Dulda Tiyatro: Alternatife Alternatif Olarak ‘Yenilikçi’ İş Yapmaya Çalışıyoruz

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[DUVAR Gazetesinden Soner Sert’in Dulda Tiyatrosu ile yaptığı röportajı okuyucularımızla paylaşıyoruz]”Bunu Kimseye Söylemeyin” oyunu münasebetsiz bir telefonla başlayan ve hayatları birbirlerine dolanan dört kadının hikayesini anlatıyor. Oyunun yönetmeni Ömer Faruk Çiçek ve yazarı Fulden Aytaç ile alternatif tiyatroyu, ödeneksiz tiyatro yapmanın zorluklarını ve “Bunu Kimseye Söylemeyin” oyununu konuştuk.

Münasebetsiz bir telefonla başlayan ve hayatları birbirlerine dolanan dört kadının hikâyesini anlatan Bunu Kimseye Söylemeyin, insan ilişkilerini, “belki de hepimizin hayatı pamuk ipliğine bağlı” düşüncesi üzerinden değerlendiriyor. Kadınların var olma mücadelesini, bir kadının kaleminden (Fulden Aytaç) çıkarak anlatan oyunun, yönetmeni Ömer Faruk Çiçek.

Hem Aytaç’la, hem de Çiçek’le bir araya geldik. Tiyatronun zorluklarını, alternatif tiyatro meselesini ve oyunun biçim ve içeriğini konuştuk.

Kurucusu olduğunuz “Dulda Tiyatro” isimli tiyatro grubu nasıl ortaya çıktı?

Ömer Faruk Çiçek: Dulda Tiyatro ilk olarak Datça Tiyatro Festivali’nde filizlendi. İsim olarak belli olmasa da Datça Tiyatro Festivali’nde yine bu oyunumuzun yazarı Fulden Aytaç’ın yazdığı ve benim yönettiğim kısa oyun ekibinin bir kısmıyla birlikte festivalin İstanbul’da birlikte iş yapmaya devam etme kararı aldık ve sonrasında süreç bizi buraya getirdi.

Fulden Aytaç: Aslında ekibin çoğu Datça’da tanıştı. İstanbul’da herkes kendi bacağından asılır düşüncesi hâkimken biz orada beraber üretebiliyor olmanın tadını aldık. Bu tadı İstanbul’a taşımak istedik. Dulda da ismini bizim için korunaklı alan olmasından aldı.

Ödeneksiz tiyatro yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Ömer Faruk Çiçek: Elbette maddi anlamda zor bir süreç yaşıyoruz sadece biz değil tüm ödeneksiz tiyatrolar olarak. Hâlihazırda iki ekiple birlikte ‘ödeneksiz’ iş yapmaya çalışıyorum. İsim yapmış olan ekipler, büyük prodüksiyonlar vb. dışında genel bir sorun bu aslında. Bu sorunlardan bazıları, seyirci bulmak, sahne bulmak ya da oyununuza uygun olabilecek sahne bulmak. Tabii bunların hepsini bir zorluk olarak değerlendirmeyle birlikte, bu zorluğun sadece henüz başlangıçta yaşanacağı konusunda da hemfikir olmak gerekir. İnanıyorum ki bir oyun kaliteli ise er ya da geç kendini duyurur ve seyircisine kavuşur.

Fulden Aytaç: Ödenek kelimesini bile unutmuşum. Şu sıralar kaç ekip ödenek alabiliyor bilmiyorum. Biz bu işi her zaman istediğimiz için yaptık, maddi bir kazanç elde etmeyi düşünmedik bile. Ancak bu işin profesyonelleri isek hayatımızı buradan kazanabilmemiz gerekir. Herkes için bu böyle. Ama tiyatro ile uğraşan çoğu ekip buradan hayatını kazanacak parayı elde edemiyor. Başka işlerle uğraşıyor, zamanını asıl gördüğü işe yeterince ayıramıyor. Belki biraz fazla romantik hareket ediyoruz. Tiyatronun da parayla dönen bir sektör olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bunu tiyatroya yeterli zaman ve maddi olanağı sağlayıp daha iyi işler çıkması için yapmamız gerekiyor.

‘ALTERNATİFE ALTERNATİF OLARAK YENİLİKÇİ İŞ YAPMAYA ÇALIŞIYORUZ’

Alternatif tiyatro kavramına nasıl bakıyorsunuz? Üretim biçiminizi ve oyunların içeriğini “alternatif” olarak mı görüyorsunuz?

Ömer Faruk Çiçek: Benim nezdimde sınırlarını işi yapanların belirlediği, bu sınırlılığın içinde kendi sınırsızlığı keşfetmeye çalışmak, özgür olmak, risk almak, denemek, çalışmak, gelişmek olarak bakıyorum bu kavrama. Tabi ki gerek metin gerek sahneleme, ışık kullanımı gerekse de oyunculuk biçimi olarak kendimizi bir şeyin alternatifi olarak iş yapıyor olarak görüyoruz. Elbette ki bu bir yandan da bütün bunlara ek olarak ekip olarak kendi dilimizi de oluşturmaya çalıştığımız için alternatife alternatif olarak ‘yenilikçi’ iş yapmaya çalışıyoruz diyebilirim.

Fulden Aytaç: Biz okulda neyin alternatifi diye tartışırdık hep. Devlet Tiyatrosu dışında çıkan tüm işler alternatif olarak adlandırıldı çok uzun süre. Ancak ben Türkiye’de hala alternatifini üreteceğimiz “yaygın” bir tiyatro anlayışı göremiyorum. Pek çok ekip pek çok şey deniyor, herkesten farklı ses çıkıyor durumu var şu anda. Kukla tiyatrosu deneyen, anlatı üzerine çalışan, fiziksel tiyatro üzerine yoğunlaşan ve seçenekleri artırabileceğimiz bir sürü ekip var. Ben yazarken bir şeyin alternatifini düşünmedim mesela. Kendim için yeni olan bir yazım formu ve anlatım dili denedim. Ömer, kendi rejisiyle kendi için yeni olan bir reji denedi. Belki bu yüzden kendimizi deneysel olarak ifade etmemiz daha doğru olur.

‘BİR MEKÂNIMIZ OLSAYDI ONU NASIL İŞLETECEĞİZ DİYE DÜŞÜNMEKTEN TİYATRO YAPAMAZDIK’

Bir tiyatro grubu, oynayacak bir sahne bulmak için, ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? “Ev sahibi” olmamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?

Ömer Faruk Çiçek: Sanırım en büyük zorluklardan birisi de bu. Şu an için piyasada epey ekip ve epey oyun var. Bu tiyatronun yapım olarak tercih edilmesi açısından güzel olduğu kadar, ekipler arttıkça sahne sayısının bunun için yetersiz oluşu bu zorluğa sebep oluyor diyebilirim. Bununla birlikte tabi ki sahne kiralama ücretlerinin haklı olarak -çünkü sahne işletmenin de zorluğunun büyük olduğuna inanıyorum- yüksek olması ve seyirci kitlesinin oyununuz isim yapana, görünür olana kadar büyük prodüksiyon ve isim yapmış olan işlere kayıyor oluşu başlangıç olarak zorluk yaşamamıza sebep oluyor. Ancak biz bu zorlukları zamanla aşacağımıza inanıyoruz, çünkü birbirimize ve oyunumuza inanıyoruz, güveniyoruz.

Fulden Aytaç: Sahne bulmak zor tabi ki ama galiba sahne sahibi olmak daha zor. Türkiye’de tiyatronun çilesi zaten tiyatro dışında her şey ile uğraşmak zorunda kalmak. Bir yazarın, bir yönetmenin, hatta oyuncuların tiyatro işletme işi ile uğraşması gerekiyor. Biz bu anlamda biraz daha şanslı olabiliriz. Nazan Demir bizim uygulayıcı yapımcımız. Ekibimizi işleten biri var yani. Ama bir de mekânımız olsaydı onu nasıl işleteceğiz diye düşünmekten tiyatro yapamazdık.

İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte. Seyircinin ilgisinin tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?

Ömer Faruk Çiçek: Sinema ve dizi sektörünün internet platformuna kaymış olması ve filmlerin sinemada izlenme oranının azalması, tiyatro oyunlarının çeşitliliğinin artışı, tiyatroların kısıtlanmaya çalışıldıkça özgür olmak için daha büyük çaba harcaması bunun sebeplerinden bazıları diyebilirim. Ancak eklemek istediğim tek nokta seyirci sayısının artışının oyun sayısının artışı kadar olmayışıdır. Bu da size ulaşan izleyici sayısında bir düşüşe elbette ki sebep oluyor. Tüm bunlarla birlikte tabi ki tiyatronun bir büyüsü de var, o da an’da yaşanıyor oluşu, tekrarının olmayışı ve orada izlendiğine özel oluşu. Teknoloji çağında her şeyin çabucak tükendiği, erişimin ve tekrar edilebilirliğin, kopyalamanın bu kadar kolay olduğu çayda, tiyatronun bu yönü belki de tiyatroyu izlemeye gelen seyirci sayısının artışındaki etkenlerden biridir.

Fulden Aytaç: Bu gerçekten ilginç bir mesele. Hatta üzerinde çalışılması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Benzer biçimde ben de sinema/dizi eğlencesinin artık diş fırçalamak gibi bir alışkanlığa dönüşmesinin tiyatroyu daha değerli kılmaya başladığını düşünüyorum. Yani bu etkenlerden biri olabilir. Diğer yandan birkaç sene öncesinde buhran yaşayan tiyatrocular yine şifayı tiyatroda buldular bana göre. Bu da sinemadan sıkılmış kitleyi karşılayan iyi oyunlar çıkmasına neden oldu. Bu bir şans, tiyatro izleyicisini yeniden yaratabiliyor. İnsanların vakit ayırdığına değiyor yani. En azından biz bunun için çalışıyoruz.

“Bunu Kimseye Söylemeyin” neyi anlatıyor?

Fulden Aytaç: Birbirinden çok farklı hayatlar yaşayan dört kadın üzerinden bu coğrafyanın sancısını anlatıyor. Evlerimize kapandık kaldık. Konuşmuyoruz, derdimizi anlatmıyoruz, “ben iyiyim”e inandırıyoruz kendimizi. Sanki hep bir şeylerden kaçıyoruz ve hiçbir şey yokmuş gibi davranıyoruz. Buna kültürel olarak alışmıştık zaten, kol kırılır yen içinde kalır. Şimdi daha büyük bir baskının içindeyiz. Öte yandan dayanışmak aslında hiç kolay değil. Bir başkasının sorumluluğunu almak hiç kolay değil. Bu kendi evlerine kapanan ama aslında evlerine sığamayan kadınlar da kendilerini birbirlerine anlattıkça keşfediyorlar ve bir araya gelmenin yolunu arıyorlar. Öte yandan hepsi şahsına münhasır karakterler ve onların hem tanıdık hem çok yabancı dünyası bizde başka hayatları keşfetme heyecanı yaratıyor.

‘BİZE BİR ERKEK VE KADIN TANIMI TAPILDI VE YÜZ YILLARDIR BUNUNLA MÜCADELE EDİYORUZ’

Oyun, kadınların hikâyesini “birbirine değdirerek” anlatırken, bir şekilde dayanışma kültürünü de ön plana çıkarıyor diyebiliriz. Sizce tiyatro, kadın meselesine, kadının sokaktaki mücadelesine etki edebilir mi? Her iki kavramın ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?

Fulden Aytaç: Ben kurmacanın gerçekleri değiştirebilecek tek yol olduğunu düşünüyorum. Toplumdaki “kadın” ya da “erkek” algımız bir ideolojinin ürünü çünkü. Yani kurmaca. Bize bir erkek tanımı bir kadın tanımı yapıldı ve yüz yıllardır bununla mücadele ediyoruz. Tiyatrodaki kurmaca bu mücadelenin çok güçlü bir kanalı. Bir oyun insanları ve toplumu bambaşka bir yerden kurabilir ve türü her ne olursa olsun bunu öyle inandırıcı yapabilir ki yaşadığımız gerçekler anlamını yitiriverir. Bu oyunun iki sihri var bana göre; birincisi bize tanıdığımızı sandığımız “o” kadınların hiç de öyle olmadıklarını, bambaşka olabileceklerini gösteriyor, ikincisi de edilgen kadın imajını sarsıyor. Karakterlerin hepsi kendileri ve birbirleri için bir yol arıyor, hayatlarının mücadelesini veriyor. Bunu görmek ciddi anlamda güç veriyor insana. Ancak şunu da eklemek isterim; bu oyunda ve aslında toplumda da kadınların yaşadıkları meselelerin kadın meselesi olduğunu düşünmüyorum. Kadınların yaşadıkları, her yerde ezen ezilen meselesi ve bu bir insan meselesi.

Oyun, ışık kullanımı ve rejisiyle bizde bir “yargılanma” hissi uyandırdı. Konuşanın üzerine bir spot ışık vuruyor ve kişi -çoğu zaman- ayaklanarak anlatmaya başlıyor. Bunun kadının günümüzdeki yeri ve koşullanışıyla da bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Oyun yönetimi bağlamında bu hususu nasıl değerlendirirsiniz?

Oyun yönetimi anlamında ‘yargılanma’ hissiyatı tam anlamıyla hissettirmeye çalıştığımız şeydi diyemem. Bu konu çok ucu açık bir konu, yani yorumlama ile alakalı sanırım. Işık kullanımını genel anlamda ‘izlenme’, ’görünür olma’, ‘nefes alma’ olarak yorumlayabilirim. Ama izleme ve görme eylemlerinin karşılığı elbette ki her insanda farklı yorumlamaya ve hissiyata yol açabiliyor. Her ne kadar anlatmak istediğimiz şey olmasa da sizde böyle bir imajın oluşmuş olması sanırım tiyatronun, boş sahnenin, hayal gücünün ne kadar önemli ve güçlü bir unsur olduğunu gösteriyor ve bu da mutluluk verici. Yaptığımız reji bağlamında ise biz izleyiciye belli materyaller sunuyoruz -bunlar elbette ki bir araya gelerek bir anlam üretebilecek, birbirleriyle bağlantılı materyaller- ve bunları kullanarak kendi anlamlarını üretmeleri için çaba sarf ediyoruz. Tabi ki bütün bunların yanında zemin olarak kurduğumuz bir hikâye, bir dert var ve bu bizim, hepimizin derdi. Metin kendinde zaten bir anlatıya sahip, reji olarak ise ben bu anlatıyı ne kadar destekleyebilirim, nasıl bir yol izleyerek anlatabilirim, istediğimiz hissi, rengi, atmosferi seyircide nasıl oluşturabilirim üzerine yoğunlaşmaya çalıştım. Ancak, kadının günümüzdeki yeri ve koşullanışının ‘yargılanmak’ olduğu düşüncesini yeniden üretmek gibi bir gayemiz olmadı, fakat artık hepimiz kimin kimi nerede konumlandırdığını aşağı yukarı biliyoruz, bunun karşısında ise biz bu konumlanmaya karşı çıkarak bu böyle olmaz, dayanışma içinde olunursa olur, eyleme geçilirse olur, ses çıkarılır ise oluru düşündürmeyi hedefledik. Şunun da elbette bilincindeyiz, her oyun seyircisi ile buluştuktan sonra anlatmaya, konuşmaya başlar. Oyun seyirci ile buluştuktan sonra bizim için ‘ben bunu demek istedim’ den öte ‘izleyici bunu anladı’ daha kıymetli olmaya başlar. Bu doğrultuda oyunumuzun serüveni her zaman devam edecek diyebilirim.

Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?

6 Mart tarihinde saat 20:30’da Kadıköy Emek Tiyatrosu’nda oynayacağız. Diğer oyun tarihlerimizi seyircileriminiz Dulda Tiyatro’nun instagram sayfasından takip edebilirler.

DUVAR

Paylaş.

Yanıtla