Yazar: Constance Grady
Çeviri: Burcu İsra Kanbakoğlu
Redaksiyon: Zeynep Okan
Susan Faludi’nin feminist klasiğinin bu anı nasıl öngördüğü.
6 Şubat 2023 tarihinde Z net’de yayımlanan makalenin kısaltılmış bir versiyonunu sizlerle paylaşıyoruz.
2017’de #MeToo hareketi ivme kazanmaya başladığı anda, ona karşı bir tepkinin ne zaman gelişmeye başlayacağını düşünmeye başladım. Feminizm üzerine yazan pek çok yazar tanıdığım da aynı kanaatteydi. Bu, karamsar olduğumuz için değil; tarihin akışını bildiğimiz için böyleydi.
2017 sonbaharında, sanki hiç yoktan var olmuş gibi, Amerika’da cinsel şiddet meselesine karşı derin bir toplumsal duyarlılık filizlendi. #MeToo hareketi aktivist Tarana Burke tarafından 2006’da başlatılmıştı, ancak on bir yıl sonra, birdenbire, toplumun gerçek anlamda önem verdiği bir meseleye dönüştü. Donald Trump’ın başkan seçilmesinin yarattığı o kıyametvari atmosferde, Amerikan yaşamındaki her türlü adaletsizlik bir anda devasa ölçekte görünür ve sonuç doğurur hâle gelmişti.
İlk önce, film yapımcısı Harvey Weinstein’ın onlarca kadına saldırdığı duyuldu. Ardından, Weinstein tarafından saldırıya uğrayan onlarca kadın daha konuştu. Sonrasında başkaları tarafından saldırıya uğrayan kadınlar birbiri ardı sıra hikayelerini anlatmaya başladılar; bunun ardından yalnızca kadınlar değil, erkekler de sesini yükseltti. Her gün, başka bir güçlü erkeğin savunmasız birine saldırdığına dair yeni bir haber çıkıyordu; ve her defasında bu haber, geniş kitlelerce şok, öfke ve dehşetle karşılanıyordu. Weinstein, Charlie Rose, Louis C.K., Kevin Spacey… Hikâyeler ardı ardına ortaya çıkıyor, kamuoyu ise bu kez gözlerini çevirmek yerine yüzleşiyordu.
İnsanlar işlerini kaybetti. Tutuklamalar yaşandı. Davalar açıldı, federal düzeyde düzenlemeler gündeme geldi.
Biz feministler için bu durumun kalıcı olmayacağı açıktı. Amerika, kadınların güvenliğiyle bir süre ilgilense bile, sonunda bunun bedelini yine kadınlara ödetirdi. #MeToo anı sona erecek, ardından da bir “tepki” gelecekti—ve bu tepki ağır olacaktı.
Ve işte “tepki” gelmişti.
Haziran 2022’de ABD Yüksek Mahkemesi, Dobbs v. Jackson Women’s Health Organization davasında Roe v. Wade kararını bozdu. Bu kararla birlikte, 1973’ten bu yana ilk kez, ABD eyaletlerinin kürtajı tamamen yasaklamasının önü açıldı. Tecavüz ya da ensest mağdurları için dahi hiçbir istisna bırakılmadı; hamileliğin kadının yaşamını tehdit ettiği durumlarda bile hareket alanı son derece daraltıldı. Bugün itibarıyla 13 eyalette kürtaj büyük ölçüde yasa dışı.
“Tepki”nin başka, daha az sarsıcı göstergeleri de mevcut. Bu yıl nihayet mahkemeye taşınabilmiş üç büyük #MeToo davası ağır hukuki engellere takıldı: Danny Masterson’ın tecavüz davası sonuçsuz kaldı, Kevin Spacey bir jüri tarafından cinsel saldırıdan beraat ettirildi ve Johnny Depp, kendisini aile içi şiddetle suçlayan Amber Heard’e karşı açtığı iftira davasını kazandı. Son aylarda, Heard, Olivia Wilde, Megan Thee Stallion ve başka kadınlar – #MeToo söyleminin tuhaf bir biçimde tersyüz edildiği mizojinik saldırıların hedefi olarak kendilerini kamuoyu gözünde hedefe konmuş buldular.
Kamuoyu araştırmaları, bu tepkinin ivme kazandığını ortaya koyuyor. Feminizm, özellikle genç erkekler arasında, giderek daha az destek buluyor. Southern Poverty Law Center’ın 2022 tarihli araştırmasına göre genç Cumhuriyetçi erkeklerin %62’si, genç Demokrat erkeklerin ise %46’sı feminizmin toplum için net bir zarar olduğunu düşünüyor. (Genç Demokrat kadınların dörtte birinden azı bu görüşe katılıyor.) Oysa Pew’in 2020 anketinde erkeklerin %60’ı feminizmi “güçlendirici” bulduğunu söylerken, yalnızca %34’ü onu “modası geçmiş” olarak nitelendirmişti.
Feminist aktivizmin “moda” hâline gelerek yükselişin ardından gelen keskin bir karşı hamlenin varlığı, Amerikan kadın hareketinin bilinen bir yazgısıdır. Susan Faludi, 1991 tarihli klasiği Backlash: The Undeclared War Against American Women (Geri Tepki: Amerikan Kadınlarına Karşı İlan Edilmemiş Savaş) kitabında bu olguyu kayda geçirmişti.
Backlash, 1980’lerin muhafazakâr Reagan döneminde, 1970’lerin ikinci dalga feminizminin kazanımlarına karşı verilen tepkinin ardından yazılmıştı. Ancak Faludi açıkça şunu vurgular: Söz konusu olan tek bir tarihsel an değildir. Faludi, Amerikan tarihinin başından itibaren dönem dönem alevlenen mizojinik tutumlar ve yasaların oluşturduğu bir örüntüyü inceler.
Önemli olan, bu tepkinin nadiren büyük bir komplonun ya da kadın düşmanı güçlerin bilinçli bir planının ürünü olmasıdır. Aslında bu, kitlesel bir harekete verilen kitlesel bir karşılıktır. Faludi’nin yazdığı gibi, bu tepkiyi hayata geçirenler çoğu kez “rollerinin farkında bile değildir; hatta bazıları kendini feminist olarak görür. Çoğu zaman bu işleyiş, içselleştirilmiş, dağınık ve bukalemun gibi uyarlanabilir bir hâl alır.” Ancak Faludi, bu dağınık ve planlanmamış tepkinin Amerikan tarihinde, kadın hareketi her ilerleme kaydediyor gibi göründüğünde yeniden belirdiğini gösterir.
Amerikan kadın hareketi genellikle 1848’deki Seneca Falls Kongresi’ne tarihlenir. Onu izleyen yarım yüzyılda, kadınlar oy hakkı için mücadele ederken, 100’den fazla eyalet boşanmayı kısıtlayan yasalar çıkardı. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Amerikan tarihinde ilk kez doğum kontrol yöntemlerinin dağıtımı federal bir suç hâline geldi ve kürtaj çoğu eyalette yasa dışı sayıldı.
Bu arada, üniversite eğitimi görmüş kadınların yalnızca %28’inin evlenebileceğini öne süren çalışmalar yayıldı. Bir Harvard profesörünün çok satan kitabı, “beyin-rahim çatışması”nın eğitimli kadınları bir kısırlık salgınına sürükleyeceğini iddia ediyordu. Meslek sahibi kadınların “hermafroditliğe” yenik düştüğü söyleniyordu. Theodore Roosevelt, doğumlarını erteleyen beyaz kadınları “ırka karşı suç işlemekle” itham ediyor, hakları için mücadele eden evli kadınların “aile krizine” yol açtığını ilan ediyordu.
Faludi’nin Backlash’te yazdığı gibi: “Amerikan tarihindeki bu olayları izlersek, bu tür alevlenmelerin asla rastlantısal olmadığını görürüz; bunlar her zaman, kadınların büyük ilerlemeler kaydettiği algısıyla tetiklenmiştir — bu algı doğru olsun ya da olmasın.”
2017’de de kadınlar büyük ilerlemeler kaydediyor gibi görünüyordu. İşte bu tepki, o ilerlemeyi “düzeltmek” için geldi.
Tepkinin iki hedefi vardı : üreme hakları ve ekonomik özgürlük
Faludi’ye göre her feminist karşı hamle iki “baskı noktasına” yönelir ve onları hızla tehdit altına sokar: kadının kendi doğurganlığı üzerindeki denetimi ve kendi emeği üzerindeki hakkı. Bugün de durum aynıdır.
Dobbs kararı, kadının doğurganlığı üzerindeki hakkını doğrudan hedef alan bir balyoz etkisi yarattı. Farklı nesillerden kadınlar, doğuştan edindikleri ve anayasayla güvence altına alınmış olan üreme özgürlüğü hakkına sahip olarak bir gece girdikleri yataktan ve ertesi sabah bu haktan mahrum olarak uyandılar. Hemen akabinde, acılı ve travmatik düşükler yaşayan kadınların, kürtaj için eyalet sınırlarını aşmaya zorlanan 10 yaşındaki bir tecavüz mağdurunun hikâyeleri ardı ardına duyulmaya başladı.
Kadının kendi kazancı üzerindeki hak talebine gelince: Hatırlamak gerekir ki #MeToo özünde bir işyerinde güvenlik hareketidir. #MeToo’yu kamu bilincine taşıyan hikâyeler, çoğunlukla kadınların, profesyonel gücünü cinsel taciz ve saldırıyı kolaylaştırmak için kullanan üstlerine (çoğunlukla erkeklere) yönelttikleri suçlamalardı.
Faludi, tepki dönemlerinde “kültürün, kadınları mutfağa geri göndermese bile, mutfaktan uzakta geçirdikleri zamanı olabildiğince eşitsiz ve tahammül edilmez kılmaya çalıştığını” yazar. Kültürün bu stratejilerinden biri de kadınları tacize maruz bırakmaktır. Şu anda, kadınların kendi paralarını ellerinde tutup tutamayacaklarına ya da şiddetle suçladıkları erkeklere bağımlı olup olmayacaklarına odaklanan bir dizi yüksek profilli ünlü davasının içindeyiz. Çoğu zaman, sonuçlar kadınların lehine görünmüyor.
Tepki, izlerini feminist söylemi ödünç alarak gizler.
Bugünün tuhaflıklarından biri, karşı hamlenin sıklıkla #MeToo hareketinin geliştirdiği retoriğe yaslanmasıdır. Bu kayma da “tepki”nin karakteristik özelliklerindendir. Faludi, kitabına adını da veren 1947 tarihli bir filmden söz eder; filmde bir adam, işlediği cinayetten eşini sorumlu tutar. Faludi, “kadınların haklarına karşı geliştirilen tepki de benzer bir şekilde işler,” diye yazar. “Kullandığı retorik, tüm suçları feministlerin üzerine yıkar.”
#MeToo ve onun kardeş hareketi olan Time’s Up kampanyaları, adalet retoriği etrafında şekillenmişti: Nihayet, güçlü erkekler yaptıklarının bedelini ödemekten kaçamayacak, işledikleri eylemlerin gerçek sonuçlarıyla yüzleşecekti. Tepki ise bu hikâyeyi tersine çevirdi: artık, tüm bu güçlü insanların (yani genel olarak kadınların) yaptıkları (yani erkekleri avlamaları) yanlarına kâr kalmayacaktı.
TimesUp etiketi, Hollywood’da ve diğer sektörlerde köklü değişim talebini dile getirmek, kadınların mesleki olarak güçlenmelerini ve yükselmelerini sağlamak için yaratılmıştı; böylece Harvey Weinstein gibileri, güçlerini bu kadar kolay istismar edemeyecekti. Oysa şimdi, bu etiket, gündemde sevilmeyen herhangi bir kadını hedefe koymanın yolu hâline geldi. Faludi’nin deyimiyle bu, “öfemizm yoluyla yapılan bir darbe”dir.
Bugün kültürel okların hedefinde olan ünlü bir kadın, çoğu kez belirsiz bir “güç suiistimali” ile suçlanıyor. Son aylarda sosyal medyada TimesUpOlivia (Olivia Wilde, kendisinden 10 yaş küçük olan ve yönettiği filmde rol alan Harry Styles ile gönüllü bir ilişkiye girdiği için), TimesUpAmber (çünkü Depp taraftarlarına göre asıl istismarcı Amber Heard’tü) ve TimesUpMeghan (Meghan Markle’ın çalışanlarına zorbalık yaptığı iddia edildiği için) etiketleri öne çıktı.
Bu retoriğin ters yüz edilmesi stratejisi, daha incelikli yollarla da ortaya çıkabiliyor. Geçtiğimiz Kasım ayında, medya eleştirmeni, BuzzFeed News’in eski genel yayın yönetmeni ve Semafor adlı medya şirketinin kurucusu Ben Smith, 2018’de cinsel tacizle suçlanan romancı Junot Díaz hakkında bir yazı kaleme aldı. Smith, makalesinde Díaz’ın tarafını tutarken onun hakkında daha önce çıkan haberlerde ona karşı oluşan “etik dışı bir önyargıyı” düzeltiyormuş izlenimi veriyor. Smith, yazı boyunca, Díaz’a yöneltilen suçlamaların abartıldığını, onun mesleki itibarını böylesine dramatik bir şekilde kaybetmeyi hak etmediğini, başka bir deyişle Díaz’ın, “adaletsizliğe uğradığını” iddia ediyor ve Díaz’ın bir arkadaşının şu sözünü aktarıyor: “işlemediğin bir suçtan ötürü hapiste olmak gibi bir şey bu.”
Smith’in makalesi, “tepkinin” tipik bir örneği; çünkü cinsel taciz suçlamalarına #MeToo öncesi dönemin bakışıyla yaklaşmamız gerektiği anlayışına bizi hiç çaktırmadan itiyor. Yazar Jude Doyle’un da belirttiği gibi, Smith, Díaz’a yöneltilen suçlamaları küçümser ve önemsizleştirir. Hatta, Díaz “zorla öpmekle” itham edildiğinde, abartılı bir biçimde söz konusu öpücüğün yalnızca yanaktan olduğunu söyler—sanki yanaktan bir öpücük cinsel taciz sayılamazmış gibi. Diaz’ın mağdur ettiği kişilerin söylediklerine son derece kuşkucu yaklaşırken, Diaz ve onun destekçilerinin söylediklerine büyük bir inançla yaklaşır. Diaz’a yönelik kamusal hale gelmiş pek çok suçlamayla ya hiç ilgilenmez ya da onları tamamen yok sayar. 2018’de Diaz’a karşı tepkisini koyan birçok kişi, Smith’in Diaz ile ilgili yazısını yazarken kendileriyle asla iletişim kurmadığını söylüyor.
“Tepki”nin ayırt edici özelliklerinden biri sahte tavizler verme stratejisidir. Bu stratejinin retoriği şöyle işler: genellikle bir noktada gerçekten bir sorun olduğunu kabul eder; geçmişin karanlık günlerinde bir noktada kadınların gerçekten eşitsizlikten endişe etme gerekliliğini onlara teslim eder. Ancak ardından, sorun henüz çözülmemişken, sorunu çoktan çözülmüş gibi sunar. Faludi’nin dediği gibi: “Anti-feminist tepki, kadınların eşitliği elde etmesinden değil, bunu kazanma ihtimalinin artmasından tetiklenir. Kadınlar daha bitiş çizgisine ulaşmadan onları durduran önleyici bir saldırıdır bu.”
New York Times köşe yazarı Pamela Paul, geçen yıl Mayıs ayında şöyle yazmıştı: “Pulitzer ödüllü meslektaşlarımın The Times’da haberleştirdiği #MeToo hareketinin yol açtığı hesaplaşma çok gecikmişti ve büyük ölçüde olumlu bir gelişmeydi. Bill O’Reilly, Matt Lauer ve Harvey Weinstein gibi rezil vakaların yıllarca ısrarcı bir biçimde haberleştirilmesi, işyerinde cinsel taciz ve saldırının yaygınlığına gerekli dikkatin çekilmesini sağladı. Buradaki davranışlar son derece çirkindi; sonuçları ise net ve gerekliydi.”
Ancak Paul şöyle devam etti: Artık #MeToo fazla ileri gitmiş olamaz mıydı? Acaba çok sayıda masum erkeği hedef almamış mıydı? Paul yazısında şu sonuca varıyordu: “Biz bir ülke olarak, cinsel şiddet ve tacizden suçlu erkeklere ne yapılacağı üzerine çok düşündük. Bu tür suçlamaları ne kadar ciddiye almamız gerektiğini, canavarlarla ne yapacağımızı tartıştık. Fakat tüm suçlamaları orantılı ve adil bir şekilde nasıl ele alacağımızı hala yeterince düşünmedik.” Sonuçta, Paul’un da işaret ettiği gibi: Her suçlanan avcı Harvey Weinstein değildi.
Hareketin merkezindeki canavarlar
Aralık ayında Harvey Weinstein, Kaliforniya’da tecavüz suçundan suçlu bulundu. Hâlihazırda New York eyaletinde çok sayıda tecavüz ve cinsel saldırı suçundan aldığı 23 yıllık hapis cezasını çekerken, bu yeni mahkûmiyetin cezasını bekliyor.
Weinstein’ın birbiri ardına gelen mahkûmiyetleri, #MeToo hareketi için bir dönüm noktası oldu: Suçlarıyla bütün hareketi kamuoyunun gözleri önüne seren bir canavar, diğer herkesin kötülüğünü küçük ve önemsiz kılan bir kâbus figürü… Ve nihayetinde adaletin önüne çıkarılmış biri.
Weinstein şimdi 70 yaşında. Hapishanede ölmesi kuvvetle muhtemel. İşlenen suçlara karşı sadece hapsetme anlayışını öne çıkaran bir kültürde, kuşkusuz bu “adaletin” ta kendisi gibi görünüyor.
Ama bu tepki çağında kendime sürekli şu soruyu soruyorum: Weinstein’a verilen cezalar gerçekten bir zafer mi, yoksa bir günah keçisi yaratma mı? Bu mahkûmiyetlerin, bütün hareketin öfkesini tek bir adamın üzerine yıkmanın bir yolu olduğunu düşünmekten kurtulamıyorum. Oysa asıl mesele, Weinstein’ın cezasızca hareket etmesine izin veren sistemler ve bu sistemlerden faydalanan, onun kadar iğrenç olmasa bile aynı ölçüde sorumlu olan diğer erkeklerdi. Gücü yeniden dağıtmak ve cinsel suistimalin farklı türlerine nasıl anlamlı bir yanıt geliştirileceğini tartışmak gibi zor bir işe girişmek yerine, Weinstein’ın akıbetini gösterip şunu diyoruz: “Bakın, meseleyi çözdük. Üstelik bu adam Weinstein kadar kötü değil, o hâlde sorun yok.”
Weinstein, aynı zamanda, #MeToo hareketinin bir bakıma cezalandırmayı hedeflediği bir figürün avatarı olma işlevini de görüyor: Donald Trump. Trump, kadınlara saldırdığını övünçle anlattığı bir ses kaydına ve yirmiden fazla kadının cinsel suistimal suçlamasına rağmen başkan seçildi. #MeToo’nun kamuoyundaki öfkesinin zirveye çıkmasının Trump’ın göreve başladığı yıla denk gelmesi tesadüf değil; aynı şekilde, kamuoyunun harekete ilgisinin Trump görevden ayrılır ayrılmaz dramatik şekilde soğuması da tesadüf değil. #MeToo, Trump’ın dolaylı yoldan cezalandırılmasıydı; Weinstein ise, aşırı güçlü, grotesk ve şeytani “avcı patron” rolünü oynuyordu.
Bugün Trump, yazar E. Jean Carroll tarafından açılmış iftira ve tecavüz davasıyla karşı karşıya. Carroll davayı kazanır ve Trump suçlu bulunursa, bu ne ölçüde hareket için bir zafer sayılacak? Ve ne ölçüde, toplumun çoktan yüz çevirdiği bir hareket uğruna verilmiş bir kurban olacak?
Eğer kalıcı ve gerçek bir değişim istiyorsak, yalnızca iki bireysel canavarı hedef almakla yetinip sonra bütün diğer sorunlarımızı görmezden gelmeye devam edemeyiz. Tekrar bir ilerleme kaydedebilmek için bir 30 yıl daha beklemek zorunda olmak istemiyorum. Bu “tepki”döngüsünü bir kez ve sonsuza kadar kırmak için ne yapmak gerekiyor?