“Üç Kere Hata Yapma Tercihimizi Kullandık”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi -Altıdan Sonra Tiyatro bu sezon “Kumbaracı50 Üçlemesi” adını verdiği bir proje ile seyirci karşısındaydı. Üçlemenin son oyunu olan “Dertsiz Oyun” ise geçtiğimiz günlerde İKSV Tiyatro Festivali’nde seyirci ile buluştu. Biz de önce oyunu izledik ardından oyunu tasarlayan Yiğit Sertdemir ve oyunda hem koreograf hem de icracı olarak yer alan İlyas Odman ile hem “Dertsiz Oyun” hem de üçlemenin diğer oyunları üzerine sohbet ettik. (Söyleşiyi Yapanlar: Duygu Dalyanoğlu, Nihal Albayrak)

Altıdan Sonra Tiyatro’nun  projesi Kumbaracı50 Üçlemesi fikri nasıl ortaya çıktı?

Yiğit Sertdemir: Aralık ayına kadar yoktu öyle bir fikir, bir şey de yapmayacaktık aslında. “Dertsiz Oyun”u yapacaktık, içeriği de üslubu da belliydi. Sonra ”Barzo ile Konserve” benim aklıma düştü. Bir süredir Kumbaracı50’nin kendi mekansal olanaklarını dibine kadar kullanmak ve kendi gerçekliği üzerine gitmek nasıl olur diye düşünüyorduk. Fikir biraz oradan çıktı. Hangisi hangisini doğurdu, hangisi hangisini engelledi bilmiyorum. Her şey bir arada oldu. ”Gerçek Hayattan Alınmıştır” bir anda üçlemenin ilk ayağı oluverdi. Üçleme fikri ile tiyatronun inşaatında geçme fikri bir anda daha cazip oldu. Sonra üçlemenin tasarımı ister istemez ortaya çıktı. ”Barzo ile Konserve”, ”Gerçek Hayattan Alınmıştır” ve ”Dertsiz Oyun” bu tasarıma göre şekillendi. Hepsi bağımsız olarak farklı değerler de olabilirlerdi aslında ama üçleme fikri olunca hepsi kendi içinde yeniden şekillenmiş oldu. Yapı olarak ”Gerçek Hayattan Alınmıştır” söz ağırlıklı, çok konuşuyor oyuncular, çok gerçek olmaya çalışıyor oyun ve bir apartman dairesinden dönüştürülmüş bir mekanın inşaatında geçiyor. Tiyatronun mimarı ve annesi arasında geçiyor. İkinci oyun ”Barzo ile Konserve” Kumbaracı 50’deki bir oyun sonrasında geçiyor. Buranın bir gönüllüsü ile gönüllünün arkadaşı arasında geçen, sonradan genel sanat yönetmeninin de dahil olduğu saçma bir gece hikayesi. Üçüncüsü ”Dertsiz Oyun” da oyun seyreden seyirciler arasında geçiyor. Üç oyunda çok gerçek bir çizgiden çok grotesk bir çizgiye, sözel bir ağırlıktan sözün tamamen yok olduğu bir ağırlığa dönüşmesi gibi bir misyonu da var. ”Barzo ile Konserve” bunun tam ortasında duruyor. Onun dışında oyunların birbirine ufak göndermeleri var. Her oyun bir öncekine göndermeler içeriyor.

Bu oyunları bir üçleme adı altında bir araya getiren şey oyunların üslubu değil bu mekanla kurdukları ilişki diyebilir miyiz o zaman?

Yiğit Sertdemir: Tabi, o yüzden ismi Kumbaracı50 üçlemesi, Yiğit Sertdemir üçlemesi ya da Altıdan Sonra üçlemesi değil. Kumbaracı50 üzerine bir üçleme çünkü ”Gerçek Hayattan Alınmıştır”da bu mekanın kendi hikayesi neredeyse birebir aktarılıyor. Hikayeyi buradan başlatıyoruz, hikayenin kendi gerçekliğine ve yine gerçek kavramı üzerine de bir arayış aslında. Gerçekliğin farklı tezahürleri üzerine de. ”Barzo ile Konserve” de öyle. ”Dertsiz Oyun”da da neresi gerçek neresi değil üzerine başka bir boyut var. İçerikten ziyade tasarım üzerine bir arayış üçü de.

Peki bu süreçte üçlemenin dezavantajları ve avantajları neler oldu sizce? Seyirciden nasıl geri dönüşler aldınız?

Yiğit Sertdemir: “Dertsiz Oyun”u daha yeni oynamaya başladık, daha oyun oturacak, eleştiriler gelecek. Daha ziyade üç oyunu da izleyenlerle konuşmak gerekir o anlamda. Bence getirisi, üçlemenin yeni bir şey olması. Aynı mekan üzerinden farklı üslupları deneyip tasarlamak üzerine bir üçleme olması bir itici güç. Ben seyirci olsam üçünü de seyretmek isterdim. Avantajı, sanatın görevi o ya, ortaya bir bardak koyuyorsun sen farklı görüyorsun onu anlatıyorsun ben farklı görüyorum onu anlatıyorum meselesinde olduğu gibi biz de mekanı, farklı farklı üsluplarıyla değerlendirmek istedik. O yüzden güzel bir araçtı üçleme fikri. Niye üçleme değil niye dörtleme değil bilmiyorum yani ama. Dezavantajı, diğer ikisini seyretmeyen için anlaşılmayan yerler olabilir, ama bu bir avantaj da sayılabilir diğer oyunlar için merak uyandırır.

İlyas Odman: Üç oyunda da oyun kavramı var. Yapısal olarak bakarsak her oyunun içinde bir oyun oynama ve seyir kavramları mevcut. Her üç oyunda da bir oyun oynanıyor ve oynanan oyun seyrediliyor. Oyun seyirci karşısına çıkıyor manasında demiyorum, bir oyun oynanıyor. Bu anlamda tiyatro üzerine de bir arayış. “Dertsiz Oyun” tamamen seyir üzerine kurulu. Diğer iki oyunda da gerçeğin seyir ile birleşmesi, oyunun yeniden kurulması var. ”Gerçek Hayattan Alınmıştır”da bir oyun oynuyor anne ile oğul. Yazılmış bir metni oynuyorlar. ”Barzo ile Konserve”de karakterler oyun oynamaya itiliyorlar. ”Dertsiz Oyun”da oyunu seyrediyorlar. Bu anlamda da bir arayış var üçünde de. Bu oyunda ”Barzo ile Konserve” karakterleri vardı, oyunu izlemiş olanlar için başka bir anlam taşıyordu. Üç oyunda da aslında bir Beckett göndermesi vardır, ”Barzo ile Konserve” Godot’u Beklerken’den ilhamını alan bir oyun. ”Gerçek Hayattan Alınmıştır”da biraz tutsaklık hali vardır. Az önce izlediğiniz oyun da biraz Beckett’in sözsüz oyunlarına benziyor.

Peki bu oyunda “dertsiz” olan ne? Seyircilerin kendisi mi yoksa izledikleri oyun mu? Yoksa bu bir ironi mi?

Yiğit Sertdemir: Bu oyun duvarı tam tersi taraftan gösteriyor. Oyunlar bir derdi paylaşma üzerinden yürüdüğü için “dert” dediğin şeyi de araştırıyor bu oyun. Seyircinin bir derdi var mı seyrederken diye düşünürsen seyircinin neredeyse geriye doğru evrim basamaklarını görüyorsun bu oyunda. Bu zaten başlı başına bir dert. Öbür kanatta sanatın gücü, derdi üzerine bir boyutu görüyorsun, o da başka bir dert. İkisi birleşince dertsiz oluveriyor her şey. Dertsiz işte, hiç bir derdi yok bu oyunun.

İlyas Odman: Fikrin çekici gelen tarafı sahne durumu, görünme yeri ile ilgili olması. Bir görünme alanını yok ediyor. Üçlemenin ilginç olan tarafı şu: Yiğit’in tiyatro, seyirci olmak, seyirci kalmak, hikaye anlatmak, hikayeye inanmak gibi bir sürü noktada tiyatronun ana basamaklarında geziniyor olması. Ayrıca üçlemede çok gerçek sürece dayalı bir oyunculuktan çok grotesk gözüken neredeyse hiç empati kurulamayacağı düşünülen iki boyutlu hale getirilmiş bir sürü tipin bir araya dönüştüğü yere kadar varan farklı üsluplara gidebilmesi. Aslında “Dertsiz Oyun”u biraz kinaye olarak almak gerekiyor çünkü derdi yazan tasarlayan ve yöneten tarafından altı çizilmeden ortaya bırakılıyor, on iki kişinin sahnede ne ile karşılaşıp nasıl kırıldığını göremiyoruz ve bu bir merak unsuru yaratıyor. Zaten bence herhangi bir sahne sanatını canlı kılan şey bunun hesaplanamaz oluşu. Hangi noktada seyirci gerçekten kendi derdi ile oyunun derdini birleştirir? Bu arada oyun çok zekice bir şey yapıp oyunun derdinin ne olduğunu ifşa etmiyor zaten. O yüzden sözsüz bir oyun. Sözlü yazmayı tercih etseydi derdin altı çizilirdi. Seyir halinde olmak, seyirci kalmak hatta bazen çağdaş dünyada seyirci olup seyrettiğin şeylerden taleplerin nedeniyle tatmin olamamak ve belki derdinin bu olması gibi bir yere gidiyor oyun. ”Dertsiz Oyun” esasında bu oyun mu yoksa sahnedeki seyircilerin izlediği oyun mu yoksa her on bir seyircinin kendisi ile bir kırılma anı mı?

Yiğit Sertdemir: Bu derdin bir kinaye olduğu aşikar.. Seyircinin hayal gücünden öte bir şey gösterilmiyor aslında sahne üstünde. Dert dediğimiz şey de aynı yerde gizli. İlk oyunda çok bireysel gözüken ama otursan üzerine saatlerce konuşabileceğin da bir dert var. İkinci oyunda da aynı şekilde… Çünkü “çok dertliyiz ve derdimizi paylaşıyoruz”un altında üç oyunda da geçen bir hikaye meselesi var. İlk oyunda “ne mutlu anlatacak bir hikayesi olana” diye bir replik var. O replikle yola çıkılan bir üçleme aynı zamanda. Bu oyunun tasarımında karakterler süreç içinde oluştu. Herkes kendi karakterini oluşturdu. Bir kaç yönlendirme oldu. Ekip süreçte kendi araştırdı ve kendi buldu karakterleri. Karakterlerin hepsinin ismi var; oyuncular oturdukları ev, anne ve babalarının kim olduğu üzerine sunumlar yaptı; herkes kendi kostüm önerisini yaptı; yan, tamamen bir ekip işi olarak çıktı. İlyas benden daha hakim bir şekilde götürdü işi, seyrettiğiniz üzere oyunun yarısı koreografiden oluşuyor zaten.

Sahneleme süreci nasıl geçtiğinden bahsedelim o zaman. Oyuna başlarken elinizde bir hareket metni var mıydı mesela? Yoksa Yiğit’in getirdiği fikri icracılar mı geliştirdi?

İlyas Odman: Ben Yiğit’in fikirlerine fiziksel egzersizler bulmakta hiç zorlanmıyorum. Onun ne demek istediğini anlıyorum. Görmek istediği şeyin nasıl egzersizlenmesi gerektiği benim aklımda çok çabuk beliriyor. Burada en önemli şey oyuncuların oluşturduğu tiplerin onlara verilmiş görevler değil onlar bile farkında olmadan kendileriyle ve kendi dertleriyle ilgili tipler oluşturmalarıydı. Burada hepimizde gördüğünüz tipe dair bir şeyler var. Hiç birimiz kendimize çok uzak tipler seçmedik. Getirdiğin malzeme de senin seçimlerin, kendin dönüşmek istediğin şey oluyor. O malzeme derdini de formunu da getiriyor. Ekip de benim uzun zamandır karşılaştığım en çalışkan ekip olduğu için esasında ayları alabilecek bir çalışma çok kısa bir sürede yapıldı.

Grup uyumu ve bahsettiğiniz ekip ruhu performans anında seyirciye de yansıyor.

Yiğit Sertdemir: Fikirleri biz ilk hafta bulmuştuk. Sandalyeler ile yaptıkları eylemler gibi tasarım fikirleri de ortaya çıkmıştı. Bu tasarım fikirlerini doğru havuza dökebilmek için, herkesin getirdiği kartpostallarını oluşturabilmesi ve onunla taşıyabilmesi önemliydi. Yoksa teknik fikirlerin nasıl icra edileceği İlyas tarafından çok hızlı bir şekilde çözüldü zaten. Ekip de çok çalışkan ve uzun zamandır birbirini tanıyan bir ekip olduğu için rahat oldu.

Peki sizce seyirci nasıl çıkıyor oyundan ya da nasıl çıkmasını bekliyorsunuz?

İlyas Odman: Yiğit küçük sahnede, tek kişilik işler üreten biri olarak sahnedeki insanın seyirciyi nasıl gördüğüne dair de bir şey söylüyor bu oyunda. Bu, bir büyüteç aslında. Yiğit’in kullandığı mizahın da bir dozajı var. Biz bu dozajı aşmak istemiyoruz, oyun ince bir sınırda duruyor o anlamda. Bu oyun Kumabaracı50 düzeneğine göre kurulmuş bir oyun. Yani seyircinin oyuna on dakika önce “Dertsiz Oyun”a girmeden önce yaptığı şeyleri bir büyüteç altında yeniden görerek başladığı ve benim kendi naçizane umudum bir seyircinin kırılma anında “ne görürsem ben sahnede artık kendi tatminsizliğimden vazgeçip o halde olabilirim”i hayal edip onu görmeye başladığı an. Seyircinin hayal gücü bu oyundaki on dördüncü kişi. Bizim umudumuz seyircide “bu insanlar ne izliyor” duygusunun oluşması. Hatta bunun oluşması için elimizdeki malzemelerin çoğundan da vazgeçtik . Yoksa seyir halinin skeçvari durumlarına dönüşebilecek bir sürü fikirden vazgeçip esasen gerçekten olabilecek olayların altını nasıl çizeriz buna odaklandık. Bu oyunu işin suyunu çıkartmadan seyirci ile alışveriş halinde oynadığında oyunun gittiği yer bambaşka olabilir. O zaman enerji olarak “bugün dramaturjik olarak çok doğru bitti bu oyun” diyorsun. Ama sözsüz oyunların hepsinde bu risk vardır zaten.

Yiğit Sertdemir: Üçlemenin üç oyunu da aynı riski taşıyor aslında. Yani fixasyon dediğimiz şey üç oyunda da mümkün değil. Örneğin bu oyunda hareket kodlaması var ama yine de bu kadar seyirciye yönelik bir iş olması bunu engelliyor. Ya da “Barzo ile Konserve” doğaçlama üzerine kurulu, her oyunda belirli bölümleri değişiyor. “Gerçek Hayattan Alınmıştır” da o kadar psikolojik bir hikaye ki sabitlemek imkansız. O nedenle üç oyunda kendi riskini beraberinde getiriyor. O yüzden bir seyirci “iğrenç oynuyorsunuz” derken diğeri “muhteşem oynuyorsunuz” diyebiliyor. Bu fark sadece kendi bakış açılarından kaynaklanmıyor, oyunun oynanış haline göre de değişiyor.

Bu oyunlar bu mekan için yazılmış/sahnelenmiş oyunlar. Oyunları başka sahnelerde de oynama fikriniz var mı?

Yiğit Sertdemir: Evet var. Yani “oyun Elsinore Şatosu’nda geçiyor ama Hamlet her yerde oynar” durumu bizimkisi. Bu kadar güçlü olmaz belki. Yani iyi ya da kötü anlamda söylemiyorum. Tasarımın kendi gücü açısından söylüyorum. Üç oyuna da malzeme olan bir “kolon” var mesela. Çünkü biz kendimize “insanı insana kolonla anlatan tiyatro” diyoruz ya o da oyunda yer alan bir malzemeye dönüşüyor. Bu mekan aslında bizim için bir çıkış noktası oldu üçlemede. Bizim tiyatro biraz risk almayı sevdiği için, “haydi hata yapalım bakalım bu sefer ne öğreneceğiz” diye yaklaştığımız için bu da üç kere hata yapma tercihimizi kullandığımız bir proje oldu.

İlyas Odman: Sahnedeki oyuncunun hiçbir boş anı yok bu oyunda. Yani sürekli bir “oyun” oynuyor. Kuralları olan bir oyun var ve bir saniye bile çıkamaz. Oyunun ilerleyen bölümlerindeki koreografik eylemlerin çoğu bir dansçı için bile kolay değil aslında. Çok kısa bir süre içinde öğrenildi ve en önemlisi ortada bir ekip oyunu var. Bazı kurallara birisi uymadığında senin uymaya devam etmek gibi bir şansın yok.  O anda yeni kurallar oluşuyor ve onları takip etmen lazım. Ama bence kadro altından gayet iyi kalktı. Hamlet’e karşı Hamlet’i oynamak gibi bir şey. Seyirci ile karşı karşıya oynuyorsun; dönüştüğün şey karşında duruyor. Projeyi bizler için de anlamlı kılan bu aslında. Nasıl blokajlarla, kendimizin birer kartpostalı ile seyretmeye gelip onu susturmaya çalıştığımızı görüyoruz. Kaç proje vardır izlerken gerçekten profesyonel seyirci olma durumunuzu unuttuğunuz? Ben de bir koreograf olarak bundan sıyrılamıyorum bazen. Ama adı Barzo olan bir adam da Barzo’luğunu unutamıyor ama sanat işinin böyle bir tehlikesi var. Senin kim olduğunu sana bir an için unutturursa işte bu çok büyük bir devrim. O kırılma anı çok önemli.

(Oyunlar Mayıs ayı boyunca Kumbaracı50’de izlenebilir. Program için: http://www.kumbaraci50.com)

Duygu Dalyanoğlu-Nihal Albayrak / MİMESİS

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.