Geleceği Birlikte Tasarlamak

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Kültür sanat hayatının önemini anlatmak için ne yapmalıyız? Misyonumuza dönmeliyiz. Kültür sanatın amacının hayata anlam katmak ve toplumu ileriye taşımak olduğunu hatırlamalı, kurumlar olarak neden önemli olduğumuzu ve amaçlarımızı sorgularken bu kavramı esas almalıyız. İçeriklerimizi değil, hikâyemizi anlatmaya odaklanmalıyız.

15 yılı aşkın bir süredir kültür sanat sektöründe aktif çalışanlar olarak, yaklaşık bir buçuk aydır bulunduğumuz karantina sürecinde yerli ve yabancı birçok konuşma, araştırma ve yayın takip ettik ve takip etmeye devam ediyoruz. Kültür sanat sektörü bu süreçte farklı erişim kanallarından izleyicisine ulaştırdığı içeriklerle milyonlar tarafından izlenirken gelecek için yeni çözümler yaratma yolunda birlikte olmaya ve beraber hareket etme ihtiyacı olduğuna inanıyoruz. Farklı kaynakları temel alarak oluşturduğumuz önerilerle geleceğe ümit veren bir bakış açısı sunmaya çalıştık. Fakat en önemlisi farklı sektörlerle birleşerek yaratıcı sektörlerin aktif rol aldığı yeni bir geleceği tasarlamanın hayalini kuruyoruz.

Amerika’nın “beş devi” arasında yer alan Philadelphia Orkestrası, 12 Mart Perşembe günü Beethoven’in 5. ve 6. Senfonisi ile belirsiz bir süreliğine konser salonlarına veda etti. Şef Yannick Nézet-Séguin, müzikseverlere izleyicisiz salondan canlı yayınla ulaşan konsere “Bu müzik bize yüzyıllardır ilham oldu ve biliyoruz ki geri döneceğiz” sözleriyle başladı. Fakat konser sonrasında yaptığı açıklamada “Boşluk hissi zorlayıcıydı, izleyicilerin enerjileriyle bize cevap vermelerine ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu hatırladık” diyerek izleyici ve sanatçı arasındaki canlı etkileşimin önemini vurguladı.

‘KLASİK MÜZİK’ SANAL DÜNYAYA GİRİŞ YAPTI 

COVID-19 nedeniyle tüm dünyada yapılan “evde kal” çağrısının ardından sanatın tüm dalları içeriklerini dijitale uyarlamak için atıldı, çaba ve yaratıcılık hızla öne çıktı. Berlin Filarmoni Orkestrası’ndan Metropolitan Operası’na, dünyaca ünlü çellist Yo-Yo Ma’dan korona hastalığını yenen kemancı Anne-Sophie Mutter’a dek geçmişte dijital alanda küçük adımlarla ilerleyen klasik müzik dünyası, sanal dünyaya hızlı bir giriş yaptı. Yıllar içinde dijitalleşme yolunda stratejiler geliştirerek arşiv ve sergilerini adım adım izleyiciye sunmaya kaynak ayıran müzeler ise zor günleri atlatmak için seçkilerini hızlıca internet siteleri ve farklı platformlar üzerinden izleyicilerine sundu. Metropolitan Müzesi’nin sahne arkası hikâyeleri veya MoMA’nın ücretsiz çevrimiçi dersleri geçmişte fiziki çalışmaların bir uzantısı veya ilavesiyken, şimdi majör işler olarak kültür-sanat çalışmalarının merkezine yerleşti. Birbirimizden uzak kaldığımız şu günlerde sanatçılar müzikleri, yazıları, görselleriyle, yaptıkları yayınlar veya sarf ettikleri sözlerle eve kapanma ve sevdiklerimize ulaşamama hâlinin psikolojik zorluklarıyla savaşırken insan dokunuşunun sıcaklığını kalbimize, ruhumuza ulaştırıyor.

PANDEMİDE KÜRESEL DEPRESYON

Tarihin her döneminde insan varlığını tehdit eden anlarda olduğu gibi COVID-19 salgını da sanatçıların yaratıcılığına yeni boyutlar katarken kültür-sanat sektörünün yönetici kadrolarının harekete geçmesini sağladı. Sokağa çıkmanın kısıtlandığı ilk günlerde uluslararası kanaat önderleri gazete makaleleri ve açık yayınlar aracılığıyla eylem planları paylaştı, birçok ülkede ekonominin en zayıf halkası olarak gözardı edilen kültür-sanat işletmeleri ile bağımsız çalışan sanatçılara adım adım çözüm önerileri sundu. En önemlisi kültür-sanat hayatının ayakta kalması gerektiğini, aksi takdirde pandeminin küresel bir depresyona yol açacağını vurguladılar. Kültür-sanat faaliyetlerinin insanların ruh sağlığı üzerindeki etkisi özellikle izolasyon süreci boyunca sağlıklı yaşam motivasyonunun önemli bir unsuru olarak kendini gösterdi.

Yeni dünya düzeninin ne olacağını hayal edip tasarlamaya çalıştığımız bu günlerde kültür-sanat kurumları da gelecekteki konumlarını tartıyor, üstlendikleri görevleri tekrar gözden geçiriyor. Bu bağlamda topluma faydalı olmanın yollarını tekrar sorgulamak gerekiyor. Kültür-sanat sektörü toplumun içinde bulunduğu depresyonun ve derin kaygıların getirdiği huzursuzluğu dindirmek, sanatın birleştirici gücünü kullanarak toplum içerisindeki dengeleri ayakta tutmak için bir aracı olabilecek mi? Şu anda Türkiye’de de yaratıcı sektörlerin öncelikli vazifesi, toplumun ruh sağlığı için kültür-sanatın neden önemli olduğunu tek ses olarak anlatmak ve pandemi sonrası geleceğimizi diğer sektörlerle birlikte tasarlamak için aktif rol almak olmalı.

İÇERİKLERİMİZİ DEĞİL, HİKAYELERİMİZİ ANLATMALIYIZ

Peki, kültür sanat hayatının önemini anlatmak için ne yapmalıyız?

Misyonumuza dönmeliyiz. Kültür sanatın amacının hayata anlam katmak ve toplumu ileriye taşımak olduğunu hatırlamalı, kurumlar olarak neden önemli olduğumuzu ve amaçlarımızı sorgularken bu kavramı esas almalıyız.

Kurumlarımızın vizyonunu ortaya koymalıyız. Hayatta kalmamızın neden önemli olduğunu izleyicilerimiz ve tüm destekçilerimizle paylaşmalıyız.

Yaratıcı olmalıyız. Mevcut işlerimizi dijitale taşımak bir çözüm değil, daha doğrusu bir çözüm olmaktan çıktı. Nasıl farklılık yaratabileceğimizi ortaya koymalıyız.

İçeriklerimizi değil, hikâyemizi anlatmaya odaklanmalıyız. İçeriğe dair iletişim yaparken bu hikâyelerin neden önemli olduğunu, kurumlarımızın bu içerikleri neden ürettiğini hatırlatmalıyız.

Sektör olarak birlik olmalıyız. Kurumların içinde ve dışında derdimizi danışma kurulları, çalışanlar, sanatçılarla birlikte tek ses olarak anlatmalıyız.

Maddi ve manevi sıkıntıları çözmenin yollarını birlikte aramalıyız. Kardeş kurumların ayakta kalmasına destek sağlamalıyız. Bilgilerimizi ve önerilerimizi paylaşmalıyız. Bunun yöntemlerinden biri, işlerini iptal etmek zorunda kaldığımız sanatçıları dijitalde nasıl bir katma değer sağlayacağını düşünmeye ve bu doğrultuda yaratmaya teşvik etmek, hatta bu yönde sipariş işler istemek olabilir.

Toplumumuza ve çevremize sağladığımız katkıyı vurgulayan işlere imza atmalı, yaratıcılığımızı zorlukları aşmak, sosyal mesafeyi daha dayanılır kılmak için kullanmalı, depresyon ve önyargıları yıkmak üzerine çalışmalara odaklanmalıyız.

Fiziki mekânlar olarak ayakta kalamasak da görünürlüğümüzü korumak, gelecek için çalışmak ve üretmek tek çaremiz. Fakat sonrasında bizi ne bekliyor? Viyana ve Frankfurt merkezli Gelecek Enstitüsü’nün (Zukunftsinstitut) kurucusu Matthias Horx’a göre gelecekten geriye baktığımızı hayal ederek bir dünya planı yapmak, bizi bekleyenlere hazırlıklı olmamızı sağlıyor. Bu da belki şu an gündemimizin ortasındaki en büyük sorunların önemsizliğini anlamamıza yol açabilir. Gün gelecek, hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz. Alışkanlıklarımız gerçekten değişmiş olacak mı, yoksa her şeyi hızlıca unutup eski kalıplarımıza dönecek miyiz? Travmamız o kadar derin ki tam anlamıyla dönemeyeceğimiz kesin gibi görünüyor. Peki, alışkanlıklarımızı korkularımız dikte ederse neler olacak?

Görünüşe göre bir süre boyunca dar alanlarda toplanmaktan, yan yana oturmak/durmaktan korkacağız, kapalı ortamlara girmeye çekineceğiz. Açık havayı, geniş ve ferah alanları, virüs ile  temas etmeme ihtimalimizin daha yüksek olduğu mekânları tercih edeceğiz. Mevcut araştırmalara göre Amerika’da kültür-sanat severlerin %50’si doğa bahçesi, botanik bahçeler gibi açık hava mekânlarını, %43’ü dezenfekte edilen ve az kişinin bulunduğu mekânları tercih edecekler. Şu anda geleceğimizi tasarlamak, değişken alışkanlıklara cevap verecek içerikler ve mesajlar üretmek hem izleyicilerimizin ilgisini diri tutacak hem de hâlâ bir geleceğimiz olduğunun sinyalini vererek toplumumuzu rahatlatacaktır. Sanatçılarımız ve sanatçılara iş veren kurumların hâlâ geleceğimiz için eserler yarattığını ve güzel günler planladığını bilmek, ileriye bakmamızı sağlarken yaşama sevincimizi ayakta tutacak. Sevdiklerimize dokunmaya, hatta birbirimizi yakından görmeye bile muhtaç olduğumuz şu günlerde dijital dünyanın öneminin yanı sıra insan temasının, birbirimize ve hayata zaman ayırmanın önemini, insanlığımızın değerini tekrar öğreniyoruz. Hijyen ve mesafenin makbul olacağı, ama bu mesafe nedeniyle bağlanmanın yeni anlamlar kazanacağı, sınırlar ve sınırsızlık, özgürlük ve bağımlılıkların tartışılacağı yeni dünyamızı biliminsanları, politikacılar ve ekonomistlerin yanı sıra yaratıcı endüstriler, STK’lar ve sanatçılarımız da planlamalı ki hayata döndüğümüzde dünyamız biraz daha yaşanır olsun. Bir araya gelmenin yeni modellerinin ne olacağını bilmediğimiz bu günlerde hayatımızdaki en yaratıcı kesimle, yani sanatçı ve tasarımcılarla beraber denemeler yapmak için çok doğru bir zaman dilimindeyiz. Eski tecrübelerimizi silip proaktif bir şekilde üreterek geleceğe hazırlanmalıyız. Hayatın her alanında bir araya gelişlerin yeni protokollerini düşünürken kültür-sanat etkinliklerinde de yeni protokoller oluşturacağız. Örneğin geçmişte sergilerimizi kurgularken seyirciyle nasıl bir ilişki kurulması gerektiğini düşünerek onları anlattığımız hikâyenin bir parçası olmaya davet ettik. Bundan sonra ise hamlelerimizi bir adım öteye taşıyıp seyirciyi katılımcı olmaktan çıkaracak, performansın doğrudan parçası olmaya davet edeceğiz. Geçmişte konserler veya tiyatro oyunlarında denediğimiz uygulamalarımızı geliştirecek, sanatçı ve seyircinin yer değiştirdiği gösterilerde yaşadığımız heyecanı belki bundan sonra farklı boyutlara taşıyacağız. Belki de seyirci, 47. İstanbul Müzik Festivali’nde katıldığımız Human Requiem konserinde olduğu gibi izlemek yerine performansın içinde fiziki mesafeyi sağlayan oyuncu olacak. Şimdiye kadar erişimini genişletmeye çalıştığımız sınırlı deneyimleri ve programlarımızı bundan sonra gerçekten geniş kitlelere açmanın ve kapsayıcı olmanın bir yolunu bulabiliriz.

Varlığımızı tehdit eden salgın günlerinde toplumun ruhsal dengesini ve sağlığını ayakta tutmak, sınırlarımızın dışına çıkarak yeni bir düzen tasarlamak için yaratıcı güçlerimizi kullanmak artık zorunlu hâle geldi. Gerçek ve sürdürülebilir yenilikleri tespit etmek, bu yönde önyargısız ve özgün öneriler yapmak için sanatçıları ve yaratıcı sektörleri sürece dahil etmek ve geleceğimizi birlikte tasarlamak, doğru ve dengeli sonuçlar üretecektir.

DUVAR

Paylaş.

Yanıtla