Türkiye'de Çağdaş Dans Sahnesi ve İDANS Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bilge Serdar

[1]Söyleşi-(Festivalin Sanatsal Programlama ve Araştırmalar Direktörü Gurur Ertem’le yapılan söyleşiyi yayınlıyoruz.) Son beş yıldır uluslararası  pek çok önemli konuğa ev sahipliği yapmış olan İDANS festivali bu yıl da 30 Eylül – 23 Ekim tarihleri arasında İstanbul’un çeşitli mekânlarında seyircisiyle buluştu. Aslında sadece bir dans festivali olmasının çok ötesine geçen festival kendini “güncel sanat, dans, tiyatro, müzik ve performansın çeşitli ifadelerini kapsayıp performativite ve bedensellik eksenleri üzerinden ortak noktalarını vurgulayan ve her yıl farklı bir konuyu tartışmaya davet eden” bir festival olarak tanımlıyor. Bu yıl “at work/ işte” konseptiyle yola çıkan festival dünya çağdaş dans sahnelerinden iki ustaya da ev sahipliği yaptı. Bu ustalardan Anne Teresa De Keersmaeker’in 29 yıldır sahnelenen Rosas: Fase, Four Movements to the Music of Steve Reich’i ile açılış yapan festival, Jeromé Bel’in The Show Must Go On adlı eseriyle, dansçı ve dansçı olmayanlardan oluşan yerel bir kadroyla  kapanışı gerçekleştirdi. Bunun dışında da programında genç ve yetenekli pek çok yerli ve yabancı dansçı, koreograf ve gruba yer veren festival, sınırları zorlayan kamusal alan performanslarına da yer verdi. Ayrıca bu yıl festivalde iki tane de eğitim ve kapasite geliştirme programı düzenlendi. Europe In Motion, yetişmekte olan koreograflar için düzenlenen uluslararası gezici gelişim programı olma özeliğini taşıyor. Kritik Çaba ise geçtiğimiz yıl Jardin d’Europe etkinliklerinin bir ayağı olarak iDANS kapsamında düzenlenen sahne sanatları yazarlığı atölyesinin bu yılki yerel versiyonu. Kritik Çaba, dans alanındaki eleştirel pratiklerin sorun, sorumluluk ve sorgularıyla yüzleşerek nitelikli olduğu kadar erişilebilir eleştirel bir yazın kültürünün gelişimine katkıda bulunmayı hedefliyor. Çağdaş dans ve performans sanatları yazarlığında uzmanlaşmakta olanlara yönelik bir eğitim ve kapasite geliştirme programı olan Kritik Çaba bu sene yerel 15 katılımcıyla gerçekleşti.

Türkiye’deki çağdaş dans uygulamalarına yön veren ve dünya dans sahnesinde oldukça prestijli bir yer edinmiş olan bu festivalin kurucularından olan (aslında daha doğru bir tabirle festivalin Sanatsal Programlama ve Araştırmalar Direktörü ve Kritik Çaba Proje Yönetmeni) Gurur Ertem’le bu festival bağlamında dünyadaki ve Türkiye’deki çağdaş dans pratiğine yönelik özellikle de Türkiye’deki dans camiası, uygulamadaki sorunlar, dans eğitiminde karşılaşılan güçlükler ve dans izleyicisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik…

Türkiye’de Çağdaş Dans Sahnesinin Gelişimi ve İDANS Serüveni

Bilge Serdar: İDANS ekibi nasıl oluştu, nasıl bir araya geldi?

Gurur Ertem: İdans on beş sene önce kurulan bir hayalin ürünü… Aydın’la (Silier) izleyecek şey bulamıyorduk Türkiye’de. Ancak tiyatro festivalinde Mark Morris, Sasha Waltz, Pina Baush gibi çok büyük isimler, çok ana akım, risk almayan ve herkesin ortak beğenisini alan işler  izleyebiliyorduk.  Bu esnada çok sık yurtdışına gidip geliyorduk ve  öğrendiğimiz şeyleri birbirimize (Mustafa Kaplan, Filiz Sızanlı, Ömer Uysal, Ayşe Orhon, Talin Büyükkürkciyan, Sevi Algan’ı kastederek) öğretiyorduk. Böyle kolektif bir öğrenim metodu geliştirmiştik. Bu olup bitenleri insanların görmesini istedik. Çünkü Türkiye’de böyle uluslararası bir dans hareketi yoktu. Dans adına bilinen tek şey bale ve dans tiyatrosundan oluşuyordu. Evet, bunlar da olmalı ve yapılmalı ama dans sadece bunlardan ibaret değil. Biz de hem dans öğrencilerinin sadece teknik adımları tekrar etmekten vazgeçip bunlar dışında da bir şeyler öğrenmesi için hem de açıkçası kendimiz için böyle bir şeye başladık. 2006 yılında Aydın (Silier) BİMERAS kültür vakfını kurdu. Yurtdışındaki ve Türkiye’deki sanatçı ve koreografların işbirliklerini desteklemek ve buradaki sanatçıların görünürlüklerini arttırmak için kuruldu. Ama asıl istediğimiz bu değildi ve uluslararası bir dans festivali yapmaya karar verdik. Ve 2007’de İDANS birinci versiyonuyla başlamış oldu. “SOLO?”  temasıyla yaptık ilk festivali.

B.S: Siz bu festivale başladığınızda dans ortamı nasıldı Türkiye’de? Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki ve Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki dans okullarının durumu neydi, yönelimleri nelerdi?

G.E: Yıldız Teknik Üniversitesi Geyvan Mcmillan’ın kurduğu, Zeynep Tanbay’ın ders verdiği bir okul ve daha çok dans tiyatrosu ve Martha Graham ekolü olan bir okul. Mimar Sinan Üniversitesi ise Aydın Teker ve ilk öğrencilerinden Tuğçe Tuna’nın şu anda Yrd. Doç. olarak görev yaptığı, daha çok soyut hareket üzerine odaklanan bir okul. Ama bir dansçı tek tip bir eğitimle koreograf olarak iyi yetişemez. Şebnem Aksan kendi inisiyatifiyle hatta sanatçıları kendi evinde ağırlayıp, herkese açık uluslararası workshoplar düzenliyordu. Alaydan insanları da kabul eden workshoplardı bunlar ve biz de giderdik bunlara. Ama sonuçta devlet üniversitesinin olanaklarıyla gerçekleştiği için, bu workshoplarda fazlaca  tek tip bakış açısı ve tek tip estetik anlayışı hakimdi. Bu nedenle her iki okulun da yaratıcılık tarafı eksik kalıyordu. Biz de dans öğrencilerinin bir şeyler yapabilmeleri için, farklı şeyler görmeleri gerektiğini düşündük.

Gördüğümüz diğer bir eksiklik de işin daha kuramsal ve tartışma boyutuydu. Ama okullar daha çok bir nevi teknisyen yetiştirdikleri için dans öğrencilerinin neyi, niye yaptıklarına dair ya da alanın kendisine ve tarihçesine dair herhangi bir soru sormalarının yolu açılmıyordu.

B.S: İDANS belki de bu açıdan Türkiye dans sahnesinin penceresi gibi olmuş…

G.E: Evet. Bu sırada Şebnem Hanım’la birlikte Boğaziçi Üniversitesi yayınlarından üzerinde iki – üç yıl çalıştığımız bir kitap çıkardık Yirminci Yüzyılda Dans Sanatı /Kuram ve Pratik adında. Böyle bir şeyler yapmamız gerektiğini düşündük, birbirimizi zorladık aslında. Hiç çeviri eser yoktu, sadece bale kitapları vardı ve üniversitelerde dans tarihi dersleri veriliyorsa da Wim Vandekeybus’un  Ultima Vez’iyle bitiyordu. Ama şu anda güncel olanlara dair kaynak yoktu. Aslında çağdaş dans örnekleri tarihsel olarak çok kategorize edilemeyecek şeyler, çünkü çağdaş dans alanı çok büyük bir şemsiye ve çok çeşitli şeyler yapılıyor.

B.S: Bu seneki konsept “İşte/At Work”  sadece dans ve sanat dünyasına bakışın bir sonucu olarak mı seçildi, yoksa daha genel bir perspektifte Türkiye’deki  hatta dünyadaki sosyal ve politik alanlara da işaret ediyor mu?

G.E: Aslında hepsi doğru. Gerçekten dünyadaki gidişata, yaratıcılığın kapitalizmin merkezine yerleşmiş olmasına ve yeni işçi profiline işaret ediyor. Son dönemde bu yeni işçinin iş ve tatil arasında hiçbir ayrımının kalmaması ve yeni işçi modelinin nerdeyse tıpkı bir sanatçı gibi -ki zaten sanatçılar böyle çalışırlar- 24 saat çalışması, bu yeni çalışan modeliyle sanatçı modelinin birbirine yakınlaşması sonucunu doğuruyor. Sanatçıların bütün öznellikleri aslında onların işi oluyor. Çünkü bir sanatçının partilere gitmesi, açılışlarda görünmesi yani sürekli yirmi dört saat çalışması, onun işini besleyen ve sosyal ve sembolik kapitalini yükselten şeyler. Aslında aynı durum akademisyenler için de böyle. Ama şimdi arada bu şekilde bir “the creative class/ yaratıcı sınıf” oluştu ve sanatçıyla herhangi bir işçi arasında çok da büyük bir ayrım kalmadı. Özellikle Batı ve Kuzey Avrupa’da ve aynı zamanda Türkiye’de de böyle çok hızlı bir gelişmeyi görüyoruz. Bir yandan sanatçılar bunu kendilerinin nasıl bir köle oldukları üzerinden tartışıyorlar, ama bizim  bir yandan da aslında fırsatçılık mı yapıyorlar gibi bir eleştirimiz de var. Çünkü bir inşaat işçisinin çalışma şartlarıyla sanatçının çalışma şartları yapısal olarak ne kadar benziyor birbirine onu da bir sorgulamak gerekiyor. Hem bu tip durumlarda dünyanın gidişatında gördüğümüz sorunlar hem de sanatın kendi içinde sorgulaması gereken durumlar ve ayrıcalıklardan yola çıktık. Aslında bu güncel sanat alanında daha fazla uğraşılan bir konu. Biz bunu beden işçisi olan dansta hiç yapmıyoruz ve önemli bir şey bu aslında. Görsel sanatların ayrı bir pazar anlayışı ayrı bir rekabet anlayışı olsa da canlı sanatlar yani performans sanatları apayrı bir ekonomide yer alıyor. O yüzden performans sanatları ikili bir zorluk yaşıyor…

Türkiye’de Dans Seyircisinin Profili…

B.S: İDANS’ın geçmiş beş yılını değerlendirdiğinizde seyirci profilinde nasıl bir değişim gözlemlediniz? O zamanki seyirci ne bekliyordu, şimdiki ne bekliyor?

G.E: Büyük bir değişim var bence. İlk sene daha çok eş dost ve dans camiası vardı. Ama dans öğrencileri değil, hatta onlar hala gelmiyorlar. Artık İDANS tüm disiplinlerdeki marjinlerin birleştiği yer gibi oldu. Örneğin görsel sanatlardan da gelen var, ama onlar da kendi dünyalarında daha marjinal bir yerde duranlar. Yaptığımız anketlerden anlıyoruz ki seyirci profilimiz genç ve gerçekten iyi eğitimli. Son zamanlarda yabancı izleyicimiz nerdeyse yarı yarıya. Bir çeşitlenme var izleyicide. Anketlere göre hayatında ilk kez gelenler var ve hayatında ilk kez dans izlemeye gelenler bu tür danslarla karşılaşıyorlar, beğenip tekrar gelmek istiyorlar. Bu süper bir durum.

B.S: Siz bu anlamda beklentiyi de kırıyorsunuz. Normalde insanların aklına ilk gelen daha çok sahnede hareket eden devinen bedenler görmek…

G. E: Çok klasik bir anlayışla…

B.S: Evet. Ama sizin İDANS için seçtiğiniz gösteriler, daha çok dansın hareket odaklı olma anlayışını kıran hatta  sizin deyişinizle “dansı özsüzleştiren” , dansın performatif özelliğine vurgu yapan çalışmalar. Sadece dans demek de yanlış olur herhalde bu performanslara…

G. E:Koreografinin genişletilmiş bir mefhumu diyorum ben buna.

B.S: Peki siz bu performansları seçerken  performansların seyirciye ulaşıp ulaşmaması gibi bir kaygı taşıyor musunuz ya da seyircinin bu tip performanslara daha hazır olmadığını düşündüğünüz zamanlar oluyor mu? Özellikle seyircinin alışkanlığını değiştirmek için seyirciyi zorlayan performansları mı tercih ediyorsunuz yoksa?

G.E: İş iyiyse, bu tür gösterileri seyirciyi alıştırmak için tercih edebiliyoruz. Ama kendimiz de emin değilsek, bizim için de gösteri çok opaksa tercih etmiyoruz. Hatta birinci ve ikinci İDANS festivalinde insanların ‘niye bu gösteri bir dans performansında yer alıyor?’ diye anlam veremediği gösteriler oldu. Hatta bu tepkiler daha çok dansçılardan geldi. Çünkü diğer seyirciler daha çok bir şeyleri anlamaya çalışıyorlar. En azından kaçırdıkları bir şey olabilir açıklığıyla izliyorlar performansı.

B.S: Peki siz bu performanslar için bunu öngörmüş müydünüz?

G.E: Evet öngördük. O riski aldık. Çünkü insanların koreografik olanı burada görmelerini sağlamaya çalıştık. Yani evet, burada bir dans yok ama bu bir koreografi. Eğer koreograf olmak istiyorlarsa ve koreografi eğitimi alıyorlarsa bu tip gösterilerin  koreografik unsurlarının farkında olmaları gerekir. Bu aslında bir seyirci geliştirmeye de hizmet ediyor. Bu çok planladığımız ve düşündüğümüz bir şey değildi ama böyle oldu.

B.S: Türkiye’de dans dünyasında dansçıların ve koreografların karşılaştığı en büyük problem ne sizce?

G.E: Mekan ve finansal kaynak. Proje bazlı çalışacaklarsa dansçılarına para ödeyememek gibi bir dertleri oluyor. Ama tabi en büyük sorun yine mekan. Ayrıca konuşabilecekleri, muhatap alabilecekleri çok az insan var.

B.S: Yaratım sürecinde mi bu muhatap eksikliği yoksa seyirci açısından mı böyle bir eksiklik var?

G.E: Yaratım sürecinde bu böyle. Ama seyirci için de o kadar ufak mekanlarda oynanıyor ki  gösteriler, örneğin yirmi tane izleyici doldurabiliyor mekanı.

B.S: Seyirci profili yaratım sürecinde etkili oluyor mu?

G.E: Küçük ve bağımsız mekânlarda her isteyen her istediğini yapıyor ama zaten sürekli olarak dans programlayan bir yer yok. Küçük-orta ölçekli arasında mekan sıkıntısı var. Garajİstanbul eskiden yapıyordu ama maddi sıkıntılardan ötürü artık bunu yapamıyor. Performansçılara para ödeyemiyor. Para ödemeden de oynatmamalı zaten.

Dans Sahnesinde Akademi-Uygulama İlişkisi  ve İdans’ın Alana Katkısı

B.S: Sizin akademi geçmişiniz de var, Mimar Sinan’da dersler vermiştiniz. Aslında sizin sözünü ettiğiniz bir takım eksiklikleri akademide kalarak da giderebilirdiniz, yeni koreograflar, dansçılar yetişmesine katkı sunarak. Neden bunu tercih etmediniz?

G.E: Mimar Sinan’da lisansüstüne dans tarihi ve dans sosyolojisi dersleri verdim. Bir de Koç Üniversitesi’nde ekonomi öğrencilerine seçmeli ders olarak dans tarihi dersi verdim. Ama sonuçta ne kadar küçük bir grupla uğraştığımı ve aslında vakit harcadığımı fark ettim. İDANS’da daha çok insana ulaşırım diye düşündüm. Şimdi burada bile Kritik Çaba’da 15 tane motivasyonu yüksek insan var. Bilginin üretim ve paylaşım yeri yalnızca akademi değil, olmamalı da zaten.

B.S: Bunun dışında dans alanında akademi–uygulama ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

G.E: Aslında biz çeşitli yayınlar da yapmaya çalışıyoruz. Bundan önceki festival temalarıyla ilgili  konferans bildirilerini yayınladık, Türkçe-İngilizce olarak, Zamanın Dansı/ Dansın Zamanı ve Çağdaş Dansta Solo adı altında. Bunun dışında    André Lepecki’nin  Exhausting Dance: Performance And The Politics Of Movement (Dansı Tüketmek: Performans Ve Hareketin Siyaseti) kitabını  bastık.

B.S:  Türkiye’deki dans girişimlerini nasıl buluyorsunuz ve dünyada nerede konumlandırıyorsunuz?

G.E: Yetersiz, çünkü çok yapım aşamasında. Farklı alanlarda insanları buraya çekmemiz lazım. Türkiye’de daha koreograf olduğunu fark etmemiş pek çok sanatçı var. Belki güncel sanat alanında çalışıyor ya da belki fotoğrafçı, ya da başka bir alanda. Bu isimlerin bir araya gelmesi lazım yoksa beş altı isimden fazlası çıkmıyor.

B.S: Dünyada gerçekleşen bu tarz festivallerin neresinde duruyor İDANS? Nereye konumlanıyor, nasıl tepkiler alıyorsunuz?

G.E: Herkes çok sevdi. Çünkü çıkış noktası itibariyle belli bir vizyonu olan, tutarlı, programı iyi, tasarımı ve networku iyi  olan bir iş çıkınca ortaya  büyük bir ilgi oldu. Sanatçılar için artık İDANS’ta olmak bir prestij kaynağı oluyor.

B.S: İDANS kapsamında geçekleşen Kritik Çaba için neler söyleyeceksiniz? Süreç nasıl gelişti? Katılımdan memnun musunuz?

G.E: Katılımdan çok memnunum. Zaten yapılması gereken bir şeydi. Nasıl yapsak diye düşünüyorduk. Geçen sene bir girizgah oldu. Jarden d’Europe’un bir parçası olarak uluslararası bir versiyonu yapıldı. Her eser izlendi, konuşuldu, bir şey üretildi. Pek çok uzman, küratör, dergi editörü geldi. Ama o zaman Avrupa Birliği2nin desteklediği bir proje olduğu için Jarden d’Europe  bütçemiz  vardı ve bu nedenle bu kişileri davet edebildik. Bunun Türkiye versiyonun yapılması gerektiğini düşündük. Yazınsal ve eleştirel birikim oluşsun, lobi yapalım ve bunları bir şekilde yayınlatalım istedik. Ve bir topluluk oluşturmak istedik, çok da iyi oldu. Açık çağrı yaptık ve on beş kişi olduk, daha da iyiye gidecek.


[1] Bu yazı daha geniş versiyonuyla SAHNE dergisinin Kasım-Aralık sayısında yer almıştır.

Paylaş.

Yanıtla