İKSV 16. Tiyatro Festivali Üzerine

Dikmen Gürün ve Leman Yılmaz ile Söyleşi

Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 15. sayısında (Ocak 2009) yayınlanmıştır.

Bu söyleşi 31 Temmuz 2008 tarihinde Ayşan Sönmez, Fırat Güllü ve Metin Göksel tarafından yapılmıştır.

16. Tiyatro Festivali tamamlandı. Sürecin biraz başına, planlama aşamasına dönelim isterseniz. Bu sene, tiyatro festivalini organize ederken belirlediğiniz perspektif neydi? Oyunları seçerken veya etkinlikleri belirlerken temel kriterleriniz neler oldu? Festival önünüze koyduğunuz hedefleri karşıladı mı veya nerelerde sapma yaşandı?

Dikmen Gürün: Festivalin planlama aşamasında “insan hakları” teması üzerine odaklandık. Çünkü, 2008 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yazılışının 60. yılı. Türkiye de insan hakları ihlallerinin sıkça yaşandığı bir ülke. William Forshyte Company’nin HumanWrites- İnsanYazıyor adlı yapıtında da haklar ve yazma eylemi arasında kurulan bağlantıda bildirgenin dünyanın her yanında sürekli ihlal edildiği gerçeği işleniyordu. Sanatçı, aynı zamanda hukuk profesörü olan dramaturgu Kendall Thomas ile birlikte gerçekleştirdiği bu performansta ‘insan hakları kültürü oluşturma sanatı’ üzerine odaklanıyor. Bu açıdan Festivale gelmesi anlamlı oldu. Sert bir yapıttı. Hem dil olarak sertti hem de beden kullanımı olarak. Seyre gelenler bu olayın bir ‘seyir’ işi olmadığını gördüler ve kısa sürede sanatçılarla aralarında bir buluşma-sorgulama zemini oluştu. Tabi ki olaya uzaktan bakanlar, mesafeli duranlar da vardı ama, bunu da olağan karşılamak lazım. Sonuçta, altını çizmek istediğimiz tema bağlamında bir lokomotif işlevi gördü İnsan Yazıyor.

Leman Yılmaz: Yine Sivas 93 farklı bir proje olarak festival programında yer aldı. Biz yerli projelerde, festivalde ilk kez perdeyi açacak projeleri programa alıyoruz ama Sivas 93, teması insan hakları olduğu için, bu kuralın dışında bir oyun oldu. Oyun sezonda zaten prömiyerini yapmıştı. Teması nedeniyle programa kattık.

Dikmen Gürün: Tabi, Sivas 93 bu anlamda çok vurucu bir çalışmaydı. Sürekli unutturulmaya çalışılan bir olayın, şiddetin üzerine gidiyor, sorguluyordu. Toplum olarak gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyoruz. Suskunuz. Sırası gelmişken, şunu da belirtmeden geçmek istemem, Şehir Tiyatrolarında Macit Koper’in Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanından yaptığı uyarlama da bu suskunluğa, sürekli yaşadığımız bu “üç maymun” durumuna parmak basıyordu. Yakın tarihimizde o kadar çok şiddet olayları, o kadar çok hak ihlalleri var ki… Bunların tiyatro sahnesinde üzerine gidilmesi gerek. Genco’yu, kendisinin de belirttiği gibi, biraz da benim ısrarcı yazılarım tetikledi bu konuda. Öyle ya da böyle, sonuçta ortaya çok doğru bir iş çıktı Sivas 93’le.

Festivale katılan oyunların hepsi bu tema çevresinde odaklanmamıştı. Zaten öyle olmaması da gerekir bence. Bizim kriterlerimiz içinde farklı renkler, farklı çizgiler buluştuğu zaman festivalin yapısı ve o yapı içinde bir takım gruplaşmalar da oluşuyor. Hedeflerin karşılanıp karşılanmadığına gelince; festival demek biraz da risk almak demek. Onun için kimi zaman düş kırıklıkları yaşanabilir, kimi zaman da sevinçler. Bütün dünya festivalleri için geçerli durumlar bunlar. Mesela üç yıl önce Avignon Festivali’nde Jan Fabre gibi bir sanatçının Papalar Sarayı’ndaki açılış gösterisi bir hayal kırıklığıydı. İzleyicinin cılız alkışlarından sonra selama bile çıkmadı Fabre! Bu yıl ise, ben gidemedim, yeni kreasyonu yine Avignon’da çok beğenilmiş. Bizim de bu yıl canımızı sıkan yapımlar tabii ki oldu. Demem o ki, beklentiler ve sonuçlar kimi zaman çakışıyor, kimi zaman birbirine teğet geçebiliyor festivallerde. Genel bir değerlendirme yapacak olursak; birkaç yapım dışında, sonuçlardan memnunduk.

Peki, dünyadaki tiyatro festivalleriyle birlikte değerlendirdiğimizde Türkiye’deki festival nereye oturuyor? Bu tür tema bütünlükleri genelde gözetiliyor mu?

Leman Yılmaz: Değişiyor aslında. Örneğin Atina Festivali’nde böyle bir tema bütünlüğü yok. Avignon Festivali ise daha farklı. Avignon Festivali tiyatro festivali olarak en güçlü festivallerden biri. Festivalin programında politik olanın yanı sıra sahne üzerinde bir söz söyleyecek oyunlar tercih ediliyor ama tabii ki estetik açıdan güçlü olmaları da gerekiyor. Her festival için farklı bir sanatçı ile çalışıyorlar. Konuk sanatçı ve festival direktörlerinin belirlediği ortak bir tema çerçevesinde yeni prodüksiyonlar yapılıyor. Ayrıca yine konuk sanatçının önerisi doğrultusunda yer alan yönetmenlerin çalışmaları ile program tamamlanıyor. Bu arada festival programının içinde yer alan başka kategoriler de bulunuyor. Avignon Festivali’nde bir tema belirlense bile esnek tutuluyor. Bizde de biraz öyle oldu. Yani insan hakları teması olsun diye düşündük, karar verdik ama sadece insan hakları çizgisinde kalmadık. İnsan hakları teması içinde yer alan oyunların yanı sıra bu sene biraz daha farklı olarak programda musical theatre dediğimiz yani müzikle tiyatronun iç içe geçtiği bir çalışma da yer aldı. Daha önce festivallerde müzikle dansın iç içe geçtiği çalışmalar izledik ama müzik ve tiyatro ilk kez Orfeo ile programda yer aldı. . Yine aynı çizgide bir başka oyun daha vardı programda, Heiner Goebbels’in Stifter’s Things’i. Bu oyunu getirmeyi çok istedik ama mekan bulamadığımız için son anda iptal etmek zorunda kaldık. Tema etrafında çalışmak önemli, çünkü festival programında bir omurganın olması gerekir. Ancak, festival 2 senede bir yapılabildiği için, bir tema belirlense bile program yelpazesini biraz geniş tutmak daha iyi oluyor diye düşünüyorum.

Dikmen Gürün: Bu yıl “insan hakları” teması üzerine gidilmesi kaçınılmazdı. Ama, tema odaklı çalışmak, az önce de söyledim, her açıdan zorlayıcı. Öyle festivaller yok mu? Var ama, hem daha kısa süreli hem daha küçük çaplı festivaller. Bizim benimsediğimiz çizgide ise kanımca esneklik şart. Hele, iki yılda bir yapılan bir festivalse üzerinde konuştuğumuz, geniş bir şemsiyenin altında hareket özgürlüğü kaçınılmaz oluyor. Mesela, 2006’da da Kültür Olimpiyatı kavramından yola çıktık. 4. Uluslararası Tiyatro Olimpiyatları’nı Festivalle iç içe gerçekleştirdik. 2010 yılına bakıyorum, “Yoksulluk ve Toplumsal Dışlanma ile Mücadele” (Combating Poverty & Social Exclusion) yılı olarak belirlenmiş. Bu da ilginç bir tema olabilir gelecek festivalde. Öte yandan, 2010’da İstanbul Avrupa Kültür Başkenti oluyor ve bu bağlamda projeler de düşünülecek kuşkusuz.

Bu yıl, 16. festival yapıldı. Festivalleri geçmişten bu güne değerlendirmeniz mümkün mü? Festival nerden nereye geldi? Şu anda festival nerde duruyor ve bundan sonrasına dair öngörüleriniz neler?

Leman Yılmaz: İstanbul Tiyatro Festivali uluslararası açıdan çok önemli bir yerde duruyor. Biz içerden çok fark etmesek de farklı festival müdürleri veya organizasyonlarla ilişki kurduğumuzda bunu çok net görüyoruz. 2006 festivali, tiyatro olimpiyatları olması açısından çok güçlü bir festivaldi. Bu seneki festival ise uluslararası boyutta bir ilerleme yaptı. Bunda şimdiye kadar yapılan çalışmaların tabi çok etkisi var. Dikmen Hoca da yıllardır festivali bu noktaya getirmek için uğraşıyor. Bunun geri dönüşlerini çok net aldığımızı görüyorum. Bu yıl festivale yurtdışından izlemeye gelen çok kişi oldu. Örneğin 20 kişilik bir Fransa ekibi geldi. Bu grubun içinde organizatör, programatör ve tiyatro müdürleri vardı. Bunun dışında Çin’den, Singapur’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan sadece festivali izlemeye gelenler oldu. Demek ki festival kendi yerini uluslararası boyutta sağlamlaştırdı. Sonuçta festivalde dördüncü yılım. İki festival organizasyonunda yer aldım. Bu konuda Dikmen Hoca bu değerlendirmeyi çok daha iyi yapacaktır.

Dikmen Gürün: Ben Tiyatro Festivalinde çalışmaya beşinci yılında başladım. Festivalin devam edip etmeyeceği üzerine basına da yansıyan tartışmalar henüz noktalanmış ve “devam” kararı alınmıştı. Kritik bir dönemdi. Ciddi anlamda seyirci sorunu yaşanıyordu. Yabancı oyunlar çok sıradandı, yerli oyunlar genelde ödenekli tiyatroların oyunlarıydı, az sayıda özel tiyatro katılıyordu ve tüm oyunlar yıl içinde izlenmiş oluyordu. Bu süreci bir emekleme dönemi olarak değerlendirmeliyiz. Bu arada, toplumsal yaşamda 1980’lerden 90’lı yıllara taşan durağanlığı, içe dönüklüğü de göz ardı etmemek gerekir. Festivalde yaşanan bu tıkanıklığın aşılması ve hem sanatçıyı hem seyirciyi motive eden önemli bir olaya dönüşmesi zaman aldı. Öncelikle bir yol haritası çizilmesi gerekiyordu. Sonra da bu yol haritasının izinin sürülmesi. Festival düzenlemek bir ekip işi. Başta Şakir Eczacıbaşı olmak üzere, IKSV her birimiyle ve her ferdiyle Tiyatro Festivaline destek oldu ve oluyor da. Tiyatro Festivali, öncelikle yurt dışından önemli yorumcuları, tiyatro topluluklarını getirdi İstanbul’a. Sanatçımızı, seyircimizi bu ustalarla, bu tiyatrolarla buluşturduk. Keşke daha uzun süreli buluşmalar yapabilsek ama, biliyorsunuz, Tiyatro Festivali parasal anlamda zorlanan bir festival. O nedenle, “mucizeler yaratıyoruz” demek abartı olmaz. Bu arada, modern dansın güçlü isimlerini de programımıza aldık. Yeni bir kapı aralandı festivalde. Attığımız en önemli adımlardan biri yerli tiyatroların Festivalde yeni yapımlarla perde açmalarını istemek oldu. Bu önerimize, tüm zorluklara karşın, çok sıcak baktı tiyatrolar. Bir festivalin atar damarı kendi sanatçıları, kendi tiyatrolarıdır. Yabancılar da Festivale yerli toplulukları izlemek için geliyorlar. Seyirci sayısında da her geçen yıl bir artış gözlemlendi. Birbirini tetikledi bu gelişmeler.

Ortak yapımlar, üzerinde durduğumuz bir başka alan oldu. İçinde yer aldığımız her ortak yapım çeşitli ülkeleri geziyor. Çeşitli festivallerde adımızdan söz ediliyor. Bugün, Pina Bausch’un İstanbul için yaptığı Nefes dünyayı dolaşıyor. Sanatçılarımız, tiyatro gruplarımız Bogota’dan Japonya’ya kadar çeşitli uluslararası festivallere katılıyor. Bütün bu gelişmelerin geri dönüşü olarak da yurt dışında İstanbul Tiyatro Festivaline ve de İstanbul’daki tiyatro yaşamına dair giderek büyüyen bir ilgi uyanıyor. Tiyatro Festivali, eleştirilecek yanları elbette vardır, ama çok önemli adımlar attı tiyatromuza yönelik olarak. Mesela Sidi Larbi bizimle iş birliği yapmak istiyor 2010’da, ki bu projede her halde bizim ülkemizin dansçıları da yer alacaktır. Ekim sonu ön görüşme için Brüksel’e gidiyorum. Bu sene, Avignon Festivali de 2009 ve 2010’da bizimle bir ortak yapım gerçekleştirmek üzere çok güzel, çok katmanlı bir öneri getirdi.

Leman Yılmaz: İstanbul, Atina, Barcelona, Avignon Tiyatro festivali olarak organik bir ilişki kurulması ve bir network oluşturulması planlanıyor. Ortak projeler gündeme gelecek ve bu ortak projelerin bu festivallerde dolaşımı için hem insan kaynağı hem de finansman anlamında bir zemin hazırlanmaya çalışılıyor.

Dikmen Gürün: Yurtdışı festivallerle kurumsal ilişkilerimiz oturuyor ve yayılıyor.

Leman Yılmaz: Tiyatroların kendi kurdukları ilişkiler de bu ağı çok güçlendirdi. Artık tiyatro gruplarımız ve dansçılarımız yurtdışında tanınıyor, çok sayıda festivale ya da etkinliğe davet alıyorlar. Bunun dışında yine İKSV’nin yurtdışında düzenlediği festivaller var. Berlin, Stuttgart, Amsterdam kentlerinde yapıldı ve devamı da geliyor. Bu festivallerde çeşitli ortak projeler yer alabiliyor veya festivallerde yer almış grupların yeni projeleri olabiliyor. Bunların hepsi bir ivme kazandırdı. Uluslararası iletişim ve çalışma ağı çok güçlenmiş durumda.

Festival yıllardır yurtdışında oyun izleme imkanı olmayan geniş bir kesim için yurtdışından oyunlar getiriyor ve seyirciyi birçok önemli sanatçıyla tanıştırıyor. Bu açıdan baktığımızda bu seneki festivali nasıl değerlendiriyorsunuz? İstediğiniz grupları getirebildiniz mi? Kimler gelemedi?

Dikmen Gürün: Az önce Leman bahsetmişti. Bu sene çok istediğimiz iki oyunu da getiremedik. Biri Wooster Group’un Hamlet’i, diğeri de Vida Lausanne’ın Stifter’s Things. Nedeni de basit; mekansızlık. İstanbul’da, 15 milyonluk bir şehirde 12 m x 30 m alanında, 8,5 m yüksekliğinde teknik donanımlı bir gösteri alanı, bir hangar yok. Oysaki nüfusu bir milyon bile olmayan Lozan’da var! Bu oyunları önce kapalı bir spor sahasına sokmayı düşündük. Ancak mekanın teknik donanımı ve izolasyonu için söz konusu oyunların kaşelerinin birkaç mislini harcamak durumunda kalacağımızı anlamamız uzun sürmedi. İstanbul, mekan özürlü bir kent. Kaç tane tiyatro salonumuz var? Kaç tane alternatif mekanımız var? Avuç içi kadar Atina’da, tiyatro salonlarından geçtim, birkaç yıl içinde böyle iki tane mekan yapıldı ve de altyapıları mükemmel. Birini bir banka diğerini de devlet yapmış ve kullanım hakkını öncelikle Atina Festivaline vermişler. Bizde ise salon bulmak, tarihleri oturtmak ayrı bir dert.

Leman Yılmaz: Aslında Stifter’s Things çok ilginç, oyuncunun olmadığı bir projeydi. Goebbels, “neden hiç oyuncu yok” sorusuna şöyle cevap vermiş; “şimdiye kadar çok iyi oyuncularla çalıştım, fakat tiyatronun bir de arka planı var, tekniği var, ben bu oyunda onu öne çıkarmak istedim” diyor. Sahnede görünen sadece teknisyenler, gösterilen ışık, ses ve teknik donanım.

Önemli bir hata olurdu.

Dikmen Gürün: Çok da yararlı olurdu. Operation: Orfeo da çok farklı bir işti. Heinner Goebbels ve Strifter’s Things ile Kirsten Delholm ve Orfeo buluşabilselerdi iyi olurdu. Ama, dediğim gibi, mekan bulamadık, bulduğumuz mekana da parasal anlamda gücümüz yetmedi.

Peki müzik ve sinema festivallerinden gelen gelirle tiyatronun finanse edilmesi mümkün olmuyor mu?

Dikmen Gürün: Hayır, her festivalin kendi bütçesi ve sponsorluk geliri var. Bir çanak söz konusu değil.

Tiyatro festivali bir prestij festivali. Kurumsal dayanışmanın belki de daha güçlenmesi gerekir.

Dikmen Gürün: Prestij festivali olmanın ötesinde, kurumsal yapı olarak belli bir yere oturdu. Tiyatro festivalinde işin içine prodüksiyon girdiği için bütçesi yükseliyor. Sponsor katkısı da yeterli olmuyor harcamaların büyük bir bölümünü karşılamağa. Biraz da Türkiye gerçeklerinden kaynaklanan bir sorun bu. Dünyada bu tür kültür ve sanat kurumları, festivaller devletten %50’lere, kimi zaman %80’lere varan maddi destek alıyorlar. İKSV’de ise bu destek %5 ile %10 arasında gidip geliyor ve de bütün festivaller için.

Peki, bu sene gelen yabancı konuklar açısından nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

Dikmen Gürün: William Forsythe gibi bir koreografın gelmesi önemliydi. Aynı şekilde, performans sonrası konuşmayı kabul etmesi de. Genelde konuşmazmış çünkü. Çok farklı bir işti. Operation: Orfeo bir müzikli tiyatro örneği olmanın ötesinde, canlı tablolarıyla estetik bir durağanlık sundu izleyenlere. O da alışılagelenin dışında bir işti. Orfeo efsanesi ile çağdaş sahne dilini buluşturması dikkat çekiciydi. Söz farklılıktan açılmışken, X Daireler de kayda değer bir işti. Hayatın akışının kentin belli bir coğrafyasındaki yaşam alanları ve biçimleri üzerine odaklanışını irdeleyen ve bunu yaparken de ortaya pek çok tartışma konusu atan bir çalışmaydı. Özellikle genç seyirci büyük ilgi gösterdi. Bir giden bir daha gitti Tarlabaşı’na. Metin ağırlıklı oyunlar diye bir kümelenme yaparsak; Fanny Ardant bence salt bir film yıldızı değil, güçlü bir tiyatrocu da. Duras’ın dişli metni Ölüm Hastalığı’nı çok yalın bir üslupla yorumladı. Eumintas Nekrosius iki yıl önce Othello ile almıştı izleyiciyi avucunun içine. Aynı şeyi bu yıl Faust ile yaptı. Dört saatlik oyunun her dakikasının bir anlamı vardı. Yönetmenin sahne diliyle Goethe’nin dili doğru bir buluşmayı vurguluyordu. Litvanyalı yönetmenin küçücük Vilnius’tan çıkıp neden yıllardır dünyayı dolaştığının, uluslararası ödüller aldığının yanıtı bu çalışmalarda yatıyor. Arca Azzura Tiyatrosu’nun yorumladığı Murathan Mungan’ın Geyikler Lanetler’i ikilemler yarattı. Kimi seyirci çok beğendi, kimi de çok sıradan buldu. Bence, heyecan verici değildi ama yalın bir anlatımı vardı ve dramaturjik açıdan başarılı bir çalışmaydı. Ayrıca, bir Türk yazarın oyununun İtalya’nın önde gelen özel tiyatrolarından biri tarafından yorumlanması da önemli. Eğer AKM yerine Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanabilseydi izleyici ile daha iyi iletişim kurabilirdi. O büyük sahnede haliyle kayboldu. Son anda, aylar sonra başlayan yıkım nedeniyle Harbiye Şehir Tiyatrosundan çıkmak zorunda kaldık ve tek girebileceğimiz yer AKM’ydi. Aslında, blok halinde oradan oraya taşındık bu Festivalde. Hırvatistan’dan gelen Silinmiş Mesajlar ve Fransa-Türkiye ortak yapımı Kaygıların Yürürlükten Kaldırılması’nı ise yanlış seçimlerimiz olarak değerlendiriyorum.

Leman Yılmaz: Tiyatro dünyasında çizgiler farklılaşıyor. Biz yurtdışındaki çizgiyi de izliyoruz. Orada da festivaller artık çok değişti. Burada bir ayrım ortaya çıktı. Burada yabancı oyunların, örneğin Orfeo’nun, ilk 30-40 dakikasında çıkan seyirci, bu nasıl bir tiyatro festivali, diyerek çıktı salondan. Tiyatro deyince herkesin aklına herhalde sadece çerçeve sahne ve klasik oyunculuk geliyor. Ama bugün artık kavramlar değişiyor, farklılaşıyor, bunları da takip etmek gerekiyor. Ama bu demek değildir metin tiyatrosu, oyunculuk göz ardı edilecek, arka plana atılacak. Tam tersine her tür tarzın desteklenmesi gerekiyor. Ama Tiyatro Festivali diyince biz sadece klasik tiyatronun en iyi örneklerini getireceğiz demiyoruz ki! Bakın işte bunlar da tartışılıyor, demek istedik. Buradaki tartışma ise, “bu tiyatro muydu, değil miydi?”. Biz William Forsythe’ın klasik bir çalışmasını getirseydik, AKM büyük salona koysaydık, belki de birçok insan çok memnun ayrılacaktı. Çünkü insanlar bu güne kadar iyi takip etmiş olduğu bir çizgiyi izleyecekti. Ama William Forsythe’ın işleri artık daha enstalasyon, performans ve dans üzerine kaymış durumda. Geçen festivale Peter Brook geldi. Belki orada da bir hayal kırıklığı yaşandı ama artık Peter Brook bunu yapıyor. Tiyatro festivalini ve oyunları değerlendirirken daha geniş bir perspektiften bakmak gerekiyor. Belki de yeniden tiyatro nedir, ne değildir, bugün geldiği nokta nedir ya da bugün geldiği noktada durumu nedir? Belki de yeniden repertuar tiyatrosu güç kazanacak. Bu tartışmayı açmak gerekiyor. Aynı şey dans için de geçerli. Dans ile performans iç içe girmeye başladı.

Tiyatro sanatında bir tartışma başladı aslında. Aristo draması belli kuralları olan dramatik bir yapıydı ve bunun, evrim geçirse de, belli doğruları olduğu düşünülüyordu. 20. yüzyılda buna bir saldırı yaşandı, anti-aristotelyen dediğimiz eğilimlerin ağır bastığı bir dönem oldu. Şimdi aslında post-dramatik yapı adıyla bir kavram ön plana çıkmış durumda. Bu bizim Boğaziçi bölgesinde de yürüttüğümüz bir tartışma. Evet, dramanın ne olduğunu yeniden tanımlamalıyız, dramanın hangi öğelerine sahip çıkmalıyız veya dramadan tamamen vazgeçmeli miyiz gerçekten. Yurtdışında post dramatik olanın egemenliğinin artmasıyla beraber, yurtdışında da dramatik olandan vaz mı geçiyoruz, diye bir tartışma başlamak üzere.

Dikmen Gürün: Post-dramatik kavramı, tiyatroda metnin egemenliğini, onun tüm tiyatral araçlar içersindeki hiyerarşik konumunu sorgulayan ve yapıbozuma uğratan uygulamaları kapsıyor ama, metin sahnedeki belirleyici konumunu büyük çapta koruyor. Bugün post dramatik olanın eğemenliği artıyor mu? Bana göre, bir yanda post dramatik uygulamalar var ama öte yanda, drama, yeni medya araçlarının kullanılması gibi post dramatik çalışmaların görsel tasarımından da etkileniyor. Örneğin Antwerp’te Toonelhuis’ta Guy Cassiers’in güç ve iktidar üstüne oturttuğu üçleme (Mefisto – Diktatörler – Atropa) tamamen bu özellikleri taşıyan bir yapımdı. Metinlerarasılık gibi post-modern stratejilerden yararlanılıyor; ya da, oyuncuya ve onun sahnedeki yaratıcılığına açılan alanlar açısından post-dramatik uygulamalar gözlemleniyor, ancak dramadan kesinlikle bir vazgeçiş söz konusu değil. Bir takım kategoriler içinde düşünmemek lazım. Orfeo’nun yönetmeni gösterinin performans sınırlarını zorladığını söylüyor ama, aynı zamanda bir müzikli-tiyatro olarak değerlendiriliyor. Orfeo efsanesi söz konusu… Yani, farklı disiplinlerin, farklı bakışların buluşması son derecede önemli.

Leman Yılmaz: Ona bakarsanız, mesela bunun tam ters örneği Faust var. Faust metni ile, oyunculuğu ile, sahnelemesi ile önemli bir oyundu.

Festival bütünü içinde bir denge vardır ya da yoktur. Ancak festival yönetiminin tercihlerinden ziyade tiyatro sanatındaki bu eğilimleri tartışmak daha sağlıklı olabilir.

Dikmen Gürün: Tabi ki burada tartışılan zaten festival yönetimin tercihleri değil, genel eğilimler. Festivallerin pek çoğu da bu eğilimler çerçevesinde şekilleniyor ve tartışılıyor. Diğeri akademik alanda yürütülen bir karşılaşma, bir süreç. Bu tercihler ülkelere göre de değişebiliyor. Çok geniş bir tartışma konusu…

Bir dramatik yapı içinde tanımladığımız, Aristotelyen, teatral tercihleri olan seyirciler ve tiyatrocular olabilir. Ancak festivalde sergilenen post-dramatik yapıdaki gösterilere gelen anlık tepkilerden ziyade, gösteriler ertesinde gazetelerdeki değerlendirme yazılar rahatsız edici oluyor. Çok yüzeysel diyebileceğimiz eleştiri yazılarında seyirci cahillikle suçlandı: Bilseydiler böyle yapmazlardı şeklinde ifadeler kullanıldı. Seyircinin aşağılanması üzerine bir dil kurulmuştu. Seyircinin tepkisini göstermesi gayet doğal.

Leman Yılmaz: Seyirci sevmediği beğenmediği bir oyundan çıkabilmeli tabi.

Dikmen Gürün: Sözünü ettiğiniz yazıyı okumadım. Beğenmediği bir oyunu terk etmek seyircinin en doğal hakkı. Ama, o seyirci çıkıp giderken, dikkatleri üzerine çekmek için özel bir gayret harcarsa, bu nasıl açıklanır? Yoksa, dileyen dilediği oyundan çıkmakta serbest ama, başkalarının alanına tecavüz etmeden!

Açıkçası seyircinin beğenisini protesto ederek göstermesi hoş bir şey. Mesela Orfeo’da oyunu terk eden kadar kalan çok sayıda insan da vardı. Bu protestoların yarattığı bir dinamizm var.

Leman Yılmaz: Böyle gösteriler ister istemez bir soru işareti yaratıyor. Bizim açımızdan tabi bu protestolar daha farklı bir etki yaratıyor. Operation: Orfeo başladı, yaklaşık 40 kişi başında çıktı, ben de salondan çıkıp İstiklal’de tur atmaya başladım. Organizasyonu yapanlar açısından farklı bir etkisi oluyor tabi, kalp sıkıntısı içinde geçiriyoruz o dönemi. O 40 kişinin çıkması bile rahatsız ediyor. Ama olay bitip biraz uzaklaşınca değerlendirebiliyoruz. Avignon’da da benzer bir şey yaşadım. Romeo Castellucci’nin ikinci oyununda erken çıkanlar da sonuna kadar seyredenler de oldu. En sonunda küfreden de oldu, çok muhteşem diyen de oldu. Zaten olması da gerekiyor, bu tartışmaları yaratmak gerekiyor. Orfeo’yu programa koyarken biz de o çelişkiyi yaşadık. Emin miyiz diye, kaç kere sorduk birbirimize. Farklı bir projeydi ama açıkça söyleyeyim bizim tahmin ettiğimizden daha fazla seyirci de çıkmadı. Bilinçli bir seyirci tercihi var mı, bunu tartışmak gerekiyor belki de. Bu projelerin ne olduğunu biz tanıtımlarına da yazdık. Kataloglarda, gösteri öncesi dağıtılan günlük programlarda daha fazla ayrıntı ve bilgi vermeye dikkat ediyoruz. Orfeo’da yazan belliydi; hiçbir zaman bir tiyatro oyunu diye yazılmadı.

Seyircinin festivale ne atfettiğinin iyi tahlil edilmesi gerekir herhalde. Anket sonuçlarından siz daha iyi gözlemleyebilirsiniz.

Dikmen Gürün: Festival seyircisi genç ve dinamik bir seyirci. Öte yandan, konumuz Orfeo ise, bu gösteriden çıkanlar tiyatro ile göbek bağı olanlardı ve de belli bir yaş grubunun üstünde kişilerdi. Öte yandan da aynı kesimlerden insanlar da geldiler ve teşekkür ettiler. Aslında 1200 kişilik bir salonda 40 kişinin çıkması tartışma konusu bile olmamalı. Niye tartışıyoruz ki? Ben, benzer bir olayı Robert Wilson ilk kez Rumeli Hisarı’na Persefone ile geldiği yıl yaşadım. Kimisi, “bu da tiyatro mu?” diye adeta homurdanarak çıktı gitti. Ertesi yıl bir konferansa/derse çağırdık sanatçıyı, ardından iki kez daha geldi; Denizden Gelen Kadın ve Ölüm Yıkım & Detroit ile. Ağzına kadar dolu salonlara oynadı. Ne çıkan oldu ne giden… Bir tür tanışma, kaynaşma dönemi yaşandı. Wilson’un tiyatroya bakışı tartışılır oldu. Hemen itmek, reddetmek, antenleri kapatmak, protesto etmek yerine, biraz daha soğukkanlı bakmak gerekir diye düşünüyorum olayın bütününe. Tabi, kucaklamak da gerekmiyor ama, değerlendirmek bir süreç meselesi. Adamlar Castelluci’yi Avignon’da protesto etmişler ama onun bir alay oyununu gördükleri için, daha önce ne yaptığını bildikleri için, kıyaslayabildikleri için… Bir durun, bakın bakalım dünyada bunca bilinen bir sanatçı ne yapmış, hikmeti nedir bu gösterinin onca ülke dolaşmasının, buraya çağrılmasının.

Şimdi açıkçası, post modern bir tiyatro nedir diye videodan izlemeyip anlamaya çalışmak yerine doğrudan izlemek tabi ki çok farklı olur. Bir oyunu izlemek çok daha öğretici, ancak bu tartışmanın da bir anlam kazanması gerekir.

Leman Yılmaz: Bu galiba her kesimin kendi koruma duvarlarını örmesiyle ilgili. Örneğin commedia dell’arte tarzı bir oyun izlerken, tiyatroyu bilen bir seyirci, oyunu bilerek izliyor, üslubu biliyor, ama nasıl oynandığını görmeye geliyor. Nasıl yorumlandığını izlemek, oyunculuktan zevk almak, sahne değişimlerini görmek istiyor. Bu aslında rahat bir seyir. Bilinmeyen bir şey sunulduğu zaman seyirci duvarını örüyor, bakalım ne çıkacak, diye önce belli bir mesafeyle izliyor.

Dikmen Gürün: Bizde bu tür şeyler yapılamıyor. Keşke yapılabilse.

Bu tartışmaların yapılacağı farklı zeminler oluşturmak gerekiyor. Yani post-modern ve klasik eğilimlerin tartışmaya açılması lazım. Seyircilerin katılımıyla olmasa bile en azından tiyatrocuların kendi görüşlerini ve durdukları yeri düzgün bir şekilde ifade edebilecekleri ve tartışabilecekleri ortamların oluşturulması önemli. Hatta değerlendirmeleri yazmaya kışkırtmak gerekiyor.

Dikmen Gürün: O kadar da önemli mi acaba?

Önemli tabi. Aksi takdirde, değerlendirmeler beğendim, beğenmedim ötesine geçemiyor.

Dikmen Gürün: Ama bizde zaten genelde böyledir. Beğendim-beğenmedim/doğru-yanlış. Kesin doğrular ve kesin yanlışlar vardır. Kesin kabuller ve reddedişler. Eleştiriler de genelde beğendim beğenmedim düzeyinde.

Ancak tiyatro camiasının bu düzeyde kalması ironik bir durum. Bu düzeyi yükseltmek için çeşitli zeminlerin kurulması önemli. Tiyatrocuları bu tepkileri veya ilk izlenimleri teatral bir tartışmaya çevirmesi gerekir. Aksi takdirde ortam bir anlamda dedikoduya terk ediliyor.

Dikmen Gürün: Belki oyun sonrası konuşmalar yapılabilir yönetmen, dramaturg ve sanatçılarla.

Leman Yılmaz: Aslında yurtdışı festivallerde bu tartışma ortamını basın toplantısı düzenleyerek kuruyorlar. Ama bizde festival çok kısa süreli olduğu için yapamıyoruz. Yurt dışında oyun günü veya bir gün öncesi, seyircinin de katıldığı, yönetmenin ve oyuncuların da katıldığı bir toplantı düzenleniyor. Proje ve hedefleri anlatılıyor, sorular cevaplanıyor. Bizim festivalde sadece William Forsythe’da yapılabildi böyle bir şey.

Peki, buradan Türkiye’deki tiyatro dünyasına geçecek olursak… Burada bir dengeden pek söz edemiyoruz herhalde. Bir yanda performans sanatçıları var, diğer yanda klasik drama kalıplarında üretim yapanlar var. Bizim seyircimiz bu performans çalışmalarına hala mesafeli yaklaşıyor. Öte yandan genelde şöyle bir eğilim de var: “Beyoğlu’na gideriz bir tiyatro açarız, olur.” Tiyatro üretim ve tüketim biçimleri kamusallaşmaktan uzaklaşıp dar cemaat yapıları içerisine mi sıkışıyor? Sizin gözlemleriniz neler?

Dikmen Gürün: Ben tiyatro dünyasında “Beyoğlu’na gideriz bir tiyatro açarız” ötesinde bir hareketlenme görüyorum ve bu hareketlenmeyi biraz da 1960’lardaki özel tiyatro hareketine benzetiyorum. 1960’lar amatör tiyatro hareketinin dünyada ses getirdiği yıllardı. Bizde de aynı şeyler yaşandı ve genelde bu hareketten filizlenen özel tiyatroların kurucuları politik yönelimleri olan, toplumsal sorunlara eğilen gençlerdi. Aynı zamanda sorgulayan, tartışan bir seyirci de oluştu. Karşılıklı bir etkileşim söz konusuydu. Ondan sonra yaşanan baskı, sansür, peş peşe gelen darbeler ilerici tiyatro hareketini söndürdü. Bugün, farklı yönelimler içinde yeni bir hareketlenmenin sinyalleri var. Tiyatronun eleştiren bir yapı olduğu düşünülürse, bu da bir etki-tepki sürecinin doğal sonucu. Bir yanda, alışılagelen sistemin dışına çıkmak isteyen bir sanatçı kesimi söz konusu. Performans sanatçıları mesela kendi içlerinde yapılanmalara gidiyorlar. Öte yandan da içe kapanıklık kırılıyor. Bu da sanırım sosyal dinamiklerin sivrilmeye başlamasıyla bağlantılı bir durum. Günümüzde toplumun kendini ifade etme yollarına daha fazla ihtiyacı var. Bence sağlıklı gelişmeler hepsi de. Tabi ki her şey çok güzel gidiyor gibi bir durum söz konusu değil. Özel tiyatrolar yıllardır ciddi bir mücadele veriyor ayakta kalmak için. Ödenekli tiyatroların sorunları ise dağ gibi. Ama, yine de üzerinde konuştuğumuz yeni oluşumları çok iyi izlemek gerektiğini düşünüyorum ve umutlanıyorum.

Leman Yılmaz: Bu noktada beni şaşırtan dansla ilgili bir şey vardı. Dans sitelerindeki yazışmalardan bu sonucu çıkardım. Mesela İzmir, ki bu kentte Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu gibi yapılar, kurumlar var ama modern dansla ilgili çalışmalar çok yeni. Neredeyse iki yıllık bir geçmiş söz konusu. Bu durumda Anadolu’ya baktığımızda belki Diyarbakır biraz daha şanslı olabilir…

Dikmen Gürün: Önemli olan sürekliliğin sağlanabilmesi…

Leman Yılmaz: Ama her zaman, tarihsel olarak da baktığımızda, İstanbul kültürün, tiyatronun, sahne sanatlarının merkezi olmuş.

Başka bir açıdan ele alırsak, mesela bir süredir “tiyatro öldü” diye bir söylem oluşmaya başladı. Aslında tiyatro yapılma biçimlerinin çok farklılaştığını görüyoruz. Açıkçası amatörlerde çok ciddi bir hareketlenme var. Lise bölgesi, belki siz de biliyorsunuzdur, 10 yıl öncesiyle karşılaştırılmayacak kadar hareketli. Her üniversitede artık 2-3 tane tiyatro topluluğu var. Bizim gördüğümüz kadarıyla bu Anadolu’nun bazı şehirlerinde de aynen bu sıcaklıkla yaşanıyor. Ama bu girişimler enerjisini devam ettirme noktasında tıkanıyor. Mesela Eskişehir, bir üniversite şehri olarak güzel bir örnek. Orada oluşan, bizim de ilişkide olduğumuz Yaşayan Tiyatro isimli bir tiyatro topluluğu, kendi içinde tam bir yapılanma oluşturuyor, sonra insanlar üç büyük şehre iş bulmaya gidiyorlar ve belli bir aşamaya gelmiş tiyatro yapısı mezuniyet sonrasına taşınamıyor.

Dikmen Gürün: Lise ve üniversitelerdeki hareket çok önemli tabi. Az önce de belirttim; 60’lı yıllardaki tiyatro hareketine baktığınızda da zaten oradaki çıkışın kökleri amatör tiyatro hareketlerine, üniversite şenliklerine dayanıyor. Genç oyuncular, genç gruplar itici güç oluyorlar. Liselerarası tiyatro yarışmaları da ne kadar önemliydi. Rutkay Aziz’ler filan hep o yarışmalardan çıktılar ve tiyatroyu özveriyle sürdürdüler. Şimdilerde belki de özveride bir eksiklik var sanıyorum. Televizyon dizileri de etkiliyor tiyatro yapılarını. Beyaz cama doğru bir kayışı reddetmek mümkün değil genç oyuncularda. Kısa yoldan para kazanmak ve ünlü olmak istiyorlar. Ama, ben yine de tüm iyi niyetimle bu sürecin kısa zamanda tamamlanacağına ve gençlerin tiyatroda ciddi yol alacaklarına inanıyorum. Örnekleri var çünkü. Doyum ve kırılma noktasına gelindi ya da gelinmek üzere.

Şimdi tiyatro dünyasında bir hareketlenme var, seyirci açısından durum böyle. Ama özel tiyatrolara dönüp baktığımızda adı olan ama bir üretimi olmayan bir sürü grup var ortada. Üretim sorunu, kendini tekrarlama sorunu, mekan sorunu hepsi konuşulabilir gerekçe olarak. Ancak, “ben bir zamanlar bayrağı astım, hadi siz de gelin” durumu olmuyor artık. Bunda şunun da etkisi var tabi, tiyatro artık eskisinden çok daha pahalı bir iş olmaya başladı. Sizin örneğini verdiğiniz o 60’lı yıllardaki ortamda, Türkiye’de tiyatro yapma koşulları bu kadar pahalı değildi. O koşulların oluşturulması anlamında da problem yaşanıyor artık.

Dikmen Gürün: Doğru, önemli bir sorun bu. Ama, 60’larda da tiyatro yapmak da kolay değildi. Ayakta kalabilmek için haftanın 7 günü oyun oynanırdı, yaz ayları turnelere geçerdi. O yılların idealleri ile bu yılların idealleri arasında fark var. Dünyaya bakış açıları değişti. Onun için, “bayrağı astım hadi gelin” durumu olamıyor. Şurası gerçek ki, farklı bir seyirci dinamiği de vardı ve o seyirci her şeye karşın gidiyordu tiyatroya. Apolitik bir toplum olduk. Bugün, bakıyorsunuz bir stand-up gösterisine 50-100 lira verip gidiyor ama bir tiyatroya 35 lira verip gitmiyor. Kentin, kentlerin sosyal yapıları da değişti. Bu sorunların çok ciddi bir biçimde masaya yatırılması gerekir. Ben yine de alttan gelen kaynamanın kısa süre içinde bir itici güç oluşturacağına inanıyorum.

Tiyatro festivalinin yerli yapımlara sunduğu önemli bir imkan var. Bu bir anlamda festivalin misyonu gibi oldu. Birçok yapım seyirciyle ilk kez festivalde buluşuyor.

Leman Yılmaz: Bu sene festivalde 25 yerli, 8 yabancı proje vardı.

Bu önemli bir misyon ve gruplara motivasyon sağlıyor. Öte yandan bu yıl festivale taşınan oyunlarda genelde “biz henüz tamamlayamadık, henüz bitmedi” gibi bir söylem vardı. Bir iş yetiştirme durumu mu oldu?

Leman Yılmaz: Aslında daha öncesinde konuştuğumuz bir durumun etkisi var. Tiyatro pahalı bir iş. Festivale hazırlanan projelerin çoğu, biz biliyoruz ve hissediyoruz ki, daha fazla para olsaydı çok daha farklı bir şekilde sahneye taşınabilecek çalışmalardı. Prodüksiyona ayrılan bir bütçenin olmaması belirleyici. Biz festival olarak ancak bilet geliri geldikten sonra bir destek olabiliyoruz. Bu bile zaman alıyor.

Peki projelerle nasıl ilişki kuruyorsunuz?

Dikmen Gürün: Proje dosyaları belli bir format içinde geliyor. Danışma Kurulu’nda inceliyoruz. Kabul aşamasından sonra topluluğun çalışmaları başlıyor. Bugüne kadar yapım anlamında büyük bir maddi destek veremedik topluluklara. Mekan kirasını biz üstleniyoruz ve belli ölçülerde teknik destek, personel veriyoruz. Festival bitiminde de gruplara net bilet gelirinin %70’i ödeniyor. Yerli topluluklar festivalimizin en önemli bölümü. Festivalin itici gücü onlar. Birlikte önemli işler gerçekleştiriyoruz. 2010’da kaşe ödemelerinin bir kısmının önceden yapabilirsek her anlamda yararlı bir adım atmış olacağız.

Leman Yılmaz: Bu sene bilet satış fiyatlarını düşürdük. Yabancı oyunların hepsi 10 YTL oldu. Tabi biz sanatçılardan bu özveriyi göstermelerini isteyemedik, dolayısıyla geçen seneki oyun fiyatları yani 25 YTL üzerinden %70’lik bir ödeme yapacağız.

Dikmen Gürün: Belirtmekte yarar var, söz konusu indirimi, İstanbul 2010 Ajansı bize destek verdiği için yapabildik, yoksa biletleri 10 liradan satıp kaşeleri 25 lira üzerinden ödeyemezdik.

Prodüksiyonlar kendi masrafını az çok buradan karşılayabiliyorlar bu durumda.

Leman Yılmaz: Tabi projeye bağlı ama yaptığımız hesaplara göre az çok karşılanabiliyor. Bu bütçeyle büyük prodüksiyonlar yapılamıyor tabi, o kadarını karşılayamayız, zaten olsa bile mekan yok ki. AKM vardı sadece. Şimdi Garaj İstanbul var Talimhane Tiyatrosu var örneğin, bir de Mahir Günşiray’ın yeri açılacak, İtalyan Opera Binası. Onun dışında, Dot mekanında sadece kendi çalışmalarını yürütüyor. Zaten son derece yoğun programları var. Onlar da bu yıl Bilsar binasını İstanbullu tiyatro severlere kazandırdılar. Diyelim ki bu sene festivalde 24 tane yeni proje çıktı, bir tanesi, Sivas 93 geçen senenin prodüksiyonuydu. Normalde bu oyunların festival sonrasında kendi masraflarını da karşılaması lazım. Tamam, festival prodüksiyon masraflarının bir kısmına destek olmaya çalışıyor. Bu oyunun sürmesi lazım, bir oyunu çıkarıp da üç kere oynadıktan sonra rafa kaldırmak olmuyor. Ortada bir emek var.

Bu anlamda festival çeşitli destekler sunarak teşvik edici bir ortam oluşturuyor.

Leman Yılmaz: Tabi, sonuçta bir proje çıkıyor sahneye. Onun belki geliştirilip toparlanması gerekiyor. Çünkü oyun çıkartılıyor, provasını yapıyor ve hemen seyirci karşısına çıkıyor. Bu sanatçılar açısından da bir risk. Üstelik belirli prova günlerinde, belirli sürede çıkarman gerekiyor oyunu. Garaj İstanbul bu yıl kendi oyununu çıkardı, İstanbul’da Bir Dava bu anlamda daha şanslı, sezonda belli dönemlerde oynayacak. Ama bunun dışında kalan 23 proje var, bunların bir bölümünü yine belki Garaj İstanbul kendi programına alacak ama peki diğerleri ne olacak? Mahir Günşiray’ın 2006 festivali için yaptığı bir oyun vardı, Lorca’nın 5 Yıl Geçince adlı oyunu. Mahir bu oyunu sergileyecek yer bulamadığı için kaldırdı. Festivalde 2 kere oynandı sadece. Böyle bir gerçek var. Dönüp bakıldığında yine işin içine maddiyat ve mekansızlık giriyor. Küçük mekanlar kuruluyor evet. Kimi zaman her yer mekana dönüştürülebiliyor ama her mekana da her oyunu sokamıyorsunuz. Başka mekanlara da ihtiyaç var. Bunun en önemli örneklerinden biri mesela TALDans, Mustafa Kaplan ve Filiz Sızanlı’nın çalışmaları. Geçtiğimiz seneyi bir kenara koyuyorum çünkü Garaj İstanbul’la birlikte onlar da daha çok gösteri yapma fırsatı buldu. Bu gösteriler dışında, TALdans’ın işlerini burada tanıyan çok az kişi var. Çünkü TALdans burada, sezon içinde doğru dürüst gösteri yapamıyor. Ama yurtdışında gösterilerini sürekli sergiliyor, buradan çok yurtdışında biliniyor. Aydın Teker için de durum aynı.

Festivale yıllardır getirilen bir eleştiri var. Oyunların ağzına kadar dolduğu ancak bu doluluğun aslında belli bir kitleye hitap ettiği, elit bir yönü olduğu eleştirisi hep yapılır. Festivalin AKM sınırları içerisinde yapıldığı, oraya gelen kesimin de zaten belli olduğu söyleniyor. Festivalde daha çok seyirciye, daha farklı bir seyirci kesimine ulaşmanın hedeflenmediği dile getiriliyor.

Dikmen Gürün: Bunlar yanlış saptamalar. Yaptırdığımız anketlerden elde ettiğimiz sonuçlara göre izleyicimizin %80’ini gençler oluşturuyor. 18-30 yaş arası üniversite öğrencileri ve çalışan kesim. Anket sonuçlarını verebiliriz size. Bu bakımdan, festivalin elit bir yönü olduğu varsayımı yanlış. Ayrıca, Festival sadece AKM sınırları içinde kalmıyor. Biz AKM’yi 3-4 oyundan fazlası için kullanamayız. Günlerimiz kısıtlı orada. Diyelim ki o sınırlar içinde kaldı, sanat meraklıları o mekanda çok ucuza tiyatro, opera seyretmeye, konser dinlemeye zaten alışkınlar. Bir sorun olmaması gerekir. Öte yandan, yerli yapımların bilet fiyatları bu yıla kadar özel tiyatroların bilet fiyatları ile ya aynı düzeydeydi ya da biraz altında tutuluyordu. Yabancı oyunlarda da minimumdadır ücretler ve çeşitli kademeler, öğrenci indirimleri, tam bilet fiyatı üzerinden öğrencilere yine belli oranda indirimler vardır… Aklınıza gelen her tür kolaylık gösteriliyor. Onun için “elit” nitelemesi yanlış ve haksız. Gülhane Parkında ücretsiz eğlence yapmıyoruz! Ayrıca, birkaç sene önce Taksim ve Ortaköy Meydanlarında ücretsiz Sokak Tiyatroları da yaptık, trafiği kestik ve binlerce kişiyi topladık. Bu yıl, X Daireler’de ise sabahtan akşama kadar Tarlabaşı’nın çeşitli sokakları mekanımızdı.

Festivaller, hele İstanbul gibi şehirlerde belli merkezler çevresinde yapılmalı ki insanlar bir oyundan çıkıp diğerine yetişebilsinler. Trafiğin birbirine girdiği, ulaşımın zor olduğu İstanbul gibi şehirlerde farklı semtlere yayılamazsınız. Ayrıca da, Taksim ve Beyoğlu elit bir kesimin gittiği yerler olarak algılanıyorsa söyleyecek başka söz kalmıyor.

Leman Yılmaz: Mesela bu yıl festival programında Anadolu yakasına da oyun koyduk. Programda Haldun Taner Sahnesi vardı. Çünkü seyirciden, oyunları hep Avrupa yakasına koyuyorsunuz, tarzı bir eleştiri de geliyordu. Haldun Taner’deki oyunlar dolu geçti. Anadolu yakasının da kendi seyircisi var, sürekli olarak tiyatroyu izleyen bir seyirci profili söz konusu. Ama örneğin Süreyya Operası’na tiyatro sokamıyoruz. İzin vermiyorlar, sadece müziğe ya da dans gösterilerine sahneyi açıyorlar. Yoksa Süreyya Operası’nın sahnesi çok güzel. Kısacası tiyatro için çok ciddi bir mekan sorunu var.

Dikmen Gürün: Tiyatro festivalinin en önemli iki probleminden biri mekan.

Leman Yılmaz: Mekan sorununun farklı örneklerini de yaşıyoruz. 2006’da Caddebostan Kültür Merkezine gittik. Hatta bir oyunu biz bu sahneye koymak istiyorduk. Ama olmadı. Caddebostan Kültür Merkezi’nin tiyatro salonu 4. katta ve bir dekor asansörü olmadığı için, o dekorları yukarı çıkarmanın imkânı yoktu. Haldun Taner Sahnesi’nin de çeşitli problemleri var ama bu seneki festivale büyük desteği oldu.

Tiyatro festivali öncülüğünde veya vakıf öncülüğünde bu mekan sorunu tartışmaya açılamaz mı?

Dikmen Gürün: Bu çok önemli bir sorun. Hep söylüyorum; İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın misyonlarından biri bu şehre böyle bir tiyatro mekanı kazandırmak olmalı. Öyle çok büyük ve lüks bir mekan olmasına da gerek yok. Aslında ihtiyaç duyulan donanımlı bir hangar, bir depo. 2010 İstanbul’a böyle bir mekan kazandırabilse fevkalade bir iş yapmış olur ama gördüğüm kadarıyla büyük idealler küçük ideallerin gözden kaçmasına neden olabiliyor.

Peki devletten tiyatrolara yapılan ödemeler, tiyatro mekanı için ayrılsa, bu bir çözüm olabilir. Projelere yardım yapılacağına, iyi bir altyapı kurulur.

Dikmen Gürün: O tabi çok hassas bir konu. Bence de Kültür Bakanlığı projelere para vermek yerine vergilerde indirimi sağlamalı. Altyapı desteği vermeli. Mevcut salonların ayakta kalabilmesi, onarımı, bakımı şart. Ses, Kenter Tiyatrosu, Küçük Sahne, Oyun Atölyesi şu anda aklıma gelen tiyatrolar. Ayrıca, yeni tiyatro binaları da yapılmalı. Ya da bulunan mekanların onarımı, alt yapısı için destek verilmeli. İstanbul’a yakışmıyor sanat mekanlarından yoksun oluşu. Bunlar senelerdir konuşulan, tartışılan konular. Yaratıcılığı biraz da mekanlar kışkırtacak.

Sizlerin Tiyatro Festivali olarak bunu tartışmaya açmanız çok önemli tabi.

Dikmen Gürün: Biz bu konuda görüşlerimizi her fırsatta açıklıyoruz ama, gördüğünüz gibi, yıllardır değişen bir şey yok.

Leman Yılmaz: İstanbul Büyükşehir Belediye’sinin bu kente yeni tiyatro mekanları kazandırmak konusunda projeleri var. Umarız bu projeler herhangi bir aksaklığa uğramadan gerçekleşir. Özellikle farklı sahnelemelere izin verecek mekanlara ihtiyaç var. Yurt dışında büyük depoları tiyatro mekanlarına dönüştürüp kullanıyorlar. Her oyun için ya da festival için mekanı dönüştürmek gerekiyor. Bunun için yapılan prodüksiyon masrafı sonuçta bir kez yapılacak ama sürekli kullanıma hazır mekan ya da mekanlar kazanılacak.

Dikmen Gürün: Bunlar yapılırken de bir bilene sormak, danışmak lazım. Tiyatroyu bilen, tiyatro mimarisinden anlayan, sahne tekniği ile yakın ilişkisi olan bir uzman, meslekten bir insanla çalışmak lazım. Çünkü ‘çok amaçlı salon’ adı altında bir şey inşa ediliyor ve sahne donanımı yeterli olmadığı için, hatta hiç olmadığı için tiyatrolar yararlanamıyor. İnsan yurt dışına çıktığı zaman bırakın Londra, Paris gibi kentleri, Antwerp gibi küçücük şehirlerde onca tiyatro binasını görünce üzülüyor, kıskanıyor.

Son olarak yine festival kapsamında organize edilen panel ve söyleşi etkinliklerini değerlendirelim istiyoruz. Bu sene dikkati çeken bir nokta, bu tarz etkinliklerin sayıca fazla olması ve geniş bir yelpazede tutulmasıydı. Ancak seyirci sorunu burada yaşandı.

Dikmen Gürün: Evet, nedense seyirci ilgisi azdı ama etkinliklerin konuları çok enteresandı. Bir iki tanesine Dramaturji bölümünden öğrencilere söyledik, geldiler ama diğerlerine dersleri-sınavları bahane ederek onlar da gelmediler. Tiyatro öğrenimi alan bütün gençlerin koşa koşa gelmeleri gerekirdi halbuki. Bir Sabahattin Ali Paneli yapıldı ve Ali Berktay, Rutkay Aziz, Hıfzı Topuz, Filiz Ali, Sevengül Sönmez gibi isimler vardı masanın çevresinde ama salonun ancak yarısı doluydu. Ne kadar üzüldüm anlatamam. Bir Frank Raddatz’ın Brecht’e bakışını, bir Muriel Mayette’in Comedie Française üstüne anlattıklarını nerede dinleyecekler bu gençler?

Leman Yılmaz: Konservatuarlar var ve bugün birçok üniversitenin tiyatro, oyunculuk bölümleri var. Bu öğrencilerin dikkatini çekmek ve belki de onları bu tür tartışmalara yönlendirmek için üniversitelerdeki bölümlerle iş birliği yapmak önemli olabilir. Ama sonuçta bir çözüm bulmamız gerekiyor.

Peki sizlerin bu yerlerle ilişkiniz vardı değil mi? Çağrı yapma fırsatınız oldu mu?

Dikmen Gürün: Festival programı çok önceden çıktı, dağıtımı yapıldı, basında haber olarak yer aldı, üniversitelere asıldı. Daha fazlasını da ben kendi adıma yapamam ve yapmam.

Az önce tartıştığımız sorunla birlikte ele almak lazım herhalde buradaki katılım sorununu da. Oyunlar üzerine bir tartışma zemini kurulamıyor. Bir tartışma zemini kurmaya çalışan bu tarz etkinliklerde de katılım sorunu yaşanıyor. Bu durumda tiyatro bölümlerinin sorgulanması lazım. Belki bu tür etkinlikler bizzat tiyatro bölümleri olan üniversitelere taşınabilir. Öğrenciler kendi mekanlarına etkinlik taşınınca geliyorlar bir şekilde.

Dikmen Gürün: Tiyatro öğrencilerinin bunu zaten yapmaları, panelleri takip etmeleri lazım. Sen gelmiyorsan ben senin ayağına geliyorum yaklaşımı da bana ters geliyor. Yanılıyor olabilirim, belki de siz haklısınız. Düşünmeliyiz üzerinde. İlginç olan, aklımı kurcalayan şu; oyunları izliyorlar, atölye çalışmalarına katılmak için neredeyse bir yarış var aralarında ama, iş konferanslara, panellere gelince ortada yoklar! İnternet çağında yaşadığımız için mi acaba? Bu duruma kesinlikle bir çözüm bulmamız gerekir. Önerilerinize de açığız.