Düşünen Kafalara Zararlı Fikirler Üşüşür!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Melike Birgölge’nin yönetmen Kemal Başar’la yaptığı, 1 Haziran 2011 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz.)

Romeo– Juliet, Çığ, Külhanbeyi Müzikali… Tiyatroda çok başarılı bir sezon geçiren 3 farklı tarzdaki oyun… Yeni sezonda da 3 oyunu sahnelenecek olan ‘BAŞAR’ılı yönetmen Kemal BAŞAR’la tiyatro üzerine keyifli bir sohbet…

Onu ilk tanıyışım, iki yıl önce sahnelenen, yönettiği, bir Orhan Kemal eseri olan 72. Koğuş’la oldu. Sonra yurtiçinde ve yurtdışında sahnelediği başarılı oyunlarının olduğunu öğrenince ‘Bir dakika, tam bir tiyatro delisiyle karşı karşıyayım’ dedim. Ve bunda yanılmadığımı da geçen yıl sahnelediği üç ayrı oyununu izledikçe daha da iyi anladım.Söz konusu tiyatro olunca ve bu konularda aynı frekansı yakaladığım kişileri bulunca bırakır mıyım? Tabii ki hayır. Yönettiği oyunlara gitmekle kalmadım, provalarına da sızdım.

Tiyatro böyle bir şey işte; aklınıza ve hayatınıza bir girdi mi, yandınız! Damarlarınızdaki kan bile sanatla akıyor! Karşımda usta bir yönetmen olunca ve her konuda sohbet edebilme şansını bulunca da, aklımdan şu geçiyor ister istemez; bir gün bir tiyatro oyunu yazsam ve Kemal Başar yönetse! Ne dersiniz Kemal Hoca’m? 🙂

Geride bıraktığımız sezonda 3 oyunda imzanız olan yönetmenliğinizle adınızdan başarıyla söz ettirdiniz. Romeo – Juliet, Çığ, Külhanbeyi Müzikali… Bu üç farklı tarzda yönetmenlik yaptığınız oyunlara birazdan değineceğim ama yönetmenliğinizden önce oyunculuğunuzla başlamak istiyorum. Sizin 1993 yılından bu yana dizilerde ve sinemada da kendini gösterdiğiniz oyunculuk geçmişiniz de var ama çok sık değil. Neden oyunculuğunuzu da yönetmenliğiniz kadar ön plana çıkarmıyorsunuz?

Bu benim için çok zor. En azından şimdilik olanaksız.

Neden?

Oyunculuk zaman alan, üstünde çok yoğunlaşılması gereken bir iş. Tiyatroda hem yönetmenlik, hem oyunculuk yapanlara gıpta ediyorum ama ben yapamıyorum. Zamanımın çoğunu yönetmenliğe ayırmak zorunda olduğumdan, hep öyle hissettiğimden tiyatro oyunculuğunda geri kaldım. 12 senedir sahnede ufak da olsa herhangi bir rol oynamadım. Şu an beni sahneye çıkarsanız, oradan da hastaneye kaldırırsınız.

Aaa! O niye? Siz kalkın; öncesinde oyunculuk yapın, sahnede oyunlar yönetin. Sonra da ‘Beni şu an sahneye çıkarsanız hastaneye kaldırırsınız’ deyin. Olacak şey mi? (Kahkahalar…)

Çok zor, çok saygıdeğer bir iştir tiyatro oyunculuğu. Ama ben yönetmenliği seçtim.

Bir de ‘Var olamadığım için oynamıyorum’ diyorsunuz bu konuyla alakalı? Ne demek bu, var olamadığınız için oynamamak?

İyi yönetmenle çalışan oyuncu, var olamadığını hissedebilir. Ağırlığının o ana kadar düşündüğünden, kendine konservatuarda dikte edilenden aslında çok daha az olduğunu anladığında, yönetmence kurulan yaşam içindeki varlığının ağırlığını, anlamını sorgulayabilir. Benim başıma gelen tam buydu. Aristophanes’in Eşek Arıları’nda başrollerden birini oynuyordum. Yönetmen, bu ülkenin en iyilerinden biri olan Ayşenil Şamlıoğlu. Kurgu öyle vazgeçilmezdi, oyuncuların çevresine ördüğü duvar öyle aşılmazdı ki kendimi hapsedilmiş hissettim. Fena oynamıyordum, insan bunu hisseder. Ama var olamıyordum. Benim yarattığım bir şey yoktu, her şey onundu, yönetmenindi. Ben yorumcuydum belki, hepsi o kadar. İç sıkıntısından, hayal kırıklığından önce ben benden geçtim, sonra da oyunculuktan tamamen vazgeçtim. Zaten hasbelkader oyunlar yönetiyordum. Çünkü Devlet Tiyatrosu’nda yönetmenliğe öyle başlanır. Ancak o zamana kadar yönetmenliği ciddiye almıyordum, bana bu öğretilmişti.

‘Bana bu öğretilmişti’ derken… İç sıkıntısından ve hayal kırıklığından dolayı ilk başlarda yönetmenliği ciddiye almayan Kemal Başar, şu an Türkiye’nin en başarılı tiyatro yönetmenlerinden…

İlk başlarda öyle düşündüğüm zamanlar gençmişim, cahilmişim, yanılmışım. Haldun Taner’in bir uzun cümlesinin ilk kısmı, yani ‘Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür!’, yaşam düsturum oldu. Kafamın içinde zararlı fikirler hep uçuştu, hâlâ uçuşur. Ama cümlenin ikinci kısmını, yani ‘Büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi düşünür’ kısmını hep sorguladım. Yalnızca yönetmenlik değil, yaptığım her işe kendimi olanca ağırlığımla koyarım ben. Bir şeye soyunmuşsam, onu mutlaka çok ciddiye alırım, o işle var olurum. Huy işte!

Oyunculuktan yönetmenliğe geçişiniz ilk nasıl oldu peki? Nasıl ve kimden geldi ilk teklif?

Bozkurt Kuruç’un Devlet Tiyatroları’nda Genel Müdür olduğu zamanlar, peşindeyim. Boyuna randevu istiyorum. Elimde Oriana Fallaci’nin ‘Doğmamış Çocuğa Mektup’u, illa ki yönetmek istiyorum. Fallaci’nin uzun öykü olarak yazdığı eserin tiyatro yapılmasına izin vermediğini falan hiç bilmiyorum o zaman tabii. ‘Bakın aslında eser böyle yazılmış da aslında şunu anlatmak istiyor falan’ diyorum. Adam da geçiştirip duruyor. Artık yıldığım bir zaman, bir gün beni makamına çağırttı, bir metin uzattı.

Neydi o?

Edward Albee’nin ‘Üç Boylu Kadın’ı. ‘Otur şuraya, oku’ dedi. O masasında bir şeyler yapıyor, ben de karşısındaki koltuğa oturmuş, metni okuyorum. Bir yandan da düşünüyorum, herhalde üzüntümü telafi edecek bir rol verecek, diyorum içimden. Sanki ‘Yok, oynamam’ diyecek durumum var da… Tuhaf bir durum yani. Metni karıştırdım, karıştırdım, dedim ki: “Bunda erkek rolü yok”. Güldü, “Yöneteceksin” dedi. Ne? Körün istediği bir göz… Oradan çıkılır, ayaklar popoya değerek eve gidilir, Fallaci derhal satılır, Albee’ye girişilir… Böyle, komik bir şekilde başladı işte. Ama meraklıyım ya… İşgüzarım ya… O heyecanla bir hafta Edward Albee’yi aradım, taradım, Houston Üniversitesi’nde buldum. Telefona geldi, “Yes?” Bir es… Sonra toparlanıp heyecanla dedim ki “Ben genç bir Türk yönetmenim, sizin şu oyununuzu yönetiyorum”. Kesip “Bana ne” demez mi! Telefon kapandı. Bu anımı doğal olarak uzun zaman kimseye anlatamadım.

Ankara, Adana, Sivas, Konya, Van’da oyunlar yönettiniz. Son yıllarda da İstanbul’daki tiyatrolarda… Durup baktığınızda Anadolu’daki tiyatro oyunları – oyuncuları – izleyicileri ve İstanbul’daki tiyatrolar arasındaki en belirgin farkların neler olduğunu gözlemliyorsunuz?

Bölgelerdeki oyuncularda belirgin bir umutsuzluk var. Büyük şehirlerde yetişmişler, genellikle doğru dürüst bir gelir için bölgelerde çalışmayı kabul etmişler, ait oldukları yerlere ne zaman dönebilecekleri meçhul. Zor tabii. Bu meslekte ileri gitmek için deneyimlilerle birlikte olmak şart, ama oralarda bu neredeyse olanaksız. Dostlar alışverişte görsün durumu aslında. Devletin bu kolaycı sanat politikasını mutlaka gözden geçirmesi gerek. İzleyici derseniz, her yerde aynı izleyici. İyi oyunun her yerde saygılı bir izleyicisi oluyor yani. Kötü oyuna ise Anadolu’da daha çok müsamaha ediliyor gibi.

Neden Anadolu’da daha çok müsamaha…

Çünkü seçenek fazla değil.

Siz yurtdışında, ülkemizden daha çok biliniyorsunuz. Gerek jüri üyesi olarak katıldığınız tiyatro festivalleri gerek yurtdışında yönettiğiniz oyunlarla, verdiğiniz seminerlerle… Mesela Romanya’da yönettiğiniz oyunla çok ilgi gördünüz. Ülkemizde yurtdışındaki kadar adınızın bilinmemesini neye bağlıyorsunuz?

Yönetmenler fazla tanınmaz ki zaten, ön plana çıkan oyuncular olduğu için… Daha çok meslek erbabı tanır bizi, basından ilgili olanlar, bir de tiyatro aşıkları… Yurtdışında on seneyi aşkındır uluslararası festivallere katılıyorum, dersler, seminerler veriyorum, workshoplar idare ediyorum, bazı festivallerin seçici kurul üyesiyim, bazı tiyatro örgütlerinin üyesiyim, Romanya’da iki, Polonya’da bir oyun yönettim. Haliyle özellikle Doğu Avrupa’daki tiyatro çevreleriyle çok ciddi bir yakınlığım var.

Tüm pislikleri, kirleri rengarenk boyayan ve inceliklerle insanlara hayatı sunan sanata sistemler neden ısrarla karşı geliyor?

Sanat insanlara yeni şeyler, daha farklı, daha özgürlükçü, daha ilerici düşünceler öneriyor çünkü. Hangi sistem yanlışım ben, şöyle bir yenileneyim diye düşünür ki.

Romeo – Juliet sizin vazgeçilmezlerinizden… Bu eseri önce Van Devlet Tiyatrosu’nda, sonra Romanya’da, son iki sezon da İstanbul’da sahnelediniz. Neden ısrarla bu eser?

Romeo Juliet ısrarım yok benim. Hiç de olmadı.

E, bu üç kez sahneleme olayı…

Şöyle ki; 4-5 sene önce Trabzon’un genç sanatçılarıyla Macbeth yapmak istemiştim. Uygun görüldü. Murat Gülmez, rahmetli Seyhun Ayaş, Can Atilla, ben giriştik ön çalışmalara. Süreç içerisinde başrejisörle eften püften bir konuda çatıştık, tartıştık, ben haklısın demedim. Haklı değildi çünkü, acayip kızdı bana. E ne yapalım, ben de ona…

Sonra…

Bu sırada Trabzon’un oyuncu müdürü kendini Macbeth olarak lanse etmeye başlamış. Müdür ya, kendine istediği rolü verecek. Hem haberim yok, hem en önemlisi bence Macbeth o değil, bir büyük sıkıntıdır gidiyor yani. Aaaa, bir duydum ki Macbeth’e herhalde bana ceza olsun diye Gürcü bir yönetmeni çağırmamışlar mı! Benim projeme… Höst denmiyor tabii, kurumdan atarlar. Bir cesaret kabalığa bak dedim, o da kendi kendime. Genlerde var ama bende ne çene durdu tabii, ne başka bir şey. Çok sinirlendim.

Haklı olarak tabii…

Yani… Yaratıcı ekibi o kadar çalıştırmışım, bana güvenmişler, zaman ve beyin harcamışlar. Dekor konsepti belirlenmiş, örnek müzikler bestelenmiş, ışık planları düşünülmüş, hale bak! Dönemin genel müdürü kısa bir süre sonra ayıbın farkına vardı tabii, beni çağırdı, “Bunu unutacağız artık, yerine ne sahnelemek istersin” dedi. Sorarlarsa, aynı konsepti uyarlayabileceğimiz oyun olarak Murat Gülmez’le ‘Romeo ve Juliet’te kararı çoktan kılmıştık zaten. “Van Devlet Tiyatrosu, Romeo ve Juliet” dedim. Orada ilk Shakespeare olacak, sanırım bunun için çok cazip geldi önerim. Ama benim derdim başka.

Nedir?

Aşktan, meşkten çok iki ailenin kuşaklar süren anlamsız düşmanlığını ve din – devlet mekanizmalarının tarih boyunca yanlış tutumlarını vurgulayacağım. Tehlikeli sular yani! Neyse, oyun yapıldı, fena da olmadı o şartlarda… Derken Romanya’dan bir teklif daha aldım, ikinci oyunumu yapacağım o ülkede. ‘Ne yönetmeyi arzu ediyorsun?’ dedi sanat yönetmeni Ranin.

Siz de Macbeth dediniz değil mi?

İçimde kaldı ya, “Macbeth” dedim. O elindeki dosyadaki CD’ler ne dedi? “Önceki bazı oyunlarımın CD’leri” yanıtını verdim. Videoya taktık, Romeo Juliet’ten başlamadık mı kazara. Adam boyuna ileri alıyor, geri sarıyor. Dedi ki “Bunu yapıyoruz”. Ama, mama dedim, dinlemiyor. “Süper bu” diyor. Yaptık mı aynı oyunu bir de Romanya’da. Tiyatro oranın en önemlilerinden, o sene Cannes’da birinci olan filmin başrol oyuncusu Laura Vasiliu Juliet rolünde, Romeo’yu oynayan Marius Manole iki sezondur bütün ödülleri almış, dadı Rodica Mandache zaten Romanya’nın en ünlülerinden, o şahane castın da etkisiyle oyun çok sükse yaptı tabii. Sonraki sezon da Ayşenil Şamlıoğlu çağırdı beni. Dedi ki “Yurtdışı başarılarınla gurur duyuyoruz, Şehir Tiyatroları’nda da bir oyun yönetmek ister misin?” Neden istemeyeyim, bayılırım. Atıldım, “Macbeth yapayım” dedim. “Şu Romanya’daki Romeo Juliet’in CD’si var mı” demez mi!

Der. Var tabii! (Kahkahalar…)

Var anasını satayım, var! (Kahkahalar…) Üçüncü Romeo ve Juliet’i de öyle yaptık işte. Ama bu sefer ne yazık ki Seyhun yoktu aramızda. Çünkü Romanya’daki prömiyerin ertesi günü uçakta kalp krizi geçirip yaşamını yitirmişti bu çok değerli arkadaşım. İstanbul’daki çalışmamı ona adadım, oyun onun anısına yapıldı. Işıklar içinde yatsın.

Bu eseri belirli aralıklarla Van, Romanya ve İstanbul’da sahnelerken gözlemlediğiniz şeyler ve bariz farklar…

Oyuncu faktörü tabii. Oyuncu en önemli öge. Ben yönetmen olarak konsepti belirliyorum, roller için çerçeveleri çiziyorum, ama aynı rolü oynayan her farklı oyuncu, o çerçevenin içinde kalmasına karşın bambaşka şeyler üretiyor. Çünkü yaşanmışlıklar farklı, kültürler farklı… Ama sonunda siz yönetmen olarak aynı yere varıyorsunuz. Bu sürece tanıklık etmek çok heyecan verici, çok öğretici.

Romeo – Juliet, Çığ, Külhanbeyi Müzikali… Sahnelediğiniz oyunları estetik bir dille, yalın bir şekilde anlatırken bunun paralelinde post – modern ve çağdaş bir bakış açısıyla yönettiğinizi fark ediyorum. Günümüzdeki ilişkilerde de yaşananlara dikkat çekmek adına sanırım. Bu yalın anlatım ve post – modern anlayışla baktığınızda aslında ön plana çıkarmak istediklerinizi sahneye koyarken yüzyıllar öncesiyle günümüzde de yaşanan bazı şeylerin süregeldiğini görünce insan neler düşünüyor?

Ben tarzımı post-modern falan diye sınıflandırmıyorum, çağdaş tiyatro yapmaya çalışıyorum yalnızca. Aradığım şey, yalınlık. Yalın, daha yalın… Yaşamım boyunca da aramaya devam edeceğim. Günümüzde yaşananlar, yalın bir dille anlatıldığında daha çarpıcı oluyor, diye düşünüyorum. İnsanlığın berbat bir döneminde yaşıyoruz. Korkunç şeylere tanıklık ediyoruz. Güç, insanoğlunun içinde. Kötülüğü de iyiliği de yaratan kendisi. Sanat, iyiliğin, güzelliğin yol göstericisidir.

Romeo – Juliet iki sezon oynadı. İki aşığın kavuşamaması ve imkansızlıkları mıydı, onları böyle ölümsüz kılan ve yüzyıllarca kuşaktan kuşağa aktarılmasına sebep? Yoksa başka…?

Üçüncü sezon da oynayacakmış. Shakespeare’in temaları evrensel temalar. Bu yüzden oyunları hep güncelliğini koruyor. Ama tek başına metin değildir bir oyunu başarılı kılan. Ya da ana öge değildir. Biz tiyatroda oyun okumuyoruz, bir yönetmenin oyun metninden yola çıkarak yarattığı gösteriyi izliyoruz. Ben Romeo ve Juliet’i iki salkım halat, iki parça kumaşla yaptım.

Evet ona da değineceğim. İki salkım halat, iki parça kumaşla bu kadar etkili anlatım olabilir. Sahnenin iki yanından akan halatlar, bazı sahnelerde Romeo ve Juliet’in yaşadıkları toplum içerisine sıkışmışlıklarını anlatan simgeler… Aynı zamanda o halatlar bir başka sahnede; aşıkların çaresizliğini, kederini, elini kolunu bağlayan töreleri yansıtan materyaller olarak… Yine iki salkım halat, Juliet’in odası bir başka sahnede Romeo’nun acıyan, ağlayan kalbi…

Aynen… Ama metinde ciddi değişiklikler, kısaltmalar, yer değiştirmeler oldu. Her rejimde olduğu gibi oyuncuları öne ittim, onlara kocaman boş alanlarda büyük sorumluluklar verdim, çok güvendim. Eğer bir başarı varsa, oyuncuların payı büyüktür.

Romeo – Juliet… Aşk, çaresizlik, imkansızlık… İki düşman ailenin ancak ölümle birleşen çocukları… Yaşarken; sevilenin sevgi tarafından korunması, sevginin sevileni yeniden yaratması… Sözde günümüz aşklarına baktığımızda Romeo – Juliet’teki derinliği, sevgiyi, incelikleri yaşayamamalarının nedenleri?

Öyle mi dersiniz? Çiftler mutlaka kendi içlerinde o derinliği, sevgiyi, inceliği yaşıyorlardır. Yoksa olur mu hiç? Aşk her koşulda yolunu bulur.

Özgür düşünceyi öven, dogmalara karşı bir oyun ‘ÇIĞ’ Bir doğa olayından yola çıkarak; yönetim biçimleri, korkular… 11 Eylül’den sonra bütün dünyada da baskıcı yönetim şekilleri kendini gösterdi. Herkes korkuyor. Bizim ülkemizde de sürekli korku… Bu korku yok olup, bitecek mi, silinecek mi bir gün dersiniz? Nasıl peki?

Tuncer Cücenoğlu, Çığ’daki bir karakterine ‘Korku insanın kurdudur’ dedirtiyor. Korku içten içe önce bireyi, sonra toplumu yer. 11 Eylül yakın dönemde bir milattı, baskıcı düzenleri övmeye, geliştirmeye yaradı.

Ve sistem eleştirmeleri en aza indirgendi.

Evet, aynen… Ama sistemi eleştirmediğin zaman, üstünde nasıl tartışılacak, insanoğlu nasıl gelişecek? Ama eleştir de gör, hemen cezasını çekiyorsun. Aslında insanlık, kendine ediyor.

E, haliyle böyle yaparak önce kendine ediyor, sonra topluma sonra da insanlığa…

Aynen öyle… Yenilenmemenin sonu, yok oluş. Bu fark edilecek. Alnında ışığı ilk hissedenler, eserlerinde çoklukla bu durumu işliyorlar zaten.

Oyunlarda metaforları çok iyi ve incelikle kullanıyorsunuz. Bu ‘Çığ’ da ve ‘Romeo – Juliet’ oyununda da görülüyor. Metaforları incelikle kullanıp konuyu ve olayı bu yolla izleyenlerin hayal gücüne bırakıyorsunuz. Bundan yola çıkarak, sanat, sahnede sınır tanır mı? Tanırsa nereye kadar, hangi durumlarda?

Ne kadar yalın olursanız, o kadar sınırsız oluyor yaratınız. Ben koca koca evler, bahçeler, ağaçlar kurmuyorum oyunlarımda. Başka malzemelerle ne gerekiyorsa, onu çağrıştırıyorum. Böylece her bir izleyici kendi evini, kendi bahçesini, kendi ağacını kuruyor hayalinde. Kimsenin hayalini sınırlamıyorum kendiminkiyle. Sınırsızlık dediğim, bu. Kendimce bir sınır koyup, buraya kadar, demiyorum. Eğer sorunuz çıplaklıkla ilgiliyse, çıplaklık da erotizm de insanın hallerindendir ve biz insanı anlatıyoruz madem, elbette sahnede de gerektiğince olacak. Belli bir estetikle elbette.

Bir oyunu yönetmeye başlarken kendi bakış açınızı yansıtmak üzere oyunda bazı değişiklikler yaparken neleri göz önünde bulunduruyorsunuz?

Hiçbir şeyi göz önünde bulundurmam. Düşüncem doğrultusunda dümdüz giderim. Tema olduğu gibi durur, ama gerekiyorsa konuyu, karakterleri, her şeyi değiştiririm, ekleme, çıkarma yaparım. Benim yaptığım tiyatronun yaratıcısı yönetmendir.

Çalıştığınız oyunculara ve oyuncuların geneline baktığınızda yaptıkları en büyük yanlışların ya da hataların neler olduğunu fark ediyorsunuz?

Tiyatro aynen yaşam gibi sürprizlerle dolu ve hiçbir zaman öğrenilemiyor. Hep öğrencisiniz. Erken olanlar, olduklarını sananlar, budur, buraya kadar diyenler en büyük hatayı yapıyorlar bence. En büyük oyuncular, en alçakgönüllü olanlardır genellikle. İnsan yaşamda deneyim kazandıkça, hiçliğe daha çok yaklaşır.

Tiyatro ve sinema oyuncusu, seslendirme sanatçısı, yönetmen, senarist bir babanın, Savaş Başar’ın çocuğu olmanız, armut dibine düşer olayı misali… Babanızın tiyatrocu – oyuncu olması sizin bu yolu seçmeniz kaçınılmaz mıydı?

Tam tersine. Babam tiyatroya bulaşmamı hiç istemedi, onun hayali ODTÜ’ye girmemdi. “Tiyatroda sıradan olana yer yoktur, çok az kişi başarılı olur, eğer onlardan biri olmazsan hep mutsuz olmaya mahkumsun” derdi. Yine de çok istekliydim, ama babam önümde engeldi. Çok ısrar ettim, kıyamadı, birkaç gün çalıştırdı beni. “Oğlum olduğunu söyleme sınavda” dedi. O zamanlar, aslında neredeyse tüm zamanlar Devlet Tiyatrosu ve Devlet Konservatuarı’nda her şeyin hakimi olan Cüneyt Gökçer’le arası hiç iyi olmamıştı. Onun despotça uygulamalarına, kayırmalarına karşı koyan grubun içinde yer almıştı hep.

Babanız bu sebeple tiyatroyla ilgilenmenizi istememiş. Bu yüzden sizi korumaya çalışmak istemiş sanırım.

Aynen… Kendine yapamadıklarını bana yapacaklarından, beni ezeceklerinden korkuyordu.  Neyse, yeterli hazırlanamamıştım herhalde diyelim, sınavı kazanamadım. TED Ankara Koleji’ni bitirmiştim. Annemle babamın istediği gibi ODTÜ’yü kazanmam hiç de zor olmadı. Ama çimlerinde gitar çaldığım, grubumuzla amfilerinde konserler verdiğim, hep çok güzel zaman geçirdiğim okulun 5. senesinde hâlâ ilk sınıflarda debeleniyordum işte.

Çünkü aklınız tiyatrodaydı.

Aynen… Aklım tiyatrodaydı. Ve birden babamı kaybettim. 47 yaşındaydı ve ben onu kaybettim. 20 gün sonra konservatuar sınavları vardı Ankara ve İstanbul’da. Ankara’daki hocalara güvenmedim, zaman yitirmeden İstanbul’a gittim, konservatuarı kazandım. Genellikle iyi bir öğrenci oldum okulda. Okulu bitirince de formalite sayılacak bir sınavla, o zaman öyleydi, Devlet Tiyatrosu’na girdim.

Babanız iktidarlara karşı durmuş, devrimci, başı beladan eksik olmayan sivri dilli bir insan olduğu için Ankara konservatuarına girememişsiniz. Ama babanızı kaybettikten sonra iyi bir dereceyle Mimar Sinan konservatuarına girdiniz ve bitirdiniz. Yani bu demek oluyor ki; ne olursa olsun çok istediğiniz bir şeyin uğrunda yürünen yolda engeller bir bir yok oluyor ve amaca ulaşıyor. Hele ki bu yani sevdiğimiz yapmak istediğimiz mesleği yapma konusunda, ülkemizde bir lüks iken sizin bunu başarmanız mutluluk verici. Konservatuvar bitirip, oyunculuk ve yönetmenlik sürecinizde karşılaştığınız engeller oldu mu? Olduysa onları nasıl alt ettiniz?

Başarı ile… Sürekli başarılı olmak zorundayım, diye düşündüm. Tutkulu ve coşkulu bir insan oldum hep, bir türlü de büyüyemedim, yakınlarım beni taşkınlıkla suçlar bazen. Ve inandığım yolda çok kavgacıyımdır, zor dönerim. Kafamda da zararlı düşünceler uçuşur durur.

Tiyatro için ‘Tanrısal bir iş’ diyorsunuz. Yani…

E tanrısal tabii. Hiç yoktan yepyeni bir dünya yaratıyorsunuz. Yeni bir plastik, kendi estetik düşünceniz, yeni karakterler, ilişkiler… Tanrısal değil mi şimdi? Yaşam kurguluyorsunuz işte. Yönetmenlik bu.

Bu, oyuncunun görevi ama yönettiğiniz bir oyunda, bir oyuncu karakterini doğru dürüst giyememişse, el atmanız ve yönlendirmeniz ne şekilde olur?

Bir oyuncu kendini koyar ortaya. O karakter içinden, biriktirdiklerinden çıkar. Bunu fark edememiş bir oyuncuyla çalışıyorsam, ona yardımcı olmaya çalışırım. Daha samimi olmasını, sahnede kendini mutlak çırılçıplak hissetmesini, oyunculuğun bunu gerektirdiğini söylerim en çok. Ama yönetmenlik yaparken, bir eğitmen değilim ki ben. Buna zamanım da yok ayrıca. Olmadıysa, kendi haline bırakırım. Birçok rejisör kendine hocam denmesinden hoşlanır. Ben ise tam tersine. Herkes gibi öğrenciyim. Yaşamı anlamaya, anladığım kadarını anlamlandırmaya çalışıyorum.

Çalıştığınız oyuncularda en çok önem verdiğiniz konular neler?

Oyuncunun samimi olması ve kendini bırakması her zaman işi kolaylaştırıyor.

Ekibinizde olmazsa olmaz isimleriniz var. Can Atilla, Murat Gülmez, Canan Göknil bunlardan sadece üçü… Son oyunlarınızın harika müzikleri Can Atilla’ya ait. Hatta Can Atilla’nın 1453 şarkısından yola çıkarak bir oyun yaratıyor ve tiyatroya sunuyorsunuz. İlgilenmiyorlar ve siz de bu oyunu alıp Polonya’ya gidiyor, Legnica kentindeki Teatr Modrzejewskiej’de, Aşk-ı Hürrem olarak sahneliyorsunuz. Bugüne kadar katıldığınız birçok festivalde sergilemenizi istemişler. Ülkemiz elimizdekilerin ne zaman ve nasıl farkına varacak?

Her meslekte kendinizi kabul ettirebilmeniz için bir süreç gerekiyor. Ben de o süreci yaşadım diye düşünüyorum. Çok sıkıntı çektim, doğru, ama şimdi hepsine gülümsüyorum.

Özel tiyatroların çoğunun bildiğimiz romanları sahneye uyarlamasına ne diyorsunuz? Neden bu yol tercih ediliyor daha çok?

Oyunun başlığı tanıtımda önemli, belki o yüzdendir.

72. Koğuş’ta Yavuz Bingöl, Azra Akın gibi tiyatroyla ilgisi olmayan isimlerle tiyatro yapmanız hangi önyargıları kırdı sizde, hangi düşüncelerinizi pekiştirdi?

Tiyatronun seyircideki algısı ve politikası gereği popüler isimlerle çalışmam daha uygundu, öyle yaptım. Bu konuda hiçbir önyargım yoktu, Yavuz’la da, Azra’yla da iyi ki çalıştım. Söylediğiniz isimlerin ikisi de oyunculuğun çok saygıdeğer bir iş olduğunu bilen, disiplinli, ölçülü, işlerinde bugüne kadar başarılı olmuş, halkın beğendiği, sevdiği insanlar. İkisi de başarılıydı desem? Yani düşündüğüm konsept için seçimlerim bence oldukça yerindeydi. Provalar önceden nasıl planladıysam o şekilde oldu, 45 gün önceden söylediğim tarihte de prömiyeri yapabildim. Bu şu demek, herkes disiplinle, benim çizdiğim yolda yürüdü, hiçbir şeyde bir sapma olmadı. Benim görevim prömiyerde bitti doğal olarak. Oyunu yapımcıya teslim ettim. Kendi ölçülerimde ve onların ölçülerinde çok iyi bir ilk oyun verdim Sadri Alışık Tiyatrosu’na. Sonuçta özel tiyatro tabii; sürekli turnelerde, alışık olmadıkları başka başka sahnelerde, üstelik bazen çok uzun aralar vererek oynamak durumunda kaldılar. Oyun gün geçtikçe yıprandı; zamanlamalar, esler, hatta mizansenler değişti, benim çok tatmin olamayacağım düzeyde sergilemeler de olmuştur belki. Seyircinin internetteki yorumlarından sezebiliyordum bunu. Ama bugüne kadar en çok gişe yapan oyunlarımdan biri olmuştur Sadri Alışık Tiyatrosu’nun 72. Koğuş’u. İngiltere’de 3000 kişilik salonda kapıları kıracak seyirciyi doldurmayı başarmıştır. Kaç özel tiyatro Londra’da temsil verdi? Türkiye’deki oyunların da hemen hepsi dolu salonlarda oynanmıştır. Sadri Alışık Tiyatrosu’nda yeniden çalışacak olsam, yine seyircinin beklentisi doğrultusunda medyatik ve popüler isimlerle çalışırım. Neyse, uzun sözün kısası 72. Koğuş, Kerem Alışık ve Yavuz Bingöl’e tiyatrosundan sonra bir de sinema filmi yaptırtacak kadar başarılı olmuştur.

Kültürlerin yozlaşmasına gelirsek… Sadece Türkiye’deki değil, dünyada da… Bu durumu en çok tetikleyen neler sizce ve bu nasıl en aza indirgenecek?

Keşke sosyolog olsam… Çıkarımlarım yanlış olabilir, ama bir dünyalı olarak diyebilirim ki kültürün yozlaşmasını en çok tetikleyenler kapitalizm, ırkçılık, baskıcı düzenler ve pompalanan köktendincilik. Kapitalizmin hüküm sürmesi için dünyayı tek tip yapmaya çalışıyorlar, bu da tüm kültürleri yozlaştırıyor.

Kültürel çeşitlilikler hızla yok oluyor.

Aynen öyle… Kültürel çeşitlilikler hızla yok oluyor. Bir yandan ırkçılığa karşı söylemler, zenci bir ABD Başkanı mesela, ama öte yandan ırkçılığın daniskası: Araplar, Afrikalılar dünyayı yönetenin eliyle küçümseniyor, sömürülüyor, eğitimsiz bırakılıyor, kültürel alanda da yoksullaştırılıyorlar. Dünyada ciddi bir nüfusa sahip çingeneler hor görülüyor, asimile edilmeye çalışılıyor. Dünyanın birçok yerinde bırakın anayasaları, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ne aykırı olan insanlık dışı uygulamalar güvenlik gerekçesiyle, belki de bazı yönetenlerin eliyle yaratılan terörün korkusuyla yasalmış gibi algılatılmaya çalışılıyor, insanlar böylece baskı düzenine yavaş yavaş alıştırılıyorlar.

Baskı düzeni etkisini göstermeye başladıkça insanlar konuşamıyor.

Aynen… Korkan, sinen kalabalıklar da özgürce konuşamıyor, kendilerini ifade edemiyorlar. Kendini ifade etmekten aciz insan, kültürünü nasıl yaşatacak ki? Özgür olmayan birey nasıl sanat yapacak ki? Yönetenlerin gittikçe zalimleştiği, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu bir dünya düzeninde kıyametin de çabucak gelivereceğini bilmek için kahin olmaya gerek yok.

İnsanlığa yakışır bir şekilde ve insanca yaşamak varken…

Evet… Daha güzel, daha mutlu bir dünyada, insanca yaşamak herkesin hakkı. Tarihte bu dönem kötü politikaları ve kötü politikacılarıyla anılacak. Şu anda görevde olan bir büyük lider söylesenize bana! Ne mutluyum ki benim düşüncelerimi söyleyebildiğim, kitlelere ulaşabildiğim bir alan var. Ben kötülüklere var olabildiğim alanda, tiyatroyla direnmeye çalışıyorum.

Siz oyunculuğunuz, yönetmenliğiniz ve tiyatro müdürlüğü yapmanın paralelinde iki dizi senaryosu, bir çocuk oyunu yazdınız. Bunun paralelinde yabancı oyunların çevirilerini de yaptınız. Yazının yönetmenliğinizi beslemesi, yönetmenliğinize katkıları ne doğrultuda?

Benim asıl işim yönetmenlik. Sonra öğretmenlik, sonra da çevirmenlik… Oyunculuk eğitimi aldım, yani oyuncuyum da. Ama çok zamanımı alıp yönetmenlik yapmamı sınırlayacağından, çok sevdiğim oyunculuğu yapamıyorum ve bile isteye isteye geri kalıyorum, köreliyorum, çünkü oynaya oynaya gelişen bir şey oyunculuk. Hepsi tiyatro ana başlığında birbiriyle ilgili, birbirinden beslenen alanlar. Ama yalnızca tiyatroyla ilgili ögelerin değil, yaşamla ilgili her şeyin, her deneyimin yönetmenliğime yararı, katkısı var.

Yöneteceğiniz oyunlarda ne söylemek istiyorsanız, söyleyeceklerinizi anlatan metinleri seçiyorsunuz daha çok.

Aynen öyle… Binlerce metin var. Ne söylemek istiyorsam, ona göre bir metin seçip yönetiyorum. Yani iyi bir oyun metni değil benim başlangıç noktam, doğru olduğunu bildiğim, o gün için gerekli olduğuna inandığım bir cümle, bir düşünce. Sonra da o düşünceye göre bir metin…

Bunu çalıştığınız isimlere sormamız gerek ama… Kemal Başar, zor bir yönetmen midir peki?

Sanmıyorum, ama emin de olamam tabii. İlk provaya yaratıcı ekibimle çok çalışmış bir halde giderim. Her şeyi bilemeyiz elbette. Ama oyuncuyu boşlukta bırakmamaya çalışırız. Dekor, kostüm eskizleri, varsa müzik örnekleri hazırdır. Stil bellidir. Rol için çizdiğim çerçeveden dışarı çıkmamasına özen gösteririm her oyuncunun, o kadar. O çerçeve içinde kalmak kaydıyla herkes rolünü dilediğince yorumlamakta özgürdür. Ayrıca yalnızca oyunculara değil, herkese saygılı olmaya çalışırım. Sesim kolay kolay yükselmez. Çok eğlenirim prova yaparken, ama yine de kesin bir şey söyleyemem bu konuda. Belki eğlencemden rahatsız olanlar vardır. Ne bileyim… Umarım diğerleri de benim kadar eğleniyorlardır.

Sizce sahneyi bu kadar büyülü kılan şeyler nedir?

Yeni yaşamlar kurduğum tanrısal bir alan olması. Yani yaşamın ta kendisi olması. Sahne bizim mabedimiz derdi hocalarımız konservatuarda, evet ya, mabedimiz! Sahne için daha iyi bir terim bulamadım ben yaşadığım profesyonel süreç içinde.

Tiyatronun, sahnenin size hayatla ilgili öğrettiği en önemli tecrübeler?

Yaşam, yaşamın en değerli varlığı insan dipsiz kuyu. Dedim ya, deneyim kazandıkça bir hiç olduğunu daha da çok anlıyor insan. Bu durum hüzün veriyor.

Hayat sahnesindeki kendi rollerinize baktığınızda başrolü hangi Kemal’e veriyorsunuz? Baba Kemal, yönetmen Kemal, eş Kemal…

 Oğlum ve eşim için değil tiyatro, her şeyden vazgeçerim. Yani önce eş ve baba Kemal, sonra yönetmen Kemal.

Hürriyet

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.