Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar 19: “Bize Ekolojik Bir Dönüşüm Lazım”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

 EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA

8 Nisan 2021, Mutluköy

Sevgili hocam. Salgın hızla artarken hâlâ sağlıklı ve iyi olduğumu belirterek başlayayım. Haberleşmeyeli uzun zaman oldu. Umarım siz ve Norbert de iyisinizdir.

Size önümde uzanan zeytinlikler, rüzgâr ve kuş sesleri arasından yazıyorum. Bir haftadır Ayvalık’ta, Mutluköy Konukevi’ndeyim ve Mayıs sonuna kadar burada kalacağım. Konukevi, “ekoloji, gastronomi ve tarım odaklı bir residency programı”.  Defne Koryürek ve Vasıf Kortun’un yaşam alanları ve tecrübelerini paylaşmaya açtıkları Mutluköy’deki evleri aslında. Bu alanda çalışan akademisyen, sanatçı, yazarların çalışmalarını sürdürmeleri ve tamamlamaları için ihtiyaç duydukları huzurlu alanı sağlıyor. Bu yılki bahar dönemi misafirleri olduğum için çok mutluyum.

Burada zaman öyle güzel geçiyor ki. Daha doğrusu insan zaman diye bir şeyin varlığını, onun telaşsızca geçişini hissediyor. Her gün iki saatimiz bahçede geçiyor. Ekilen sebzeleri, yeni fideleri kontrol ederek; bezelyeler daha rahat büyüsün diye iplere düğümleyerek; hangisi tohum verecek onu bekleyerek; yemek için hindiba, salatalık, ıspanak toplayarak; kimi istenmeyen otları ayırarak sonra. Karıncasından asırlık zeytin ağaçlarına, her tür çeşitliliği ve yaşama sevinciyle doğaya hayret, tevazu ve şükranla bakmak yeniden. Defne Hanım ve Vasıf Beyden öğrendiğim yeni bitki isimlerini hikâyeleriyle ezber etmeye çalışıyorum. Burada  gördüğüm, öğrendiğim şeyler saymaya gelmez, hocam. Her gün toprağa dokunarak zeytin, nar, badem, dut ve şeftali ağaçları arasında ve hepsinden çok Defne Hanım ve Vasıf Beyle yaptığımız sohbetlerle sanki bir haftada daha bir büyümüş gibiyim. Onlar bu hissettiklerime “muhabbet” derdi, belki de. Yeryüzüyle, insanla, tüm canlıyla eşit biçimde konuşabilmenin ve birlikte varlık göstermenin sevinçli bir hâli olarak.

***

Mutluköy zeytinlik yolunda yürürken

Bir yandan burada doktora tezimi tamamlamaya çalışıyorum. Bir de teze paralel giden bir konuda, “tiyatro ve performans sanatlarında ekolojik düşünce, duygulanım ve yaklaşımlar” üzerine okumalarımı yoğunlaştırıyorum. Biliyorsunuz adına “geri dönüşüm dramaturgileri” dediğim bir modeli çalışıyorum doktora tezimde. Türkiye tiyatrosunun son yıllarda aldığı geriye dönük poetikanın kendine özgü oyunsuluğunu, duygularını ve dönüştürücü özelliklerini anlamak için adlandırdığım bir kavramdı bu. Sonra kavramda parıldayan ekolojik düşünüşe odaklandım. Derken tiyatro sanatının kendine özgü eko-sistemini, canlı ve hayatta kalmak için tarihi boyunca kendini nasıl geri dönüştürdüğünü, bu sayede bize ne tür yeni hikâyeler, dramaturgiler ve farklı görme biçimleri sunduğunu yeniden görmeye başladım. Bu, bana bir perspektif genişlemesi sağladı. Dolaşık, çeşitli, karmaşık gibi görünen bir araştırma alanını kendi dolaşıklığı ve çeşitliği içinden, onu bir tek şeye indirgemeden görmeme, okumama ve kavramama yol açtı. İzlediğim, okuduğum bir şeyin içinde “olan” kadar “olması beklenen”, “ya şöyle olsaydı”yı hissettiren, bize yeni ve başka dünyalar açan bir yaklaşımı. Zaten sanat bundan başka nedir ki.

Anlayacağınız çalışmalarım bir süredir ekolojiye yönelmiş durumda. Daha doğrusu bunun seçilecek bir araştırma konusu olmanın ötesinde bütün sanatları yapan ve sanatın da “yaptığı şey” olarak görmeye başladım. Önceki mektuplarımdan, hayatı yaşama ve ilişkilenme biçimimden biliyordunuz bunu. Ekolojik düşünceyi sadece çevre sorunlarıyla ilgilenen bir bilim dalı olarak görmenin ya da ağaçları, börtü böceği konu eden bir mesele olmanın ötesinde, içinde yaşadığımız dünyada her şeyin birbiriyle bağlantısı, kesişimi ve dolaşıklığı içinde görmemizin, bir bakıma kendi yapıp ettiklerimize geri dönüp bakmanın, bu dünyada birlikte yaşama biçimlerimizi gözden geçirmenin, o sayede kendimizi, canlılığımızı geri kazanmanın bir imkânı, yolu olarak düşünmeye çalışıyorum. O yüzden sanatla, edebiyatla, müzikle, şiirle (de) yapabileceğimiz bir şey diye düşünüyorum. Gönül isterdi ki, bugün Türkiye tiyatrosunda ekolojik sorunları doğrudan konu edinen oyunları da konuşabilelim. Ama artacağını düşünüyorum. Bize ekolojik bir dönüşüm lazım. Yeni hikâyeler ve olanaklar lazım.

Sömürge sonrası ülkelerin tiyatrosunda ekolojik dramaturgilere verilebilecek güzel örneklere denk geldim. Almanya’da ve daha öncesinde karşılaştığınız örneklerden paylaşmak istedikleriniz olursa çok sevinirim. Bana kalırsa hocam, kadınlık durumundan, neoliberal politikalara, geçen mektupta konuştuğumuz “toksik erkeklik” meselesine kadar her şeyi ekolojik bakışla yeniden değerlendirebiliriz. Örneğin Defne Hanım sofraya konan en sıradan bir gıdanın bile ardındaki hikâyeyi anlattığında katman katman bir başka hikâye açılıyor. Bir tuzun bugüne gelene kadar geçirdiği tarihsel süreçteki üretim ilişkileri, insan emeği, ki bu emek bile toplumsal cinsiyetli, küresel ve neoliberal politikalar… bizi yapan, şekillendiren şeyleri görebiliyoruz. Yahut şeyleri diğer şeylerle ilişkileri içerisinde.

O yüzden ekoloji benim için doğanın “yapıp etme biçimine” bakarak kendi yapıp ettiklerimize dönüp bakmanın, sizin çok sevdiğiniz Brecht’in ifadesiyle “yadırgama”nın yolu ve imkânı. Süregiden alışkanlıklar ve kanaatlerimize küçücük bir kuşku bile çok şey değiştirebilir.

* * *

Size mektuplarımda nenemden söz etmeyi seviyorum, biliyorsunuz. Siz de seviyorsunuz onu. Buraya geldiğim gün, 1 Nisan’da nenemin 80. yaş gününü kutladık. Burada onu çok anıyorum. Birlikte ne zaman güzel bir yere gitsek, söz gelimi ormanda yürüsek kaybettiklerini anardı hep ya da hayatta olup şimdi yanında olamayan sevdiklerini. Bazen “keşke anacağım da burada olsaydı, bu güzelliği görseydi” derdi, bazen el ele gezen yaşlı çiftlere bakar “benim sevdiğim evde yatıyor, keşke gelse el ele gezebilseydik” derdi. Seksen yaşında  içinin çocuğu hiç büyümemiş, özlemleri, hevesi ve umudu hep diri bir kadın. Ben de yaş aldıkça o kadını içimde daha çok hissediyor ve anlıyorum galiba hocam. Ona verdiğim hediyelerin yanına yazdığım şiir ve yazılarda garip bir şekilde tuzdan konuşurdum. Nedenini bilmezsiniz ya bazen. Anneme yazdıklarımda güllerden, neneme ise denizden ve tuzdan, acıyı paylaşmaktan söz ederdim nedense. Ellerine bakıp hatırladı geçen gün. Çocukluğu kaya tuzu döverek geçmiş meğer. Köyde hayvanları beslemek için, her gün kaya tuzu dövermiş kadınlar, çocuklar… Benim bunu hiç bilmeden, yazdıklarımda tuzla konuşmam tesadüf mü sizce?

Siz benden çok daha iyi bilirsiniz hocam. Akademik ilgi ve merakların ardında aslında hep kişisel bir hikâye vardır derler. Belki ekolojiye yaklaşımımda kendime dair böyle bir geri dönüşüm vardır. Şu koskoca kainatta bir tuz zerresi üzerinden kendimi ve soyumun kadınlarını anlama çabası.

Mektubu bitirirken Süsen nenemin sekseninci doğum gümünü bir kez daha kutlamak istiyorum. Baharda akşamları soğuk oluyor Ayvalık. Kendi doğum gününde, giderken çantama koyduğu patikler ve yün çoraplar için ellerinden öpüyorum. Öyle iyi geldiler ki.

Dijital tiyatro projeniz sanırım bitti. Detayları merak ediyorum. Bana bahsederseniz sevinirim. Bu aralar neler yapıyorsunuz? Mektubumu şimdilik bitirirken size ve Norbert’e, eğer haberleşiyorsanız Mine hanıma çok çok sevgilerimi gönderiyorum. Sağlıklı, güzel ve huzurlu günleriniz olsun.

Hasretle,

Eylem

 

ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E

10 Nisan 2021, Köln

Eylemcim

Koronanın karanlığından ve şehrin gümbürtüsünden uzak ne güzel bir yerdesin.  Tadını çıkart Ayvalık’taki Mutluköy günlerinin, doğanın, güneşin ve iç huzurun. Kafa toplamak ve çalışmak için ideal bir yer. Ben de  sana anlatmıştım ya yaz sonları Olimpos Çıralı’da alıyordum soluğu. İnanır mısın yaklaşık otuz yıldır bütün  yaratıcı projelerimin temeli de orada atıldı. Çünkü doğa bambaşka bir enerji veriyor insana. İnsanların kapalı mekanlardaki meditasyon kurslarında saatlerini, günlerini vererek yaşadıklarını doğa bir çırpıda veriyor insana; ama  tabii ki içinde yaşaman lazım. Ekip dikme, toprakla uğraşma, bitkilerin sesini dinleme, onlarla konuşma, kısaca kendini doğanın bir parçası gibi hissetme bence meditasyonların en güzeli. Benim de  ilacım deniz.  Hem denizin her türlüsü, bakmaya, koklamaya, yüzmeye, dalmaya doyamıyorum. Hele denizin içindeysem bazen kendimi unutuyorum. Korona ile Almanya’ya kilitlenince denizden galiba hayatımda ilk kez uzak kaldım. Aylardır sabırsızlıkla aşı olmayı bekliyoruz, ama sonunda yolumuz açıldı. Yaz aylarının tadını çıkartacağımızı umuyorum.

Senin geri dönüş dramaturji kavramına gelince kendi oyun çalışmalarım açısından şöyle düşünüyorum: Gücünü yaşamdan  alan bir tiyatro anlayışını savunduğuma göre uzun bir ön çalışma aşaması var, röportaj yaparak, gözlemleyerek, okuyarak, araştırarak malzeme toplama aşaması. Sonra o malzeme zihnimde yavaş yavaş  bir tasarıma dönüşüyor, yazma aşamasında bu tasarım çok değişebiliyor, çünkü zihnimde dönüşüm geçirerek canlanan karakterlerin benden bağımsız olarak kendi ağırlıkları var. Oyun bittikten sonraki sahneye koyma aşamasında, ki bir yıldır bana çok yeni olan bu tür çalışmaların da içindeyim, karakterlerime can verecek uygun oyuncuları bulduktan sonra yepyeni bir çalışma sürecinin içine giriyoruz. Bu süreçte oyuncuların yorumları ile birlikte karakterler daha da gelişiyor. Her oyuncu kendi karakteri ve kişiliğini, yaşam deneyimlerini ve gözlemciliğini katarak karakteri yoğuruyor. Bu çok heyecan verici bir süreç. Sözgelimi kadın ve şiddet öykülerini anlattığım “Anlatılamayan Öyküler” diji tiyatro projemizde Boğaziçi oyuncularından Aysel Yıldırım benim düşündüğümden çok daha farklı bir Kürt kadın yarattı. Zihnimdeki kadın çok şey yaşamış olduğu için acılaşmıştı. Oysa Aysel yaşama umutla bakan güçlü bir kadın rolü çıkarmıştı. Oyun sahnelendikten ya da diji tiyatroda yaptığımız gibi film çalışmaları tamamlandıktan sonra izleyicinin nasıl alımlayacağı çok önemli. Bu nedenle de biliyorsun oyun sonrası tartışmalar düzenlenmesi de çok verimli oluyor. Oyunda belki de izleyici kendi öyküsünü bulacaktır, belki de kendisiyle ya da ilişkileriyle ilgili yepyeni bir şeyler keşfedecektir, her şekilde izleyicinin alımlaması oyunu yine yaşama geri taşıyor. Böylece kaynağını yaşamda bulan tiyatro oyunum, çeşitli dönüşüm aşamalarından sonra,  geri dönüşüm dramaturjisiyle yine yaşama geri dönüyor.

Bir de tarihten bir örnek vereyim: Belgesel tiyatro  Erwin Piscator ile birlikte çıkmıştı geçen yüzyılda. Tiyatroyu film vb. görsel ögelerden yararlanarak politik bir platforma  oturtmaya çalışıyordu. Piscator’un tiyatro kuramı Brecht’in  epik tiyatronun oluşmasına yol açmıştı. Yani etkileşimin sonucu bir dönüşümdü söz konusu alan. Peter Weiss, Hans Magnus Enzensberger gibi ünlü yazarlar belgesel tiyatroyu güncel ya da yakın geçmişteki  politik olaylara taşıyarak tiyatroya yepyeni bir boyut getirmişlerdi. Bugün  belgesel tiyatro deyince çok geniş bir yelpaze çıkıyor ortaya. Yeni çıkan Yaşamdan Tiyatroya Tiyatrodan Yaşama kitabımda buna örnekler getiriyorum. Sözgelimi yaşam öyküleri önem kazanıyor. Dahası sözgelimi  Rimini Protokol’da yaşam  uzmanları olarak tiyatro dışı insanlar da sahneye çıkartılıyorlar. Ben  İstanbul’daki çöp toplayıcılarla çok çarpıcı bir gösteri izlemiştim. Amaç önümüzden geçip giden bu kenarda köşede kalmış yaşantılar üzerinde düşündürmekti izleyiciyi. İnanır mısın bu oyunu gördükten sonra çöp toplayıcılarına da farklı bir gözle bakmaya başladım, yani bende de bir dönüşüm oldu. Yani geri dönüşüm dramaturjisini tarihsel süreç içinde irdeleyebileceğin gibi tek bir oyunda da odaklaşarak gözlemleyebilirsin. Sonuçta yaşamla tiyatro, tiyatroyla yaşam, tiyatroyla tiyatro ya da diğer disiplinler arasında sürekli bir etkileşim var. Bu etkileşim de  yaratıcılığın yollarını açıyor. Bu benim çalışmalarımdan ve araştırmalarımdan iki örnek; belki sen de bir dahaki mektubunda geri dönüşüm dramaturjisine başka örnekler verebilirsin.

Şimdi de Korona ile birlikte tiyatro yaşamı büyük bir darbe alınca, dijital tiyatro doğdu, dijital tiyatro yine tiyatroya yepyeni kazanımlar getirecektir. Bunu şu an kendim bire bir yaşıyorum. Korona döneminde başladığımız neredeyse bir yıl süren dijital tiyatromuzu Anlatılamayan Öyküler, yine bir dönüşüm geçirdi. Böylece  Yüzleşme oyunumuzu Ankara Fareler Tiyatrosu’nda dört dörtlük bir ekip çalışmasıyla sahneliyoruz.

Sen toksik erkeklik konusunu ele aldığım yeni tiyatro projem Erkeklik Hapishanesi ile ilgili olarak da ekolojik bakışın öneminden söz ediyorsun. Ne kadar doğru. Kadınlar üzerinde odaklaşmak, onların öykülerini dinlemek ve oyunlaştırmak, erkeklik öykülerinin kapılarını araladı. Böylece her şey akış içinde  birbirine bağlı bir süreç içinde gelişiyor. Yaşamın  sırrı belki de bu.

Ama göz ardı etmememiz gereken önemli bir nokta daha var. O da ekolojik bakışla birlikte doğaya ne kadar hor davranıldığına da tanık oluyoruz. Korona da dahil olmak üzere bugün yaşadıklarımız da bunun bir uzantısı.  Doğayla ilişkideki bu hoyratlığın, acımasızlığın, katliamın biliyorsun toplumsal, politik bin bir nedeni var. Ama bana  göre en temel nedenlerinden biri de doğayı fethetmeye, ele geçirmeye, sömürmeye yönelik erkeklik anlayışı. İşte yeni oyunumda bize dayatılan bu erkeklik anlayışına karşı çıkarken yeni bir erkeklik anlayışı olabilir mi, bunun izini sürüyorum.

Söylemek istediğim ekolojik bakış bu konuda her ne kadar bir farkındalığın oluşmasını sağlıyorsa da başka disiplinlerle bir arada çalışmadıkça yeterli değil bana göre. Ancak para değil de insan odaklı politik bir duruş, insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları ve çevre bilincini merkeze alan çalışmalar dünyamızı büyük tahribatlardan koruyabilir. Bugün özellikle yeni kuşakta bu alanda bir uyanışın olması umut verici, öte yandan  popülist politikaların giderek yükseldiği bir ortamdayız, bunu da da unutmamak gerekiyor.

Köln’den seksen yaşını kutlayan nenen başta olmak üzere herkese sevgilerimi gönderiyorum.

Zehra

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

Yanıtla