Cüneyt Uzunlar
annanemdir. dizinin dibine oturtur bize masal anlatırdı. devanaları, gulyabaniler, periler… figürleri değilse de hikâyeleri uydururdu. bilirdik uydurduğunu; bize örtük talimatlar verdiğini, bizi terbiye etmeye çalıştığını. yapma kızanım! etme! demek yerine bu yordama başvurduğunu.
dayıoğluyla dizi dibine oturur annanemin uydurduğu dünyaya giderdik. sanatçının işi kendi dünyasından bu dünyaya bakmak ve bu dünyayı yeniden yapmaktır. annanemin bakışları bir masala bir bize dönerdi. bazen aynı anda hem bize hem masala bakardı. anlatış sohbete dönerdi, sonra tekrar masala.
masal dinlemek bizim için ne kadar sihirliyse onun için anlatmak o kadar olağandı. onun için anlatmak gündelikdışı değil gündelikti. bizi etkileyebiliyor olması ona kendini ayrıcalıklı hissettirmezdi. hiç çaba sarfetmeden dünyasını kurar, dağıtırdı. öyle, geçerken elinin kenarıyla, dilini yormadan yapıyapıverirdi.
ustalık böyle bişiy. usta bir marangoz rendeyi öyle kullanır ki uçuşan yongalara bakınca tahta mı yontuyor, kendini mi eğlendiriyor anlamazsın. ben de az eğleneyim dersin. rendeyi eline alınca çakarsın meseleyi. annanem şıpınişi kağıt kukla yapıp oynatırken usta bir sanatçı olduğunu bilmiyordu.
usta bir sanatçı olduğundan doğanın da haberi yok. balkon penceresinin üçte ikisini kaplayan ceviz ağacı gün içinde başka başka, yıllar içinde bambaşka dünyalar kurdu dağıttı. ve ağacın üzerindeki gökyüzünün de haberi yok usta bir sanatçı olduğundan. durmadan anlatıp duruyor.
amcaoğlunun da haberi yoktu kendisinden. o da hiç seyretmediği filmleri anlatırdı. babamın da haberi yoktu. bir kargayı hayret içinde saatlerce seyreder, sonra gördüklerini anlatırdı. annemin yemekleri, özellikle zeytinyağlı barbunyası bir dünya kurardı; o dünyanın tadı hâlâ damağımda.
kant’ın sanat eserine atfettiği en ayırıcı nitelik özgürlüktür. hegel’e göre özgürlük, zorunluğun bilincine varmaktır. burada sanatçı olarak andığım ve anacağım herkes, tüm varlıklar zorunluğun bilinçsizce bilincindedir ve zorunluktan özel bir aísthēsis/duyumsayış yaratarak özgürleşmeyi bilmektedir.
her rüya bir sanat eseridir. bazı insanlar bir yengeç gibi bozuk, bir kuğu gibi paytak öyle tuhaf yürür ki sanki başka bir dünyanın varlığı, sanki kendi başlarına bir dünyadırlar. ulus baker’in deyişiyle başka bir dünyadanlığın zarafeti vardır onlarda. bu dünyayla örtüşen, tıpatıp bir dünyası olmak, a-estetiktir.
bu dünyada sanatçı denenler imal edilmiş, birer endüstriyel mamuldür. çünkü hiçbiri bir dünya kur(a)maz. işleri kitle üretmek ve kitleyi var olan dünyaya razı etmektir. fenomenel dünyayı, bir paskalya yumurtası gibi boyamak, süslemek, parlatmak, pazarlamak ve hedef kitleye satmaktır.
atölyelerin ilk oturumlarında katılımcılara başlarından geçen, hafif ama unutamadıkları hatırlarını anlattırıyorum. çok ama çok iyi anlatıyorlar. annanem kadar iyi anlatıyorlar. konu şiir tirat okumaya oynamaya gelince, kültür endüstrisinin bir mamulü gibi takma, yapay seslerle konuşmaya başlıyorlar
daha demin anlatırken kendinden ve bu dünyadan özgürleşmiş o ustalar gidiyor, oto sanayi sitesindeki şamar oğlanı çıraklar geliyor. neden! nasıl! çünkü mecburen hem de gönüllü olarak başkasının fantezisi (phantasma) olmak istemek, insanı bir anda tutsak ediyor, duyumsayışını elinden alıyor.
arzularımız başkalarının arzularıdır. ebeveynlerimizin, dostlarımızın, sevgililerimizin, komşularımızın, hegemonların arzularını arzularız. başkalarının arzularından yapılmış bu dünyayı arzularız. annem derdi ki abim musiki cemiyetine gitmeme izin verseydi şimdi trt’de ses sanatçısıydım.
annem sanatçı değil, kitlelere sunulan, kitleleri etkileyen bir mamul olmak istediğini elbette bilemezdi. bir düşün sen daha hayattayken meşhur olan ve sen ölmeden silinen ne kadar çok ‘sanatçı’ var. oysa kendi dünyasını kuran ve yaşarken meşhur olan çok az sanatçı ve filozof var.
husserl, ponty, camus, sartre silsilesindeki şeylere tüm fenomenolojik yönelişler, verili dünyayı verili haliye, olağanlık ve doğallık içinde anlamayı reddeder. öyleyse sanat ve sanatçı kavramları sürekli yönelişle açılabilir. bir fenomene (verili olana) ikna olmak, onu icad edenin normuna tutsak olmaktır.
tanımlarla şeyler kapanır, her yöneliş her betimleyişle şeyler açılır. bu kadar düzen tutkunu oluşumuzun ardında iç düzenimizi koruma eğilimi yatıyordur belki. bir kere tanımlandı mı sanatmış estetikmiş sittin sene öyle kalır. bak! o sanat tanımı yeni bir dünyanın sanatıdır. misal, estetik kapitalist dünyanın icadıdır.
özgürlük, kapitalist bir dünyada burjuvazinin özgürlüğüdür. bu yıl yüzde bilmem kaç büyüdük diye sürekli anlatıyor hükümet. büyüdün de bize mi büyüdün. o biz, biz değiliz. büyüyen burjuvalar ve onların hizmetindeki bürokratlardır. dolaşımdaki sanat ve sanatçı tanımları da bize ait değil.
biz demokratik bir dünya kurmaya çalışıyoruz. bizde her tanım, aşılmak içindir; kavramlara sürekli yönelmek, kavramları betimlemek işimizdir. çoğul dünyalarda şeyler tartışmaya açıktır. sanatçı kimdir. annanemdir. nasıl yani. işte! durmadan anlatıp duruyorum. o, bu dünya içinde dünyalar kurandır.
kedi sanatçıdır. dünyanın içinde bişiy değil, içinde bir dünya olan bir varlıktır. annanem, babam, annem, amcaoğlu gibi. halam sağır dilsizdi. onun kadar çok konuşanı tanımadım. fakat konuşur muydu dans mı ederdi anlayamazdım. ter içinde kalırdı. şakaklarından süzülen damlaları hâlâ hatırlarım.
sanatçı kimdir. endüstriyel tanımların, kitle ruhunun dışındaki sanatı gören, ondan etkilenen, ona hayranlık duyandır. nasıl iyi bir roman okuru farkına varamadan yaratıcı güçlerini harekete geçirirse, iyi bir hayat ve doğa okuru da yaratıcı güçlerini harekete geçirerek gizil bir sanatçı olur.
birinin içindeki anlatıcıyı ortaya çıkarmak beş dakika, kağıt kalemsiz kafadan haiku yazmayı öğretmek yarım saat sürer. haiku yazmayı öğrenen biri, bir yandan hece saymakla meşgul olurken, diğer yandan yargılamaksızın yani iyi, doğru, güzel demeksizin varlıkları seyretmenin estetik hazzına erişir.
hegemonya kendini kurmak için sadece zor gücüne değil, endüstriyel tanım ve kitle ruhuyla standart bir güzel ve standart dışı olanın çirkin, kıymetsiz sayıldığı akademik-yarı resmi bir estetik üretmek zorundadır. hegemon, bu güzellik anlayışının etrafında bir sanat oligarşisi oluşturur.
kültürel hegemonlara göre annanem asla sanatçı olamaz. herkesin sanatçılık gizilgücü taşıdığı fikri uyduruktur. sürekli, hepiniz sanatçısınız demem bir lütuf, bir av stratejisi olarak anlaşılır. bu dünyayı, bu ekonomi-politiği parçalamak işi yarına bırakılamaz. bu hemen şimdi burada yapılmalı.
bu dünyanın kültürel hegemonyasının temelleri havada. biz de, önümüze konanı sanat olarak kabul etmeye eğilimliyiz. tıpkı başkalarının arzularını ve fikirlerini kendimizin sandığımız gibi. neden?! çünkü içimizde tanımların aşılamayacağına yönelik ur gibi bir fikir var. o uru hemen şimdi burada söküp atabiliriz.
peki sonra ne olacak. bir boşluğun ortasında kalacağız. kendi dünyamızdan bu dünyaya bakmayı öğrendikçe boşluk dolacak; sabitliklerle değil değişkenlerle. şeylere yönelmeyi, şeyleri sürekli yeniden betimlemeyi yani şeyleri tanımlarının ötesinde şey olarak duyumsamayı öğrendikçe.
öripides bize böyle bir dünya kurdu. herakleitos, spinoza, lao tsu, marks, hegel, rimbaud, cervantes, kafka, mayakovski, sait faik… bize böyle dünyalar kurdu. annanem, babam, halam bu üçlü bana böyle bir dünya kurdu. bu kişiler, bu dünyanın içinde yaşayan ama bu dünyaya rıza göstermeyenler.
dünyanın içinde bişiy değil, içinde bir dünya olan bişiy olmalı insan; kendi değil, kedi olmalı :))