Yersiz Kumpanya Tiyatrosunun ‘Unutulan’ı Sezon Finali Yaptı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Diken gazetesinden Hilal Sarı’nın Yersiz Kumpanya’dan Elif Ongan Tekçe ile yaptığı söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz]Kumbaracı50’de Yersiz Kumpanya tarafından sahnelenen ve ‘şimdilik’ son kez perde diyen ‘Unutulan’, hem Türk tiyatro tarihine, hem Ermenilerin Türk tiyatrosundaki unutulan yerinden yola çıkarak azınlıkların kimliklerini koruma mücadelesine, hem de kadının toplumdaki yeri ve kadın şiddetine tüylerinizi diken diken ederek dokunan, zamanın ötesinde ve güçlü bir feminist metin. Oyunu kaleme alan yazar ve oyuncu Elif Ongan Tekçe, aynı zamanda oyundaki iki Ermeni oyuncu kadından biri Mari’yi canlandırıyor.

Oyunda isimlerini tarihteki Ermeni kadın tiyatrocu Mari Nıvart’tan alan iki ‘unutulmuş’ kadının hikayesini izliyoruz; Mari ve Nıvart çalıştıkları kumpanya tarafından turne sırasında ödemedikleri bir otel masrafı için otelin emanetçisine rehin bırakılıyor. Tiyatronun hayatta kalma mücadelesi dünden bugüne çok da değişmemiş. Bu iki kadın, kumpanyanın borçları karşılığında kumpanya çalışanlarının konakladığı otelin temizlik gibi işlerinin yapılması için arkada bırakılıyor. Ancak burada o kadar uzun zaman kalıyorlar ki, zamanın akışını anlamayacak duruma geliyor ve unuttukları her şeyi hatırlamak için bir oyununun provalarına başlıyorlar. Oyun zaman zaman iki kadının kendi hikâyeleri ve kökleri ile karşılaşmalarına dönüşüyor.

Bu konuda yazmak nereden aklınıza geldi? İçinde hem ‘kadın’ sorunsalı, hem ‘azınlık’ meselesi hem de Türk tiyatrosu var…

Biz aklımızı ve bedenimizi çalıştırmak yeni fikirleri ve uygulama alanlarını keşfetmek için toplandık. İlk hedefimiz oyun değildi. Yaşantı içinde var olan rutini kırmak ve tiyatroyla ilgili ne yapabiliriz? Diye düşünerek bilgilerimizi toparlamak adına araştırma yapıyorduk. İlk hedefimiz Osmanlı’daki feminist kadınları araştırmaktı. Orada çok enteresan hikayeler var hala. Yine yazılabilir.

Sonra biz o kadınları araştırırken, bir sürü kaynak okumaya ve atölye çalışmalarına gitmeye başladık. Bir taraftan bu kadınları oynama biçimini de düşünmeye başladık. Bence özellikle ‘kanto’yapan ve Ermeni dönemindeki kadınların grotesk hatta ‘clownesk’ bir tavrı var. Kantonun kendisinin var. Bu ‘clown’ tarafı da ilgimizi çekiyordu, bu yüzden de Burçak’la birlikte clown atölyelerine başladık.

Ermeni tüm kadın ve erkek oyuncuların hikayelerini yazmış Ermeni bir tarihçinin Sarkis Tütüncüyan (Namı diğer- Şarasan) kitabına ulaştık. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Ermeni tiyatrosu üzerine yazılmış kitaplardan sadece bir tanesi bu, Metin And ‘ın Türk Tiyatrosu Üzerine çalıştığı tüm kitaplardan bu konuya ilişkin birçok okuma yaptık. Yine Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni tiyatrosu üzerine çok kaynağa ulaştık. Bu kaynaklarla çalışırken Mari Nıvart ‘taaak’ diye kafamıza çarptı. Onun hikayesi çok dokundu diyelim. Oyundaki Mari ve Nıvart karakterleri tanzimat döneminde yaşamış olan Mari Nıvart isimli kadın tiyatrocudan esinlenerek isimlendirildi.

Azınlık sorunsalına da çok nazikçe değiniyor metin. Türk tiyatrosunun içindeki azınlıklar üzerinden genel azınlık meselesine değiniliyor. Araştırmalarınızda karşınıza ne gibi hikayeler çıktı? 

Mari Nıvat’ın hayatında, oyuncu olarak kendi varlığını ve Ermeni kimliğini korumaya çalışması, Ermeni kimliğinde Müslüman bir erkekle- Şemsettin Sami ile- aşk yaşaması, ondan hamile kalıp çocuğunu düşürmeye çalışması çok trajik. Hamile olduğu sırada Kamelyalı Kadın’ı oynuyor ve sahnede hayatını kaybediyor. Çok iyi bir oyuncu olduğu söyleniyor. Mari Nıvart gibi o dönem övülen çok oyuncu var zaten… Mari Nıvart gibi bir sürü Ermeni kadın oyuncu ancak dönemin ahlaki kurallarına uyarak hayatlarına devam edebiliyordu ya da delirip akıl hastanelerine kapatılıyorlardı. Kayboluyorlardı, nerede oldukları bilinmiyordu. Böyle hikayeler gelmeye başladı ve Burçak’tan vahiy geldi, “Yaz bunu Elif, sen bunu yazarsın” diye. Daha önce de yazdığım şeyler vardı, böylece bu oyunu yazmaya başladım. Mari Nıvart tek bir kişi değil de o dönem oyuncu kadınlarını temsilen iki kişi olarak çoğullaştırdım. Oyun bitti. Henüz bir yönetmenimiz yoktu. Sonra Sanem oyunu okudu, hoşuna gitti. Sahneleme çalışmalarına başladık. Kolektif bir yaklaşımla çıktı oyun anlayacağınız.

Oyunun en etkili sahnelerinden biri de, bu iki kadının maruz kaldığı tacizler… Kadın cinayetleri, taciz, tecavüz haberlerinden geçemediğimiz günlerdeyiz fakat bu oyun geçmişten geliyor, o döneme ilişkin araştırmalarda da çok mu sık çıktı karşınıza bu tip vakalar?  

Basında gördüğümüz ve günümüzde yaşananlar yeni bir şey yaşamadığımız düşündürmüyor mu hepimize? Davranış olarak bugüne aktarılmış, normalleştirilmiş ve normalleştirilmeye devam edilen cinayetler ve tacavüzler bunlar. Tarihsel bir şekilde bugüne aktarılmış ve hak olarak tanımlanmış vakkalar zaten…Yazılı kaynaklarda net bir şekilde bu haberler olmasa bile kadınların yaşadıkları, başlarına gelen olaylardan ve yaşamlarının bitiş hikayelerinden görebiliyoruz. Tüm bu örselenme üzerinden aslında Osmanlıda bir kadın örgütlenmesi de var. Bu örgütlenmenin en önemli ürünü de Hay Gin dergisi … Hay Gin beş feminist kadın tarafından kuruluyor. Bu kadınların bir kısmının hayatı da yine akıl hastanesinde bitiyor. Sanırım akıl bir şekilde deli olarak tanımlandırılmaya çalışılıyor. On yılı aşkın bir süre çıkartıyorlar bu dergiyi.

Kadın oyuncuların hepsinin sonları ya çok trajik ya da büyük bir kabullenme ile gerçekleşmiş. Sonunda ya Müslüman bir erkekle evlenecek ve toplum tarafından kabul edilecek ya da kaybolacak. Bazı kadınların nereye gittiği, başına ne geldiği belli değil. Hatta sadece kadınlar değil tiyatrolar kaybolmuş, bir tiyatronun unutulduğu söyleniyor bir otelde. Bunu biz oyunu yazdıktan sonra öğrendik, tiyatro ekibinin tamamı unutulmuş. Kumpanyanın tamamını borçlarına karşılık otelde bırakmışlar, rehin kalmışlar yani. Tiyatro tarihinde olmuş böyle şeyler.

Kadının Türk Tiyatrosu’ndaki yeri neydi ve bugün nereye geldi? 

Afife Jale bizim için çok önemli bir figür ve toplumda çok biliniyor. Mücadelesi çok büyük. Onun sahneye çıkmasına izin verilmesi ile diğer Ermeni kadınlarının işlevleri ve yaptıkları beğenilmemeye başlıyor. Zaten etnik kimliğinden dolayı toplum için öteki olduğun halde sahne üzerinde de varlığın kalmamaya başlıyor. Bu kadınlar işe yaramıyor, beğenilmiyor ve bir kenara bırakılıp unutulmaya başlıyorlar. Bu bağlamda oyuna dönecek olursak bırakılmak ve unutulmak kavramı birkaç şekilde işleniyor oyunda. Zaman çizgisinin muğlaklığı ve oyundaki önemli de bu yüzden… Çünkü hikâyenin öyle bir tarafı var. Bir tarafa özgürlük verirken, bir değişim yaratırken, koskoca bir toplumu, bir sürü kadın oyuncuyu yok sayıyorsun. Neredeyse batılı anlamada tiyatronun toplumda benimsettirenleri yok ediyorsun.

O dönem tiyatroların kapatılması ve sansürlemesi söz konusu mu?

Tabii ki var. Bütün o dönemin kumpanyalarının isimlerine baktığınız zaman, zaten hepsi ya Ermeni ya da Rum. Oyunların izlenme hareketliliği çok yüksek. Ancak Padişahlar geliyor seyrediyorlar. Kapatılma, sansürlenme gibi durumlar oluyor. Her dönem olan o dönemdeki tiyatroların da başına geliyor.

Oyunun içinde birçok katman var. Oyunun içinde başka bir oyun, kimlikler içinde başka kimlikler. Bunları anlatır mısınız?

Bizim oyunun üç katmanı var. Ermeni veya azınlık olmakla beraber kadın olmak ve içindeki bulunduğu tiyatronun hali… Tiyatro da yine yeraltına kapatılmış ve birçok şeyi söyleyemiyor. Mari Nıvart Kamelyalı Kadın oyununu oynarken, yasak aştan olan çocuğunu düşürmeye çalışırken ölüyor. Kamelyalı Kadın hikayesinde Margaret ‘de oyunun sonunda ölür. Bizim oyundaki Mari ve Nıvart karakterleri de Kamelyalı Kadın’ı çıkarmak istiyorlar.

Mari ve Nıvart diye iki karakter olarak oyunun yazmak aynı zamanda başa gelenleri çoğullaştırmak isteği… Oyunda gördüklerimiz sadece bizim karakterlerin başına gelmeyebilir yani… Bunun hakiki bir tarafı var, bir otele bırakılırsa bir kadın, bir süre sonra bir arzu nesnesi olmaya, hizmet nesnesi olmaya- yani hiçbir şey olmaya- başlıyor. Elinde de hiçbir şey yok zaten. Eril dünyadaki kurallarda eğer iki kadın bir bodrumda kalırsa, hiç kimseleri de olmadığı için de başlarına her şey gelebilir. Bana o yüzden bu çok gerçek geliyor. Bu anlamda sadece şimdiki zamanda yaşanmayan bir hikâye bu.

Ermeni aksanını nasıl bu kadar iyi yaptınız? 

Ermeni aksanını Bercuhi Berberyan’ la çalıştık. Kendisi sağ olsun, bize evini açtı, metni okuduk, bize öğretti, “Rum yapmayacaksınız, zaten hep karıştırırlar, Türk filmlerinde hep aynı şeyi diyorlar. Rum aksanı yapıyorlar, Ermeni öyle değildir!”Rum aksanını duymuşuz genelde ve Rum aksanına kaymak daha kolaydır. Dedi. Bizi çalıştırdı. Sonrasında o yetmedi Kurtuluş da dolaştık. Yaşlı insanların yanına gittik. Aksanlarını dinledik. Sohbet ettik. Gençler artık unutmuşlar. Bir Ermeni okuluna gittik. Oradaki eğitimcilerle konuştuk. Sonra bir kuaförde tanıdık arayıcılığıyla bir hanımefendi ile sohbet etme fırsatımız oldu. Kayıtlar aldık., 80 yaşında Ermeni bir hanımefendi idi. ‘Kızlar sohbete geldiiim’ diyerek geldi. Biz de dinledik. Ne hikayeler.

Oyundaki katmanlardan birisi de günümüz toplumunun da vahim sorunlarından olan ötekileştirmeydi. Bu konuya da bilinçli olarak biraz dokunmak istediniz mi? 

Metin hayli dokunduruyor zaten, benim bir şey yapmama gerek yok. Zaten hikâyede ‘Ermeni’, ‘kadın’ ve oyuncuyu yan yana getirdiğinizde kendiliğinden oluyor her şey.

Herhangi bir sansüre uğradı mı metniniz? 

Daha uğramadı.

Oyundaki müziklere nereden ulaşabilir izleyiciler? Muhteşem ezgiler var. Unutulan ‘soundtrack’ albümü yapabilir misiniz? 

Oyunda hem bilinen kantolar hem de ninni ve ağıtlar var. Biz hikayeleri dinlemeye başladığımızda şöyle bir şey çıktı karşımıza. Tecirden sonra kadınlar, çocukların aklı erene kadar Ermenice ninniler söylüyorlarmış onlara. Sonra aklı ermeye başlayınca kesiyorlarmış ve bu dili hiç artık konuşmuyorlarmış ve sessizliğe gömülüyorlarmış. Bizim oyunda kullandığımız ‘Oror’ 1915’teki felaket için yazılmış bir ninni zaten. Aslında bu müziklerin hepsini özellikle seçtik. Finaldeki ‘Garuna’ Komitas’ın bir bestesi. Bu şarkıları besteleyen insanların hikayeleri de çok enteresan. 1915’te bu adam çok sesli müzikler yapıyor, 300 kişiyle korolarla söylüyor. Anadolu’daki bütün türkülerin tamamını derliyor. İnanılmaz iyi bir müzisyen ve arşivi var. Felaketle birlikte Komitas’ı da alıyorlar, kapatıyorlar. Halide Edip birkaç arkadaşı ile onu kapatıldığı yerden kurtarıyor ama, geri döndüğünde naif ruhu kaldıramıyor Komitas’ın. Dayanamıyor ve ruhu paramparça oluyor. Müzik yapamıyor ve ölüyor. O yüzden ‘Garuna’ bütün bu olanların sembolü gibi. Metinde o anlamda felaketle ilgili çok sembol var. Bizim oyundaki karakterlerin kurgusunda Mari ve Nıvart 1915’i çocukken yaşamışlar. Sonra İstanbul’a gelmişler bir şekilde. ‘Sessizlik’ anları ve hiçbir şey konuşulmadan bütün o felaketi bedeninde taşımak zorunda kalma hissi bu yüzden çok önemli. Hatırlamak ve unutulmak bir çeşit anlama biçimi.

Oyunun içinde kantonun yanı sıra ‘clown’ unsurlar da görüyoruz. Bu unsuru ele almak fikri nasıl oluştu? 

Söyleşinin başında da söylediğim gibi kantocular bence zaten bir çeşit kadın palyaçolar. Sessizlik ve tekinsizlik bizim oyun için karanlık bir clown tavrı da yaratıyor. Konuşmanın ve anlatmanın yasak olduğu bir yerde komedi dışında tutunacak çok da bir şey yok aslında. Birileri sana diyor ki ‘konuşma!’ Anlatma! Ama hayal kuramazsın diyemiyor. Orada başlıyor hikâye. Ellerinde hiçbir şeyleri olmayan kadınlar bunlar.

Oyunun adı, oyundaki tüm katmanları niteliyor gibi. ‘Unutulan’ ismine kolay karar verdiniz mi?

Çok zor oldu, en zoru bu oldu. Metnin tamamı yazıldıktan sonra isim buldum. Hatta üç beş isim arasında gidip geldim. Zaten tiyatronun ismi de öyle geldi, ‘Yersiz Kumpanya’ ismine de bu şekilde karar verdik. Yaşanan süreç oyunun ismini ve tiyatronun ismini belirledi. Bu ilk oyunumuz ve tiyatro yapma biçimimizi de belirleyen bir şey oldu. Bundan sonraki oyunlara ilişkin çalışıyoruz ama bu ‘yersizlik’, ‘mekansızlık’, ‘tekinsizlik’üzerine gitmeye devam etmek istiyoruz aslında. O tekinsizliğin yarattığı şey bizi harekete geçiriyor.

O zaman gelelim sizin tiyatronuzun varoluş mücadelesine. Kriz sizi etkiledi mi? Nasıl etkiledi? Nasıl döndürüyorsunuz kendinizi? 

Sen ne diyorsun, hep batığız! Biz şuna bakıyoruz, ‘Oyun çıktı mı? Harika! Çok Güzel! Bu Oyun kurtardı kendini!’ Sonraki oyun batış. Düşe kalka gidiyor. Herhangi bir destek istemedik kimseden, beklemedik de. Zaten biraz o fakirlikten de boş alandan doğdu oyun. İşin esprisi aslında…  Ama bu boşluk hissi çok besledi oyunu. Oyunculuğa yüklenmek durumunda kaldık. Sanem’le de çok güzel çalıştık. Çok ayrıntılı ve milim milim çalıştık birçok yeri. Sanem’in çok katkısı var bu anlamda ve zekasına kurban!

Son kez perde dediniz bu sezonda. Gelecek sezonda tekrar izleyebilecek miyiz Unutulan’ı? Yahut gelecek sezon için planlar neler? 

Şimdi yeni bir oyuna başladık, bir işe kalkıştık ama teknik bir beceri elde etmemiz gerekiyor ve bir altı ayı var bu işin bence. Bu teknik beceriyi başarabilirsek o oyun olacak, yazmaya başladım ben yine. Oluşum sürecinde… Kaç yıla çıkar, gelecek sezon çıkar mı, sonuna mı çıkar emin değilim. Cinsiyet meselesini kurcalıyoruz yine tabii ki. İçinde bulunduğumuz durumda kendiliğinden oluşan bir şey bu. Başka bir şey yapmak ve sistemi eleştirmemek mümkün değil. Sürekli maruz kaldığımız bir durum.

Gelecek sezona gelirsek, Unutulan’ı gelecek sene bu kadar sık oynamayız, çünkü yeni bir şey yapmaya çalışacağız. Onunla ilgili yazma ve çalışma süreci var. Aynı zamanda biz tiyatrodan para kazanmadığımız için, başka işlerimiz de var. Ben Darüşşafaka Lisesi’nde tiyatro dersleri veriyorum. Burçak da Şişli Terakki’de ders veriyor. Keyifle yaptığımız bir işler olduğu için şanslıyız.

Kadın bedeni üzerine çok söyleminiz var? Beden ve hafıza konusunda neler söylemek istersiniz?

Kadının bedeni aslında kadının hafızası. Annelerimiz de göğsünden bohça çıkarır. Kadın bedeninde yaşlanmayı hisseder, bütün kadınlarda bu vardır. Yüzüm çöktü, bedenim çöktü. Zamanı hep bedeniyle tahlil eder. O yüzden Mari ve Nıvart her şeyi bedenlerinden çıkarıyorlar. Mari ve Nıvart’ın bedenlerinin ezilmişliği de bundan. Bedenin hafızası sürekli bir eyleme geçme halini çağırıyor. Yaşanılan her anın çizgisi onların bedeninde var. Bedenlerinden dolayı uğruyorlar taciz ve tecavüze. Bir süre sonra bu yok sayılmak varoluş mücadelesi getiriyor. Ellerinde olan tek şey oyun ve vücutlarında gizledikleri anılar.

Gençlerin ve genç oyuncuların feminist dramaturjiye ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Gençler çok daha cesurlar bize göre. Ben kendi kuşağıma göre çok daha cesur buluyorum onları. Girişimlerini de çok cesur buluyorum. Yeni nesil kadın haklarını da gürül gürül savunarak geliyor. Büyük bir hareket var dünyada. Ama özellikle son zamanlarda Türkiye’de de inkâr edilemez hale geldi ve bir dur demek gerekiyordu. Bir şekilde harekete geçmek gerekiyordu. Bazen bir öfke ile bazen de başka farkındalıklarla ve okumalarla insan görmeye başlıyor. O kadar kabullenilmiş, normalleştirilmiş bir dünyada yaşıyorsunuz ki, feminizm konusunda konuştuğunuzda aşağılanabiliyorsunuz. Ya da feminizm diye bir şey yok! Denilebiliyor. Üstelik bu aşağılamalar üniversite mezunu ya da entelektüel diyebileceğiniz insanlardan geliyor. Hatta çoğu zaman kadınlardan… Mesela yurtdışında yapılan feminist oyunlarda, seyircinin çocuklarını bırakabileceği bir kreş olması gerekiyor. Anneler veya ebeveynler için. Feminist tiyatrolar hem bu kreşi kuruyor, devletten bunu talep ediyor. Bunun gibi uygulamalarla artık olayı toplumsal alana taşıyorlar.

Bu sadece bir örnek tabii ki. Fakat kadın meselesi bir süre sonra genelde şuna geliyor: ‘Sizi anlıyoruz ve size gerçekten destek oluyoruz.’ Erkek olarak neyi anlıyorsun? Hayatın boyunca sen 1-0 öndesin, her şeyi yapmışsın zaten. Sokakta benim kadar korkamazsın. Bu korkuyu bütün kadınlar çok iyi anlar.

Künye: 
Yazan: Elif Ongan Tekçe
Yöneten: Sanem Öge
Işık Tasarımı: Akın Yılmaz
Kostüm Tasarımı: Tuğba Eke
Ses & Afiş Tasarımı: Ümit Kıvanç

Oynayanlar: 
Elif Ongan Tekçe, Burçak Karaboğa Güney

Diken

 

Paylaş.

Yanıtla