71’inci Yılda, Az Gittik Uz Gittik…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(H.Ayhan Tinin’in Diken Gazetesi’ndeki Sanat da var köşesinden 20 Haziran günü yayımladığı yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz)

1949’da ilk yasa çıkmış. Devlet Tiyatrosu ve Operası Kuruluş Yasası. İçinde olduğumuz bu haziran ayında tam 71 yıl oldu. Bir insan ömrü, bir yaşam denizi, gülen ve ağlayan iki yüz ile simgelenen sevinçler, acılar, heyecanlar, sahneler ve perde!

Öykü Max’e kadar dayanır aslında. Badenlidir Max, Avusturyalı.

Asıl adı Max Goldman. Fakat dünya tiyatro tarihine bu isimle geçmedi.

Fabrikada işçilik de yaptı, bankacılık da. Oysa aklı hep tiyatrodaydı. İyi ki de öyle olmuş. Dünya onu Max Reinhart olarak tanıdı. Tiyatroda bir kilometre taşı…

Tiyatronun her türünü denedi. Özellikle kabare tiyatrosuyla geniş kitlelere ulaşmaya çalıştı. Nazilerin iktidara geldiği yıllarda doğal olarak hükümetle başı derde girdi. Almanya’yı terk etmek zorunda kaldı. Savaş yıllarının çocuğu olmak zordur. Hele savaşa karşıysan!

Yaşamlar bazen önemli, bazen değerlidir diye söylenir. Reinhart’ın öz yaşam hikayesi değerli olanlardan.

Neden anımsadık bu değerli sanat insanını?

Bizim Carl yüzünden. Çevirmenliğini ve dramaturgluğunu yapan Sabahattin Ali’nin öğrencisi Cüneyt Gökçer ustanın da “İyi ki yolunuz Türkiye’den geçti” dediği, Carl Ebert.

Carl, Reinhart ustanın Berlin’deki Tiyatro Sanatı Okulu’ndan mezun olmuştu. Carl Ebert olmasa belki Türkiye’de tiyatronun, operanın tarihi farklı yazılacaktı.

O da ustası Reinhart gibi anlaşamadı dönemin Nazi iktidarıyla… Kısa bir süre sonra da Türkiye’den aldığı daveti değerlendirdi. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde hem Devlet Tiyatrosu hem de operasının kuruluş altyapı çalışmalarına yön verdi.

Diva Semiha Berksoy’dan Müşfik Kenter’e, Cüneyt Gökçer’den Macide Tanır’a devleri yetiştirdi. Geldikten hemen sonra 1940 yılında Ankara’da Devlet Tiyatrosu Tatbikat Sahnesi’ni; ders içerikleri ve bütün bir eğitim programıyla yapılandırdı.

1947 yılına kadar Türkiye’de kaldı. Sonra bayrağı Muhsin Ertuğrul ustaya devretti. Aynı yılın mart ayında Muhsin Ertuğrul Küçük Tiyatro ve Büyük Tiyatro sahnelerini de açmıştı.

1949 yılında ise Devlet Tiyatro ve Operası Yasası yürürlüğe girerken Muhsin Ertuğrul da genel müdür olarak atandı.

O’nun yaşam öyküsünü de Reinhart ve Ebert’den farklı değildir. Ailesine karşı durup tiyatro sahnesine çıkan Muhsin Ertuğrul; Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu ve Türk sinemasında silinmez izler ve gelenekler bıraktı. Genç Muhsin Ertuğrul yalnızca oyuncu olma hevesinde kalmamış, fırsat buldukça Paris ve Berlin’e giderek gözlemler yapmış, oyunlar izlemiş, atölyelere katılmış ve böylece Darülbedayi’ye öğrenci olarak girip kısa sürede aynı zamanda yardımcı öğretmen unvanını da kazanmış. Ne tesadüf ki genel müdürlük görevine başladıktan iki yıl sonra dönemin siyasi iktidarıyla ters düşmüş ve istifa edip İstanbul’a dönmüş. Bu kısa süreli İstanbul’a geri dönüş Türk tiyatrosuna bir başka oyuncu fabrikası, Küçük Sahne’yi kazandırmış.

Ferhan Şensoy usta da bu geleneklere olan saygısıyla yıllarca Küçük Sahne’yi, bugün de eski adıyla ‘Ses Opereti‘ sahnelerini ayakta tutmak için kendi deyimiyle ‘O-Pera’daki hayalet’ olarak ter dökmekte.

Aslında bu çok uzun hikâyeyi kısaltarak, yalnızca bir tarihi hatırlamak için yazmadık.

Covid-19 sürecinde ödenekli ve özel tiyatroların arasındaki tartışma tiyatro sanatçıları üzerinden büyüyüp canlandı. “Elli liralık bilet pahalı mı ya da on beş liralık bilet ucuz mu” tartışmasıyla tiyatro sanatçılarının birbirine düşmesi, herhalde tiyatromuzun bugünlerde en son gereksinimi olan şey!

Bu tartışma için bu yazıya ayrılan yer tabii ki yetmez.

Asıl meseleyi de gözden kaçırmayalım. Bilmem ne kahvecisinde öğrenciler dahil herkesin on beş liraya kahve içtiği bir ortamda bilet fiyatları pahalı değil. Kitap fiyatları da pahalı değil.

Mesele tiyatro kültürü, sanat kültürü, okuma kültürü ve bununla ilgili kişilerin kullanacağı seçimlerinin ne yönde olduğu/olacağı. Bu da yanıtı çok fazla bileşen içeren bir soru…

Öğrencilik zamanımızda üniversiteye giderken, öyle servisle filan değil, cebimizde tek bilet varken, gidişi ya da dönüşü yürüyerek yapmayı göze alıp, ister özel ister ödenekli tiyatrolarda haftada bir oyun izlerdik mutlaka.

O zaman birkaç soru daha… Liseler ve üniversitelerin sanat kültürü eğitimleri yeterli mi? Hadi geneli bırakalım, özel üniversitelerin drama-oyunculuk eğitim programlarını bitiren kaç tane öğrenci yukarıda anlattığımız öyküyü kısaca anlatır? Kaç tanesi kendinin bu öykünün bir devamı ya da parçası olduğunu düşünerek sahneye adım atar? Üniversitelerin oyunculuk bölümleri ile özel tiyatrolar arasındaki ilişki, etkileşim ve işbirliği ne durumda? Tiyatronun, sanatın ihtiyaç olduğunun farkında olmayan insan topluluklarına AVM’ler gibi servis mi kaldırmak gerek? Dünya tiyatrolarıyla ülkemiz özel tiyatrolarının buluşabileceği ve fikir alışverişi yapabileceği platformları ne kadar geniş tabanlı oluşturabiliyoruz?

Tiyatroların sayısız sorunlarının var olduğunu biliyoruz. Bunların çözülmesi için de bu sanata gönül vermiş, ekmeğini buradan kazanan insanların akıl ve gönül birliği içinde bir araya gelmesi gerekli. Yoksa ayrışmak ya da birbirini etkisizleştirip karalayarak ancak bir arpa boyu yol gideriz.

DİKEN

Paylaş.

Yanıtla