Herkes Elinden Geleni Yolladı Van’a, Ben de Kendimi…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Tiyatrocu Merve Engin, oyunu ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ ile Vanlı çocukların karşısına çıktı. Engin, Van tecrübesini kaleme aldı.] Herşey içime sinmeyen yardımlarla başladı. Gözümle görmesem içim rahat etmeyecekti. Gözümle gördüm, içim hiç rahat değil… Önce Ayşegül (Altınay) ile Ebru’ya (Nihan Celkan) danıştım. “Beni oraya göndersek ya” dedim, “Üç gün kalsam, oyunlar oynasam?” Onlar da beni KAMER’li kadınlarla buluşturdu. İki yüreği güzel kadın karşıladı beni: Sacide ve Neşe. ‘Kültür’ün bahçesindeki çadırkentteydik. Hasar görmüş Devlet Tiyatrosu’na bakıyordu tüm çadırların kapısı.

Gittim, karşılaştığım yüzlerde hafif bir korku; bir deprem daha yeni olmuş 4 dolaylarında. “Bu depremler bitmiyor kızım” dedi Sacide abla. O Diyarbakır’dan gelmiş. Neşe ile beraber gece gündüz doğru düzgün uyumadan bizim çadırkentin çamaşırlarını yıkıyorlar. Bazen çamaşır yıkanırken sular donuyor. Öyle keskin bir soğuk. O soğukta bir çadırda yaşamak, bazen yerinde ne halısı, ne battaniyesi var… “Neden?” diyorum “E ablam, karın suyunu çekiyor çocuk bilemiyor basıyor.” Bir tanesi gülerek “Bizi deprem öldüremedi ama bu böbrek ağrıları öldürecek” diyor. Bakıyorum, “Ölmediysek, yaşayacağız” der gibiler.

Üç ayrı oyun oynuyorum. ‘Kıyıya Oturmanın Böylesi’ni… Gerçi oyun ne hallere girip çıktı oralarda. Her gün keyfimize göre oynadık. Tuhaf bir şey oldu, hem de üç kez tekrar etti o. Çoğunluğu Kürt, kalanı Türk bir sürü insan geldi izledi. Oyunun başında “Geçmiş olsun” dedim ben, “Sağol kızım/yavrum/evladım/ablacım” dediler. “Tekrarı yaşanmaz inşallah” dedim, hep bir ağızdan, “Amin” denildi. Aynı Allah’a inanan insanlar olunduğu üç kere vuruldu yüzüme. Eksik neydi peki? Yanlış yahut? Neden taş çıktı gönderilen kutulardan? Neden “İstanbul’danım” deyince önce bir korkuyla baktılar bana. Küfür mü edecektim soylarına? Aklım darmadağın, darmadağın olmuş yüreklere dokunma çabasında geçti o üç gün.

Dilara ile tanıştım mesela, görseniz, iki avucuma sığacak kadar küçük ve narin. Önce yanaştı bana, alıverdim kucağıma. “Öpme, pisim ben” dedi. “Dur” dedim kendime; “Şimdi ağlanmaz.” Baktım suratına küçücük veledin. Evire çevire soktum koynuma, nasıl kahkahalar atmaya başladı. Nasıl unuttu pisliğini. Nasıl öptüm koklaya koklaya… Sonra nasıl inmek istemedi kucağımdan… Nasıl unuttu soğuğunu Van’ın; karını, kışını, günlerdir yıkanamadığını…

Ğarip ile tanıştım oyunların birinde, elinde örgüsüyle geldi, “Ne yapacak bu beyaz kız?” diye sordu Kürtçe. “Oyun oynayacak” dediler, “E iyi bakalım” demiş yine Kürtçe. Oturdu en öne. Dedim “Türkçe biliyor musun?” Ses etmedi. Çevirdiler kendi diline. “He biraz” dedi. “Ben hiç Kürtçe bilmem” dedim, gülümsedik.

Oyun başladı. Televizyon izler gibi izlediler beni, arada kendi aralarında konuştular oyun hakkında. İlk defa tiyatro izliyordu hepsi. Ama ne tiyatro! Delinin teki almış yanına 10 tane maske, bir bıyık, bir de şal oradan oraya koşturuyor, şekilden şekle giriyor.
Önce küçük küçük gülmeler yerini kahkahaya bıraktı. Ğarip de bıraktı elinden çetiği, oyun izlemeye başladı. Canı sıkıldı bir türlü durmayan bıyığıma, yardım etti. Koca bir bant çekti yüzümün ortasına; yapıştırdı o bıyığı. Ğarip, ne güzel kadındı. Ne kuvvetli oturuşu vardı. Bir oğlu olmuş, onu da geçen yıl Newroz’da kaybetmiş. Kaybetmiş dediğim, vurmuşlar oğlanı. Dilara, Emre, Kaan (Okula hep gitmeye de söz verdi), Kadriye Teyze, Emine Abla, Ebru (Son gün hastayım diye ne kapris yaptı arkadaş!), kimsenin kucağına gitmeyen ama az kalsın kucağımda uykuya dalan Tuğçe, ablası Nisanur, Esra, Zilan, son oyunumda benim Lelio’m olan Yakup… Oraya biri Erzurum’dan, biri Diyarbakır’dan depremin üçüncü günü el atmaya gitmiş, orada kalmış KAMER’in iki güzel kadını: Sacide ve Neşe. Bir dolu isim, sıralaması zor.

Hiçbirini unutamayacağım ama Ğarip bir başka dokundu içime. Ben oralarda insanca anlaşmayı öğrenirken, birileri İstanbul’un göbeğinde aslında neye olduğu belirsiz bir kinle önüne gelene kızıp ‘p.ç’ diyordu. Ben Ğarip’in gözlerinde kayboluyordum. Hangimiz Kürt, hangimiz Türk karıştı birbirine… İnsandık.. Ordaydık…Anneydiler, kardeştiler, ablaydılar. Ben onların acılarına dokunmaya gitmiştim, onlar çıkışta üstümü örtmüşlerdi, “Van’ın soğuğuna terlemek iyi gelmez” deyip. Bir yerlerde birileri kendi istekleri dışında öldüler, zarar gördüler, metrelerce karın altına inadına yaşıyorlar. Bir düzenleri olmuş, iyi kötü. Ses etmiyorlar, isyan edeni bir elin parmakları kadar.

Umut gerek insana. Dünyanın neresinde hangi dili konuşuyorsa konuşsun. İnsanca’yı öğrenmişseniz avucunuzdaki bir tutam umut, denize dönüşüveriyor. Bir avuç umudunuz var mı? Gidin bırakın Van’a..

Radikal

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.