Jérôme Bel – The Show Must Go On

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet K. Özel

Jérôme Bel kavramsal olup da yarattıklarını “izletebilen” ender sanatçılardan. Bel, seyirciyi düşünmeye sevk eden; onun işlerini ve tarzını tanımadan yolu gösteri salonuna düşmüş ve izlerken bir yandan da düşünmesi gerektiğini fark etmeyen veya düşünmeyi tercih etmeyen/istemeyen seyirciden bile eninde sonunda öyle ya da böyle tepki almayı başarabilen bir sanatçı.

The Show Must Go On / Şov Devam Etmeli” çok basit, naif ve şiirsel bir fikirden yola çıkılarak hazırlanmış gibi duruyor. Dünya üzerinde hemen hemen herkesin az çok bildiği, herkese mal olmuş, dünya popüler kültürünün en tanınmış 18 şarkısını sahnelemek.

Şarkıların içerdiği sözlerden, yarattıkları atmosferlerden ve bazen de şarkıların karşımıza ilk çıktığı hallerinden esinlenilerek çok basite, öze indirgenmiş, zekice hazırlanmış, kavramsal ağırlıklı sahnelemeler bunlar. Bazısında sadece ışık başrolde, bazısında karanlık, bazısında arkadaki siyah kadife perde, bazısında sahnedeki 26 performansçı; çoğunda ise salondaki seyirci.

Jérôme Bel seyircinin tepkilerinden, başka bir sürü şeyin yanı sıra seyircinin kendisi hakkında da pek çok şey öğrendiğini söylemiş. Eğer İstanbul’daysa bel bu akşam İstanbullu seyircinin tepkilerinde çok şey öğrenmiştir, ama doğrusu seyircimizin tepkisi beni pek şaşırtmadı.

Geçtiğimiz yıllardaki tiyatro festivallerinde de gözlemlediğim üzere, eğer bir gösteri “olağandışı”, “zor kavranır”, “kolay içine girilmez”, “meditatif” veya “çok tekrarlı” ise seyircimiz salonu akın akın terk etmekten (terk ederken de gürültü çıkarmayı ihmal etmemekten) sahnede gösteri devam ederken uğultulu bir şekilde fısıldaşmaya kadar varan sıkılma ibareleri göstermekten çekinmez. (Bir iki örnek: Hotel Pro Forma’dan “Operation: Orfeo“, Keersmaeker’den “Raga For A Rainy Season / A Love Supreme“)

Seyircimizin sabrı yoktur, dikkati kolay dağılır, düşünsel gayret gösterme konusunda isteksizdir.

Bu akşam da istisna değildi; benzer anlamda tepkiler gösterildi. Neyse ki performansın kendisi seyirciyi dışlamayan, dördüncü duvarı kaldıran ve hatta seyirciden bizzat tepki talep eden nitelikteydi de, ne kadar “yaratıcı” olduğumuzu sergileyebildik.

Örneğin; Jérôme Bel sahneyi ve salonu (reji masasındaki alet ışıklarına kadar) zifiri karanlıklaştırıp John Lennon’un “İmagine“ı eşliğinde barış dolu bir dünya hayal etmemizi öngördüğünde, seyircimiz cep telefonlarını açıp ışıklarıyla etrafı aydınlattı. Yıllar önce Joan Baez ilk defa İstanbul’a geldiğinde Açıkhava’da çakmaklarımızı yakarak bu efekti gerçekleştirmemiş miydik zaten. Bu seferki biraz bayat kaçmadı mı! Tabii, hayalimizdeki o barış dolu dünyanın cep telefonsuz olamayacağını anlatmak içindiyse bu “gestus”, o zaman söyleyecek söz yok!

Zifiri karanlığı istila eden “ateşböceği” seyircimizden, hemen ardından, Simon & Garfunkel’in “Sound of Silence“ında mutlak sessizlik beklemek saflık olurdu! Bir şarkı boyu karanlıkta hayallere dalmayı beceremediğimiz gibi, bir an sessiz kalmayı başaramadık; hatta sessizliği bozmak, sabote etmek için elimizden geleni yaptık.

Keşke bu isyankarlığımızı sokaklara taşıyabilsek!

Bu bir dans festivali değil miydi, bileti satılan gösteri bir dans gösterisi olarak duyurulmamış mıydı, Jérôme Bel literatürde koreograf olarak geçmiyor muydu; o zaman bizim seyircimiz sahnede kanlı canlı dansçı/performansçı izlemeye gelmişti.

Ne zaman 25 performansçı sahnedeydi, biz memnunduk. Hele de “hareket ediyorlarsa” daha da memnunduk. Performansçıların hareket ettikleri şarkılarda çok eğlendik! “Düşündük” mü? Emin değilim.

Bel’in düşünmemiz için en uygun ortamı yarattığı iki şarkıda düşünmek dışında “yaratıcı” her şeyi yapmışken geri kalanında zaten ihtiyacımız yoktu ki; sahnede gördüğümüz “bir şeyler” vardı; “gördüklerimiz” bize yetti.

Jérôme Bel’in her bir şarkı için ayrı ayrı “düşündüğü” sahneleme fikirleri zekiceydi. Hepsi basit fikirlerdi ama etkili sonuçlar verdiler.

İstanbul’dan seçilmiş 25 dansçı/performansçı ve 1 dj de çok iyiydiler. Her birinin gündelik kıyafetleri ve olağanüstü performansları göz kamaştırıcıydı.

The Show Must Go On / Şov Devam Etmeli” şarkıları bilmeyenler veya sözlerini anlamayanlar için ne kadar anlamlı oluyor, emin değilim. 80 dakikalık yapıtta sadece bir-iki sahne şarkıların ve sözlerin ötesine geçiyor ki o sahneler en etkileyici olanları. Örneğin; her performansçının kendi kulaklığından kendi seçtiği şarkıyı dinleyip, şarkının nakaratını her defasında yüksek sesle bağırdığı sahne hem insana dair “çok şey” anlatıyordu, hem de eğlenceliydi.

Jérôme Bel’i üçüncü defa İstanbul’da konuk etmenin ötesinde, “The Show Must Go On / Şov Devam Etmeli”Nin İstanbul versiyonunu hayata geçirmiş olmalarından dolayı idansçılara teşekkürler.

Danzon

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet K. Özel

Yanıtla