[T24 platformundan Nuray BÜYÜKDAĞ’ın yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz]“İfşalar dezavantajlı kadınları susturmaz”, “yobazların elini güçlendirmez”. Tam tersine, suskunluğu dayatan da, yobazlığı güçlendiren de erkek şiddetidir, bu şiddeti normalleştirense bir toplumun sessizliğidir. Ve her ifşa başka bir kadına cesaret verir
Son günlerde yine bir ifşa dalgasıyla çalkalandık. ‘Saygın’ erkeklerin taciz ve şiddetine maruz kalmış kadınların, yıllardır biriktirdikleri sessizliklerini bozup yüksek sesle haykırışına tanık olduk.
Bu cesur beyanların ardından, tartışma tanıdık bir sesin kaleminden, okumaya tahammül bırakmayan, edebi bir sosa bulanmış, faillerin mağduriyetine dem vuran bir yazıyla alevlendi.
Mine Söğüt, kadınların ifşalarını “psikolojik şiddet”, “yargısız infaz”, “kurunun yanında yaşın da yanması” gibi argümanlarla çürütmeye çalıştığı bir yazı kaleme aldı. Bu kavramları akıl, vicdandan uzak bir yaklaşımla ele alan ve kadınların yıllardır süren mücadelesini kriminalize etmeye çalışan yazısı, okuyanın zihninde patriyarkal bir refleksin yansımasından başka bir izlenim bırakmadı.
Yazı, edebiyat çevresindeki erkek iktidarını koruma refleksinden öteye geçemezken, okuyanın aklına ilk şu soru getirdi: ‘Bu kimi aklama çabasıdır?’
Zehra Çelenk’in bu konu üzerine yazdığı yazıda kullandığı şu cümleler, Söğüt’ün yazısının alt metnini net bir biçimde özetliyor: “Aman masamızın tadı kaçmasın!”, “Metaforik abi ve babaların yanı sıra kâh çıkar kâh konfor lehine epeydir göz yumulan sevgili ve eşlerin de suyu iyice ısınıyor.” …
İfşa, linç değildir! İfşa, “mağduriyet üzerinden iktidar kurma” hiç değildir. İfşa, kadınların suskunluğundan beslenen erkek iktidarına başkaldırıdır, kadınların hayatta kalma, dayanışma aracıdır.
Sara Ahmed’in de dediği gibi, “Sessizlik bizi korumaz.”
“İfşalar dezavantajlı kadınları susturmaz”, “yobazların elini güçlendirmez”. Tam tersine, suskunluğu dayatan da, yobazlığı güçlendiren de erkek şiddetidir, bu şiddeti normalleştirense bir toplumun sessizliğidir.
Ve her ifşa başka bir kadına cesaret verir.
İfşa, küçüklüğümüzden beri, o ya da bu biçimde maruz kaldığımız, olağanlaştırılmış taciz imtiyazını yıkmak içindir.
İfşa, hiçbir şekilde tacize, şiddete bulaşmamış erkek itibarını zedelemek için değil, ceza sisteminin yetersiz kaldığı, ataerkil yapının failleri koruduğu durumlarda, yasalarla korunamayan kadınların hayatını savunmak içindir.
İfşa ‘insanlığın evhamı’ değil, masaların altındaki çürümüşlüğü ve pisliği ortaya dökmektir, şiddeti besleyen sessizliği bozmaktır!
Asıl tehlike, yılların birikimi ve mücadelesiyle akıllara kazınan “Kadınlar birlikte güçlü” söylemini kalkan yaparak kadının sesini kısmaya çalışan, erkeğin tacizini de şiddetini de biraz daha pervasızlaştıran, masamızın tadı bozulmasın anlayışında yazılarla fail aklayıcılığıdır!
Ne diyelim; ‘ahlak ıslah etsin!’
Konuyla doğrudan ilgisi yok, ama başka bir toplumsal yaraya birlikte gülüp dertlenelim diye şuraya ‘O Benim Maaşım Değil, Kredi Kartımın Maaşı’ başlıklı videomu bırakıyorum…
Kanadı kırılan çocukluk ve yıkılan masallar: Apsolit’in hikâyesi
Kadın ifşalarıyla görünür olan erkek şiddetini, bu kez bir çocuğun dilinden ve hatırasından, tiyatro sahnesinde seyretmek isteyenlere bir oyun önerim var: Apsolit.
Apsolit, çocuk yaşta hayalleri, sesi ve kanatları elinden alınan İsmail’in sarsıcı hikâyesini sahneye taşıyor. Her sesi taklit etme yeteneğine sahip, hassas ruhlu bir Kürt çocuğu olan İsmail; babasının despotluğu, yobazlığın baskısı ve erkekliğin şiddetiyle büyümek zorunda kalır. Hafız olması için zorlanırken, o kendi kaçak yöntemleriye doğanın, türkünün ve özgürlüğün peşine düşmeyi bırakmaz. Ancak mayınlarla, yasaklarla ve göçlerle örselenen çocukluğu aile içi şiddetle birleşince kanatları kırılır. Babası tarafından yetenekleri yüzünden ‘cinli’ ilan edilen İsmail’in; sanatla, müzikle ve etrafındaki insanlarla kurduğu bağlar ataerkil baskı ve yoksullukla her seferinde ezilir. Yaşadığı şiddet ve aşağılanmalar onu en sonunda sokağa savurur. Oyun, şiddetin bir çocuğu nasıl ‘apsolit’ten, yani her şeyi duyan, her sesi taklit eden bir çocuktan, sesi duyulmayan bir hayalete dönüştürdüğünü gözler önüne seriyor.
Oyuncunun olağanüstü performansı, metnin yalın gerçekçiliğiyle birleşerek seyirciyi sadece bir tanık olmaktan çıkarıp, İsmail’in acısına, neşesine ve yalnızlığına ortak ederek, onun geçtiği her sokağı ve yaşadığı her duyguyu bizzat deneyimlememizi sağlıyor.
Oyunu izlerken kendinizi yalnızca bir seyirci gibi değil, onunla aynı havayı soluyan, bisikletine binip yokuş aşağı inerken yüzünüze çarpan rüzgârı kendi teninizde hisseden biri gibi buluyorsunuz. Onun ilk kez denizi görüyor, babasından yediği tokadı kendi yanağınızda hissediyorsunuz. Onunla birlikte köyden kente göç ediyor, okul bahçesinde alaylara maruz kalıyor, annesiyle kurduğu o küçük sessizliklerdeki sıcaklığı içinizde taşıyor, kanatlarının nasıl kırıldığını adım adım hissediyorsunuz. İlk kez Madame İrini’nin evinde duyduğu piyona sesini sizin kulaklarınız da duyuyor, Metin’le yaptığı türkü atışmasında sizin de içiniz titriyor. Sahne, yalnızca bir anlatının mekânı olmaktan çıkıyor; seyircinin kalbine sızan bir hafızaya dönüşüyor.
Apsolit’in hikâyesi, erkek şiddetinin yalnızca fiziksel bir eylem olmadığını; bir çocuğun hayallerini, yeteneğini, hatta ‘kanatlarını’ nasıl kırdığını gösteriyor. Ve bu noktada oyun bize şunu hatırlatıyor: Şiddet faili, şiddet uygulayacağı kişiyi seçer. Fakir, çocuk ya da kadın olması fark etmez; şiddetin hedefi, sistemin korumadığı her bedendir.