Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar II

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar II

“Tiyatroda Ütopya ve Yeniden Artık Bir Davan Var Dolayısıyla”

 

Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

  III. EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA

 

                         

Sevgili Hocam,

21.04.2019

Mektubuma yazdığınız nazik ve içten yanıtlarınız için çok teşekkür ederim. Almanya’da sanatçı dostlarınızla yaptığınız ev buluşmaları ve sanat tartışmalarıyla kurduğunuz paylaşım alanı çok hoş. Keşke orada olsaydım, katılabilseydim diye düşündüm. Bizim dergi çevresinde yapmaya çalıştığımız şey de biraz böyle, siz ne dersiniz? Yüz yüze buluşmaları her zaman sağlayamıyoruz ama e-posta, whatsapp, sosyal medya aracılığıyla en azından belli konularda canlı tartışmalar yürütebiliyoruz.

Mektubunuzda ilgimi çeken bazı konu başlıklarına değinmek ve bana düşündürttüğü yeni soruları paylaşmak isterim. Bunlardan ilki Artık Bir Davan Var oyunu hakkında karşılıklı yorumlarımızda ortaya çıkan bir durumla ilgili. Oyunun “boş alan-dolu alan” gibi bir tartışmayı açmasına çok sevindim açıkçası. Ama burada merakımı çeken şu oldu: “Kültür yaşamını belirleyen eğilimler ya da modalar var, oyun bunlara hiç uymuyor” demişsiniz.  Bugün hâlâ eleştirel alanı işgal eden bir eğilimden, politik taşlama, kara mizah biçimindeki oyunlara bir “eleştiri” olarak didaktik etiketi yapıştırılmasından söz etmişsiniz. Hatırlar mısınız geçen ay sizinle bir söyleşi yapıyorduk. Şu tip eleştirilerle karşılaştığımı söylemiştim. “Oyun iyi güzel de, modası geçti”. Oyunun demode olması ne demek, bu modayı kim ya da ne belirliyor? Bu tip eleştirilerin bazen Bgst oyunları için söylendiğini de görüyorum. Birkaç gün önce tiyatro akademisyeni bir arkadaşımla buluşmuş ve bu sene izlediğimiz oyunlardan konuşuyorduk. Söz Bgst’nin Zabel’ine ve Yersiz Kumpanya’nın Unutulan oyunlarına geldiğinde arkadaşımın oyun hakkında söylediği tek şey “bildik konular ve biçim” gibi bir şeydi. Yani hakkında konuşulacak çok bir şey yoktu. Garip olan şu ki bu yorumu yapan ya da bu tür oyunları heyecansız, neşesiz, mesafeli bir tavırla karşılayan pek çok tiyatro araştırmacısı arkadaşım vardı. Beni affetsinler ama bu “farklı biçimler” sevdasının bazen başka şeyleri görmezden geldiğini düşünüyorum. Aynı zamanda bu tavrın Tv’de Güneydoğu’da geçen bir aşiret, kadın dizisini gören kimi gençlerin “yıl olmuş 2019, hâlâ mı töre, hâlâ mı kadın sorunları, çok sıkıcı” deyip önümüze yaratıcı bir reçete olarak Netflix dizilerini sunmalarına benzetiyorum, bunun biraz sorunlu bir benzetme olduğunun farkında olsam da. Elbette ne anlattığınız kadar nasıl anlattığınız da çok önemli. Konunun işlenme biçiminden duyulan bu huzursuzluk o içeriklerin bugün yaşamlarımız üzerindeki trajik boyutlarına karşı bir duyarsızlığa yol açıyorsa burada sıkıntı başlamıyor mu sizce de?

Artık Bir Davan Var oyunuyla ilgili “söylenecek çok şey var ama mektuplaşmanın sınırlarını aşmak istemiyorum” demişsiniz. O “sınırları aştığınız” bir başka yazıyı göndermişsiniz bana. Cumhuriyet’te yayımlanacak olan oyun eleştirinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Yazınızı şöyle bitirmişsiniz:

Kafka’nın “Davası”nı günümüze taşıyan bu oyun  insanların durup dururken fişlendiği,  absürt soruşturmaların yürütüldüğü, keyfi tutuklanmaların birbirini izlediği, avukatların tutuklandığı, cezaya kılıf uydurulduğu  bir ortama ışık tutuyor. Hayalle gerçeğin iç içe geçtiği bu ortamda her şey belirsizdir ama karabasanın ağırlığı içinde soluk almamızı sağlayan kara güldürü ögeleri de yoğundur.  Bu açıdan da oyun çok gerçekçi. Öte yandan çıkışın sadece Melek aracılığıyla bireysel olarak gösterilmesini, dayanışma düşüncesinin ise sadece sözde kalmasını  oyunun zayıf yanı olarak görebiliriz.

Oyunun son sahnesinde Bay K yargılanıyordu. İkizi ve bir tür vicdanın sesi olan Melek mahkeme kararıyla sürgün ediliyordu. Son yıllarda izlediğimiz Bgst oyunlarının hepsine “sürgün anlatısı” diyebiliriz. Kim Var OradaZabel ve son izlediğim, içinde Bgst’den sanatçıların da yer aldığı Ahmet Kaya oyunu Hep Sonradan’da oyunun şimdi’sinden geriye doğru kesintilerle ilerleyen bir hatırlamayı izliyoruz. Her birinde farklı zamanlarda bu ülkenin politik-toplumsal ikliminde buradan sürgün edilenlerin, “bastırılanların geri dönüşünü” görüyoruz. Buna tarihle ve bugünle bireysel, toplumsal bir yüzleşme de diyebiliriz. Artık Bir Davan Var ise geçmişteki sürgünlerin şimdi üzerindeki etkisi yerine bir başka stratejiyi deniyor, yani sürgünle son buluyor. Melek’in giderayak söylediği şey bir gün birdenbire, ummadık bir anda bir yolunu bulup geri geleceğiydi. “Çıkışın sadece Melek aracılığıyla bireysel olarak verilmesi ve dayanışma düşüncesinin sözde kaldığı” yorumunuza bu açıdan hem katılıyor hem katılmıyorum. Bunu oyunun zayıf yanı olarak görmektense şimdi’ye ve geleceğe düşen bir not, bir davet, belki gittikçe artan oranda bir “olmazsa olmaz” olarak düşünmüştüm. Çünkü bugün yaşamımızda eksikliğini hissettiğimiz ve oyunun o açlığımızı daha çok uyandırdığını düşündüğüm şey “dayanışma yapıları kurmak”tı. Hem zaten Bay K’nın oyunda yargılanıyor olmasının asıl sebebi bir yardımlaşma ve dayanışma topluluğuna destek vermek, çocuklara misketlerini göndermek değil miydi? Dayanışmanın suç olduğu bu karanlık ülkeyi kurtaracak şey yine dayanışmaydı. “Sözde kalıyor” oluşunu eyleme geçemediği ve geçemeyeceği olarak okumamıştım açıkçası. “Sözde kalıyordu” çünkü Melek’in (sürgüne) giderayak söylediği -sözcüğün her iki manasıyla da- sözlerdi bunlar. Ama onun dediği gibi her an başımıza gelebilir, her an eyleme geçebilirdi. Hem burada Melek’in neyi temsil ettiği de çok etkileyici değil mi? Henüz anne karnındayken Bay K’nın kordonu Melek’e dolanmış ve Melek’in yaşamasına bile ihtimal verilmemiş. Fakat Melek bir mucizeyi gerçekleştiriyor ve yaşıyor. Sesinin peltekliği ise sadece susturulanların, söz hakkından mahrum bırakılanların değil bu mucizenin de bir izi oluyor. O yüzden Melek’in mahkemede söylediği şeyler çok gerçekçi. Zaten bir mucizeyi başarmıştır ve bir yolunu bulup geri gelecektir. Sanırım ben oyunun en çok bu tarafından etkilendim, yani kara mizah, grotesk olmasının yanı sıra gerçek(çi), etkin bir ütopyayı sunmasını. Jill Dolan’ın meşhur bir kavramı var hocam. Onu alıntılamak isterim: ütopik edimsellik (utopian performative). Ütopya bir yok-yer demek. Olmayan iyi-yer. Performatif sözcüğü ise bir yapma etmeyi, icraati imliyor. Bu iki sözcük yan yana gelince bir performansın/bir tiyatro oyunun bu olmayan iyi, güzel yeri icra ettiği anlamı çıkıyor. Bunun için oyunun bir ütopyayı anlatması gerekmiyor. Aksine bir distopya anlatısında bile ütopik edimselliği hissetmek mümkün diyor Dolan. Ütopik edimsellik izleyici ve oyuncular arasında oyunun mekânı ve zamanı içerisinde açığa çıkan bir birlikteliği hissetme ve böylece daha iyi bir dünya ve topluma dair inancın, umutların tazelenmesi, o gücün yenilenmesi anlamına geliyor. Bu bağlamda benim için Bgst’nin tüm oyunları iyi birer ütopik edimsellik örneği diyebilirim. Oyunlar içerik ve biçimleriyle o ütopyanın kendisini icra ediyorlar çünkü bu seyir yerinden bu hisle, aramızda kurulan daha iyiye yönelik bir inanç ve umutla ayrılmamıza vesile oluyor. Yaptıkları bir şey daha var. Sorunların çözümünü hiçbir zaman tiyatro sahnesinde nihayete erdirmiyorlar. Bu sahnede çözümler canlandırılmıyor, görülmeyen soru(n)lar açılıyor ve çözümler sahnenin dışına yani yaşamın kendisine bırakılıyor. Bir anlamda Nora’nın çarptığı kapının sesi kulaklarımızda hâlâ yankılanmaya devam ediyor.

Mektubunuzu okumak için şimdiden sabırsızlanıyorum.

En içten sevgilerimle…

II.ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E

Sevgili Eylem,

                                                                                24 Nisan 2019, Cihangir

Son zamanlarda senden bir  e-posta geldiğinde  çok seviniyorum,  yaratıcılığın bana da iyice  esin kaynağı oluyor çünkü. Karşılıklı söyleşir gibi mektuplaşmak çok güzel. Tiyatroda düşünsel bir tartışma alanı yaratmaktan sözediyorsun son mektubunda. Gerçekten bu benim de öteden beri çok  istediğim bir şey.  Aslında sosyal medya  buna fazlasıyla fırsat veriyor ama bundan yeterince yararlanılamıyor. Bir sorunu dile getirdiğimde, sözgelimi şu sırada TV dizileriyle ilgili bir araştırma yapıyorum, bu bağlamda face’de bir soru sorduğumda gelen düşündürücü yanıtların sayısı öyle sınırlı ki.  Çoğu kez “diziler zaten insanı aptallaştırır”, “bunun üstünde düşünmenin anlamı ne?” gibi tepkiler geliyor, kimse sorduğum şeyin üstünde düşünmek çabasına bile katlanmıyor. Şunu farkettim ki facebook’tan böyle bir bağlamda yararlanmak kolay değil.

Aslında bırak bir şey üzerinde düşünmeyi, insanlar uzunca bir şeyi okumayı bile yorucu buluyorlar. Face’e koyduğum bir sayfayı bile geçmeyen bir yazıya “çok güzel ama çok uzun” tepkisi çok geliyor.  Öyle bir ortamda düşünselliğin yerini sadece anlık tepkiler, beğendim beğenmediler, izlenimler ya da bildik klişeler alıyor.  Tepki olumsuzsa tepkiyi veren kişi  kendine göre bir “üstünlük” de yaratmış oluyor. Sözgelimi “diziler insanı zaten aptallaştırır” tepkisi  “ben entelektüel bir kişiyim  dizi zaten izlemem” mesajını veriyor. Bu da belki tepkiyi veren kişiyi tatmin ediyor ama tahmin edersin ki beni hiç etmiyor.

Sen bir oyunu izleyip de “modası geçmiş”, “demode bildik konular, biçimler” diyenlerden sözediyorsun ve “modaları belirleyen kim?” diye soruyorsun haklı olarak.  Evet nedir moda, kim, kimler bizlere neyi nasıl yapmamız gerektiğini dayatıyorlar, bunun ardında nasıl bir ideoloji var?  Ve nasıl oluyor da  bizler bir an bile düşünmeden kendimizi buna kaptırıveriyoruz? Bu her alanda öyle değil mi? Bugün kapitalist tüketim toplumunun bir dayatması olarak marka kullanma  modası var, bir çok tanıdığımın hiç sorgulamadan markalarla övündüğüne kaç kez tanık olmuşumdur. Ya da  bugün dar giyim modası var aşırı şişman kadınlar bile daracık taytların içinde  patlayacakmış gibi dolaşıyorlar. Ya da bugün siyah modası var herkes iç kapayıcı renklerde dolaşmayı büyük şıklık sanıyor. Ya da  ev içi mimari tasarımlarda gri modası var. Güneş görmeyen evlerin duvarları bile  griye boyatılıyor. Ya da cep telefonlarını düşün,  herkes   ekonomik durumu kötü olanlar bile en son model cep telefonunu kullanmak için birbirleriyle yarışıyor sanki. Ama onlara ellerindeki telefonun özelliğini, daha önceki modellerden ne gibi bir farkı olduğunu sorsanız  kendileri de bilmiyorlar. İnsanların kendilerini bu kadar kolay modalara kaptırmalarına öteden beri çok şaşırdığımı söylemeliyim.  Ama sanat bu tür dayatmaların sınırlarının kırıldığı noktada başlıyor ve hiç bir modayı, hiç bir dayatmayı kolay kolay kaldıramıyor.

Bu açıdan moda tabii ki hiçbir zaman bir ölçüt olamaz. “Bunlar demode, bildik konular” diyenler bana göre bu “ben bu konu üstünde düşünmek zahmetine katlanmak istemiyorum” mesajını veriyorlar.  Oysa  bence insan her şeyin, beğenmediği bir şeyin üstünde de düşünebilir ve bu süreç içinde  kendi düşünce kalıplarını da kırarak yepyeni şeyler keşfedebilir. Yani düşünme  bizlere kendimizi geliştirebilmemiz için bir fırsat veriyor. Birlikte düşünme tartışma ise ortak bir düşünme sürecine yol açtığından daha da çok fırsat veriyor.

Biliyorsun üniversitede ders verdiğim sürece bu duruşu benimsediğim için konferans türü derslerden kaçınırdım. Seminer ve atölye çalışmalarımda ise  öğrencilerimden çok şey öğrendim, yani ben onlara bir şeyler katmışsam, karşılığını da emin ol ki fazlasıyla almışımdır. Bence üniversitede çalışmanın en güzel yanı da bu. Karşılıklı bir düşünce alışverişi içinde bir konu üzerinde araştırma yaparken, kendini de geliştiriyorsun.”Düşünmeyi Öğrenme ve Öğretme” diye senin yaşlarındayken yazdığım  hâlâ eskimemiş olan uzun satar bir kitabım var, tam bu konunun üstünde duruyor. Bu kitap çok  tuttu ve çok baskı yaptı, hele  ilk çıktığında gazete bayilerinde filan satıldığını gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Oysa yayınlama aşamasında bir çok kimse  “Düşünme mi, daha ilginç bir başlık  bul, yoksa kimse satın almaz bu kitabı” diyordu.  Ama öyle değil işte.  Bir arayış var, bir ihtiyaç var, bu benim kuşağımda böyleydi, yeni kuşaklarda da pek farklı değil. Bu nedenle  düşünme ve tartışma kültürünü geliştirmemiz gerektiğine yürekten inanıyorum. Teb Oyun dergisi de tiyatro alanında  buna güzel bir örnek veriyor.

Düşünmenin yerini anlık tepkilerin ya da klişelerin alması, tiyatro eleştiri yazılarının da sadece anlık izlenimlerde kalması, kısaca yüzeysellik  bizde öteden beri vardı.  Bunun birkaç nedeni var, düşünce geleneğinin yeterince gelişmemiş olması,  sorunların özüne inmekten kaçınılması, günümüz sosyal medyasının yüzeysel etkileri vb.

Öte yandan tiyatro, sinema ya da dizilerde can yakıcı bir sorun gündeme getirildiğinde  pek çok kimsenin kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmesini, kısaca almaya açık olmamasını da belki yaşadığımız   bunalımlı ortamın bir uzantısı olarak görebiliriz.  Haldun Taner “devekuşluk” derdi buna. Günlük yaşamda öyle çok sıkıntı var ki, insanlar çoğu kez  tiyatro ya da sinemaya gittiklerinde ya da bir dizi izlediklerinde kafalarını boşatmak istiyorlar. Bu nedenle de yüzeysel  oyunlar, filmler,  klişeleri yineleyen diziler ya da havalanı limanlarında bile  satılan çok satar romanlar çok tutuyor. Ama sanatsal değeri olan bir tiyato oyununun, filmin,  dahası dizinin bile  en önemli yanı  bize yeni dünyalar açması, kimi kez ezberimizi bozarak düşünce kalıplarını da alabora etmesi.  Bu yıl Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlediğim filmlerin bazılarında (Sinek Kuşu, Joy, Yüzleşme) bu düzey yakalanmıştı,  ama bir çok arkadaşım  ele alınan konunun sertliğinden dolayı, sözgelimi Joy’da Avrupa’nın ortasındaki kadın ticareti gündeme getiriliyordu, filme gitmek bile istemedi.

Gelelim Artık Bir Davan Var oyununa. Gerçekten de Melek ütopyası bu haliyle bana güzel de olsa  basit bir çözüm arayışı gibi geldi,   belki biraz daha geliştirilmesi gerekiyor. Aslında hepimizin içinde hem bir “K” hem de bir “Melek” var ve bunlar içiçe giriyorlar, yani birbirlerinden o kadar ayrı değiller. K yaşadığımız topluma  ayak uydururarak toplumun kuralları içinde bir benlik yitimi yaşarken “Melek” tersine  daha ilk anda  yok edilmeye çalışılan  ben’liğin sözcüsü gibi. Kısaca  hem bizim marijinal, alternatif yanımızı ve hem de öz benliğimizi  sergiliyor.  Buluş güzel olsa da  belki siyah beyaz renkleri gri renklere dönüştürerek  üzerinde biraz daha çalışılması, oyun metninin de bu bağlamda daha bir pişmesi, olgunlaşması  gerekiyordu. Yine de oyunu bu haliyle de  sevdiğimi söylemeliyim.

Öte yandan Melek’in sürgünüyle birlikte sonuçlanan oyunun açık  sonunun izleyiciyi düşünmeye yönlendirmesi görüşüne katılıyorum. Çözüm izleyiciye bırakılıyor.  Ancak oyun süresince  “Melek” figürüyle  izleyiciye verilen ipuçları izleyiciyi  de tıpkı Brecht’in “Sezuan’ın İyi İnsanı”nda olduğu gibi belli bir yönde düşündürmeye yönlendiriyor. Ama “Sezuan’da iyi insan/kötü insan ayırımı  çok yaratıcı bir biçimde  gelişiyor, bu açıdan da Brecht gibi klasiklerden öğreneceğimiz şey çok.

“Melek” bir  ütopya, yani  “olmayan iyi bir yer” bu açıdan da üzerinde çok iyi  düşünülmesi ve çalışılması gerekiyor. Ama bunu sadece bu oyun için değil içinde ütopik özellikler barındırmayı amaçlayan bütün oyunlar için söylüyorum, çünkü bu çok zor bir iş.

Aslında benim de  üzerinde fazlasıyla kafa yorduğum bir konu bu.  Yönetmenini  ne yazık ki henüz bulamamış olan karagüldürü belgesel oyunum Memleketimden Kadın Manzaraları’nda oyunun sertliğine karşı şöyle bir soluk almamızı sağlayan  güldürü etkileri yeterli gelmemişti bana.  Bu nedenle  kadınların ezilmesi, baskı, dolanma, sıkışma  gibi izlekleri  ip metaforuyla vermek istemiştim. İplere dolanma, iplerle sıkıştırılma, iplerle kukla gibi oradan oraya çekilme  oyunun finalinde kadınlar arası dayanışma sonucu   iplerden kurtulmaya  dönüşüyordu ki  ben bunu bir ütopya olarak görüyorum. Keşke iplerden kurtulma dansında olduğu gibi zincirlerden bir gün bütünüyle kurtulabilsek.

Bugün öylesine bunalımlı bir dönemde yaşıyoruz ki bu tür bireysel/ toplumsal  ütopyalara her şeyden çok ihtiyacımız var.  Ama her oyun türüne, konusuna ve kurgusuna   göre farklı ütopyalar üretiyor tabii.  Örneğin senin çok sevdiğin Nihayet Makamı’nda  farklı toplumsal katmanlardan gelen iki kadının  müzikte buluşmasıyla ütopik anlar yakalanıyordu değil mi?  Sanat, aşk, sevgi gibi değerler hayal düzleminde de olsa “olası bir dünya”ya gönderme yapıyordu.  Ama politik mesajları olan belgesel bir oyunda farklı bir ütopik bakışa ihitiyaç duyuyoruz. Sözgelimi Cumartesi Anneleri (Küskün Yüreklerin Türküsü) oyununda ütopik bir bakışın geliştirilebilmesi için belli çıkar gruplarının ekmeğine yağ süren baskı mekanizmalarının irdelenmesi gerekiyordu. Bunun eksik olması içimizdeki çaresizlik duygusunu tetiklediği için bizleri hayal kırıklığına uğratmıştı.

Biliyorsun modern tiyatroda, sanatta eleştirel bir bakışla sadece olumsuz olan vurgulanıyor, empati  de geri plana itiliyor, düşünsellik ön planda, soyutlama çok önemli. Kimbilir bugün belki de  bunu da aşmanın zamanı gelmiştir. Empati duygusunun da düşünsellik kadar önem kazandığı yeni bir tiyatro anlayışının  gelişmesini isterdim. O zaman oyunun özelliklerine göre belki bir gün gerçekleşmesi mümkün olan “olası-dünya”lara gönderme yapan ütopik anlar da yakalanabilecektir kuşkusuz.

Bizler  de, yani tiyatro yapanlar, oyun yazanlar, sahneleyenler, eleştirenler, kısaca tiyatro üzerine yaratıcı ve çözümleyici düşünme sürecine katılan sanatçı, akademisyen herkes  ütopyaların peşinde değil miyiz? Senin mektuplaşma önerin de, düşünsel bir tartışmaya yol açmak istemen de  bu duruşun bir uzantısı değil mi?

Mektuplaşmamızı farklı oyunlar, konular ve sorunlar üzerine sürdürmemiz ve yeni tartışma  alanlarına yol açmamız  dileği ile.

Çok  sevgiler

TİYATRO ÜZERİNE MEKTUPLAŞMALAR HAKKINDA

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

Yanıtla