydınlığın kararması”, “gerçeklerin karartılması” gibi sık kullanılan motifleri çağrıştırdığı için değil bir başka şeyi bana düşündürttüğü için sevdim daha çok. Kesintilerle ilerleyen bir toplumsal-siyasal coğrafyanın eleştirisini yine –diğer oyunlarında olduğu gibi- kesinti fikri üzerinden anlatmalarını (neredeyse her sahne değişimi elektrik kesintisiyle oluyordu), oyunun dramatik işleyişini birbirine ters işleyen iki farklı kesinti çarklısıyla kurabilmelerini sevdim. Küçük dişli Bay K idi. Kesintiden medet bulan, sorunun farkında olmasına rağmen, ondan bir meta üretmeye zorlanan Bay K.  Diğer dişli ise Bgst’nin tavrıydı. Bay K o çarkın içinde döndükçe, o çarkı döndürecek “marketing hikâyeleri” ürettikçe Bgst bu çarktan kurtulmanın, onu zayıflatacak bir karşıt gücü üretmenin olanaklarını sunuyordu: Bay K’nın içinde yer aldığı yapay hikâyelere karşı daha gerçek hikâyeleri birlikte nasıl üretebileceğimizin ipuçlarını. O yüzden Bay K’nın aslında “artık (gerçek) bir davası vardı”. En azından Melek’in son sahnede hem mahkemeye hem seyirciye söylediklerinden bunları çıkarıyorum. Bize dayatılan bu suni davaları artık gerçek bir davaya dönüştürmenin, yalnız olmadığımızı görmenin, diğerlerini bulmanın, yan yana gelmenin, birlikte direnme, dayanma ve dayanışmanın zamanı gelmemiş miydi? Melek sürgün edilse de her an gelebilirdi. Aniden, birdenbire, tıpkı elektriklerin gitmesi gibi. Belki oyunun her elektrik kesintisi bir Melek’in daha sürgün edilmesi, belki bir başka Melek’in “aniden”, “birdenbire” yeniden geri dönmesidir. “Artık bir davamızın oluşu”, bu davanın kurbanı mı yoksa aktif öznesi mi olduğumuz bu karar-ma, bu kesinti anlarında hangi Melek’i gördüğümüze bağlı sanırım.

Teb Oyun dergisinin son sayısında (40.sayı) oyun üzerine bir eleştiri yazısı yazan genç eleştirmen Dilan Erdoğan oyunun bir zaafı olarak seyirciye fazla boş alan tanımamasından söz ediyordu. Yani sorduğu soruların cevabını oyun sürekli kendisi veriyordu. Başlangıçta bu fikre katılsam da oyun hakkında yeniden düşünmeye başladıkça sadece bu oyuna değil belki de genel olarak sahnede gördüğümüz her şeye bu açıdan haksızlık ettiğimizi fark ettim. Erika Fischer-Lichte “sahnede hiçbir şey anlamsız değildir, anlam atfeden sizsiniz” diyordu. Belki de bu tanımı şimdi bir adım ilerletmenin biraz da değiştirmenin zamanıdır. “Sahnede dolu alan diye bir şey yok, yaratıcı boşlukları bulan, yeni sorularla doldurup taşıracak belki de yeni boşluklar açacak olan biziz.”

Mektubuma şimdilik burada son veriyor ve sizin de oyun hakkındaki fikirlerinizi duymak için can atıyorum.

Sevgi ve saygılarımla,

Eylem Ejder

 

II.Zehra İpşiroğlu’ndan Eylem Ejder’e

                                                                                   Cihangir, 10 Nisan 2019

Eylemcim merhaba,

Birlikte konuşma, tartışma, eleştirme bir yana, bence ortak dostluklar bir şeyleri paylaşmayla yeşeriyor.  Sanat da bizlere çok güzel bir paylaşım alanı sunuyor. Aslında ben böyle bir aile ortamında yetiştim. Sanat, müzik, tiyatro, edebiyatla dolu bir ortamda geçti çocukluğum ve gençliğim. Sonra da edebiyat bilimcisi ve eleştirmeni olan eşim başta olmak üzere bunu tiyatrocu, sinemacı, yazar dostlarımla da temel bir duruş olarak sürdürdüm. Köln’de de yazar, çizer ve sanatçılardan oluşan arkadaş çevremizde okuma akşamları düzenliyoruz. İçimizden biri son yaptığı bir çalışmayla tiyatro, film roman bir sunuş yapıyor, sonra da üzerinde tartışıyoruz. Zamanla bu sürece gençler de katıldılar.  Onların düşünceleri, yaşantıları benim için özellikle çok değerli; eğer sanat ve kültür yaşamına uzak bir kesimden geliyorlarsa kuşkusuz çok daha değerli, bu onların yaratıcı gizilgüçlerinin ne kadar çok olduğunu gösteriyor, bir şeyleri elde etmek için bir savaşım vermişler çünkü. Şimdi de sende gördüğüm bu heyecan çok hoşuma gidiyor. Bu sanat aracılığıyla ortak bir paydada buluşma, aynı heyecanı yaşama, paylaşma ve paylaşarak çoğalma anlamına geliyor.  Yani duygular, düşünce, heyecan her şey içiçe giriyor.

Teb Oyun dergimizde senin girişiminle başlattığımız eleştiri tartışmalarını olumlu bir gelişim olarak görüyorum. Birbirimize kulak verdiğimizde yepyeni yollar açılıyor.  Aslında herhangi bir şey üzerinde tartışmada  üç farklı eğilim göze çarpıyor: Tartışmacıların birbirlerini rakip olarak görmeleri ki  bizim gibi otoriter toplumlarda bu çok yaygın;  her tartışmacının sadece kendi düşüncelerini aktarması ve başkalarının söyledikleriyle hiç ilgilenmemesi, böylece yan yana birbiriyle ilgisi olmayan görüşlerin sergilenmesi ki bunun da  tabii diyalogla ilgisi yok, son olarak da  tartışmacıların birbirlerini dinleyerek düşünsel bir süreç içinde birlikte yol almaları ki  ideal olan,  bizim de yerleştirmek istediğimiz  bu tabii. Ama kolay değil çünkü kendi egomuzu aşmayı koşulluyor. Tiyatrocularda biliyorsun ego güçlüdür, ama en iyisini ben yapıyorum iddiası, başkalarını olumsuzlayarak kendini yükseltmenin, yarışma ve rekabetin bence sanatla da ilgisi yok. Bu nedenle aslında ben bütün bu yarışmalara da Afife ödüllerine filan da karşıyım.   Şu bir gerçek ki sanatçı ego’sunu aşabildiği   oranda mucizeler yaratıyor, aksi halde bir yerde takılıp kalıyor.

Boğaziçi ekibi kolektif yaratıcılığın yaşam karşısındaki bir duruşa dönüştüğü bir gelenekten geliyor.  Ben çoğunun gençliğini biliyorum ve nasıl geliştiklerini görüyorum, sözgelimi Cüneyt’i kaç kez izlemişimdir. Ama zaman içinde bu ekip öylesine yoğuruldu ve pişti ki önemli bir profesyonel tiyatroya dönüştü. Son izlediğim oyunları Zabel, Bir Kadın Uyanıyor, Artık Bir Davan Var her birinden çok etkilendim. Çok iyi düşünülmüş, kurgulanmış. Sağlam bir dramaturji çalışmasına dayanıyorlar.  Hesabı verilmemiş, gelişigüzel yapılmış, oyuna uymayan efektlerle izleyiciyi tavlamaya çalışan hiçbir şey yok.

Karamizah taşlama bir oyun olan Artık Bir Davan Var yaşadığımız ortamla çok yaratıcı bir biçimde hesaplaşıyor, bu açıdan da benim tiyatro anlayışımla senin de vurguladığın gibi birebir örtüşüyor.  Aslında Boğaziçi ekibinden karagüldürü başka oyunlar da izlemiştim doksanlı yıllarda ve açıkçası beğenmemiştim.  Sanırım grotesk tiyatro yapmak kolay değil, temeli olan çok iyi bir dramaturji çalışmasını koşulluyor ki bu oyunda bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Öte yandan kullanılan simgelerin, metaforların, yabancılaştırma etkilerinin oturması lazım ki bunu da başarıyorlar.

“Boş alan yok” eleştirine gelince taşlamada biliyorsun boş alan yoktur. Bu açıdan da bu eleştiriyi kabul etmem zor. Bu elma neden armut değil deme gibi bir şey çünkü. Bu oyunda Brecht’in tanımladığı tarzda bir yadırgatma etkisi kullanılıyor, yani bize olağan ya da sıradan gelen şeylerin bizi yadırgatarak mizah yoluyla farklı bir açıdan anlatılması, böylece sıradan olanın hiç de sandığımız kadar sıradan olmadığının gösterilmesi. Bunun bilinen yanıtları tekrarlamayla uzak yakın ilgisi yok.   Taşlama türü alımlayana aşırı bir özgürlük alanı bırakmıyor kuşkusuz, onun hayal kurmasına ya da deyim yerindeyse uçmasına pek izin vermiyor ama buna karşılık onu yoğun bir düşünsel sürecin içine çekiyor. Nitekim sen de oyunu alımlama sürecinde ne çok şey çıkartmışsın.  Tiyatrocular sahneledikleri oyun üstünde ne kadar kafa yormuşlarsa ne kadar özenli çalışmışlarsa alımlayana da o kadar çok şey sunuyorlar.  Bunu alımlama örneklerini içeren kitabım Dramaturjiden Sahne Alımlaması’nda çeşitli sahne yorumlarıyla somut olarak gösteriyorum.  Bu oyunda da duygularla düşünmenin bütünleştiği bir noktada sanatcılarla izleyiciler buluşuyorlar. Bu da bugün izlediğimiz çoğu oyunda olduğu gibi kendini dinlemeyi değil anlamayı koşulluyan etkin bir duruşu koşulluyor.

Ama biliyorsun kültür yaşamını belirleyen eğilimler ya da modalar vardır, onlara hiç uymuyor bu oyun.  Günümüzde sanatta eleştirel bakıştan kaçınıldığı için taşlama ya da kara mizah türüne de karşı bir duruş var. Bırak eleştiriyi oyunda eli yüzü düzgün düşünsel bir tasarım olması bile didaktik damgasını yiyiveriyor.  Ne yazık ki sadece tiyatrocular değil eleştirmenler de bu eğilimin etkisi altındalar. Bu sadece tiyatroda değil sanatın diğer alanlarında da böyle. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde İranlı yönetmen Mortezai’nin Nijeryalı seks işçilerinin yaşamından yola çıkarak Avrupa’nın merkezindeki kadın ticaretini gündeme getiren belgesel tattaki olağanüstü başarılı filmine Almanya’da doğru düzgün bir eleştiri bir yazılmadı daha. Belki de konu öyle rahatsız edici ki, kimsenin de ciddi konulara kafa yormaya sabrı yok artık.

Artık Bir Davan Var’a geri dönecek olursak, beni bu oyunda çok etkileyen oyunun her tür konformizmden uzak özgün yanı. Sanatçıların yaşadığımız ortamla gerçekten çok özgün ve içten bir hesaplaşmaya girmeleri ve bunu hem metin hem sahne yorumu ve tasarımı hem de oyunculuk düzleminde türlü yaratıcı buluşlarla geliştirmeleri.  Kafka’nın Dava’sından yola çıkarak    modern iş dünyasının olduğu kadar otoriter bir toplumun da bireyi nasıl yok ettiğini empatiyi tetikleyen psikolojik yöntemlerle değil de yadırgatma etkileriyle gösteriyorlar. Aslında bizler absürt olanın, yadırgatıcı olanın tam içindeyiz, bu açıdan da çok gerçekçi tabii ki.  Ama yaşadıklarımız o kadar acıtıcı ki bunu çoğu kez görmezden gelmeyi, unutmayı tercih ediyoruz.  Öte yandan yabancılaştırma bizi yadırgattığı oranda mizah da rahatlatıyor, yaşadıklarımıza dahası kendimize bile gülebiliyoruz, buruk bir gülmece olsa bile soluk alma fırsatı yaratıyor mizah bize.  Bu oyunda “Melek” figürüyle de fantastik düzlemde olumlu bir ütopya yaratılıyor, bu da güzel bir buluş. Gerek yurt dışında gerek bizde bu tür oyunların sayılarının parmakla sayılacak kadar az olduğunu düşünüyorum.  İşte bu karşı duruş da beni çok etkiledi. Evet oyunla ilgili söyleyecek çok şey var mektuplaşmanın sınırlarını aşmak istemiyorum.

Artık Bir Davan Var gibi iyi düşünülmüş, kurgulanmış oyunları sahnelerimizde daha çok izlemek dileği ile.

Sevgiler,

 Zehra İpşiroğlu

TİYATRO ÜZERİNE MEKTUPLAŞMALAR HAKKINDA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

Yanıtla