Köklere Dönme ve İlkel Varoluşu Yeniden İnşâ Yolunda Bir İcracı: Olivier De Sagazan

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bülent Yıldız*

20. yüzyıl, büyük oranda politik itkinin de etkisiyle, tiyatro dünyasında büyük kırılmaların yaşandığı bir dönem oldu. Aristoteles’le başlayıp doruk noktasını Hegelci bütünlüklü sanat anlayışı ile oluşturan mimetik anlayış ve klasik temsil ilişkisi, öncelikle tarihsel avangardların ve sonrasında da politik tiyatronun soluğuyla estetik ve politik anlamda ciddi erozyona uğradı. Tiyatrodaki bu değişikliğin ana eksenini sanatla hayatın kopması, sanatın burjuvalaşması oluşturuyordu ve hayatla sanat arasındaki derin uçurumu giderme yolundaki arayışlar kendini alternatif yönelimlerde buldu.

Bu alternatif yönelimlerin bir ayağını A. Artaud ile başlayan ve devamında Grotowski, Barba ve Peter Brook’la devam eden köklere dönüş ve ilkel tiyatro arayışları oluştururken, diğer bir ayağını 1960’larda ortaya çıkan ve performans, happening ya da in your face olarak adlandırılan; araç olarak bedensel olanakları kullandığı için “body art” da diyebileceğimiz yönelim oluşturmaktaydı. Bu iki farklıymış gibi görünen yönelimlerin buluştuğu ortak kesişeninin bedenin olanaklarını keşfetmek, bedeni tanımak ve varoluşun tözüne ulaşmak olduğunu söylememizde bir sakınca yok. Ortak bir kesişende buluşsalar da bu iki yönelimin arasında politik anlamda ciddi farklar olduğunun da altını çizmek gerek. Öncelikle, performans sanatında bedenin bir sanat nesnesi olarak kullanımının salt sanatsal bir araç değil, modernizmin bedeni hapseden varoluşuna bir tepki olduğunu söyleyebiliriz. 1960-70 yılları arasında altın çağını yaşayan performans sanatının (Duchamp’tan devraldığı “kavramsal sanat” eksenli) düşünceyi kışkırtan varoluşu, iktidarın biyo-politik örgütlenişine ve beden üzerindeki tahakkümüne karşı oluşuyla paraleldir. 1968 isyan hareketlerinin özgürleştirici rüzgarından pek de bağımsız olarak ele alamayacağımız performans hareketini bir anlamıyla modernizmin bedeni kuşatıcı varlığına karşı arzunun isyan hareketi ve bedenin özgürleşme arayışı olarak anlamak gerek. Bedeni kutsallaştıran modernite’ye (kapitalizm) karşı, bedenin bir kurtarılmış bölge olduğunu ve hiçbir kutsallığının olmadığını sergileyen performans sanatçıları bunu modernist kutsallığı iğdiş ederek, acı ve korku eşiğini aşarak yanıt verir.

Joseph Beuys’tan Gina Pane’e, Chris Burden’den Hermann Nitsch’e, Marina Abramoviç’ten Yoko Ono ve Allan Kaprow’a değin bütün performans, body art sanatçılarının bedenlerini acı çekerek “sahnelemelerinde”, salt sanatsal değil anlamsal/kavramsal/kışkırtıcı bir yön de bulunmaktadır bu yüzden.

Bedenini hazır nesnelerle bütünüyle başkalaştırarak sanat nesnesi haline getiren Olivier De Sagazan da diğer performans sanatçıları gibi seyircinin zihinsel, ruhsal ve anlamsal dünyasını kışkırtan bir performans sanatçısıdır. Ama onu benzerlerinden ayıran önemli bir fark bulunmaktadır. Performatif çalışmaları itibari ile biçimsel olarak diğer performans sanatçılarına; içerik ve anlamsal olarak Artaud ile başlayan ve Grotowski ile devam eden ilkel/ritüelistik tiyatro anlayışlarının izlerini taşıyan De Sagazan bu anlamıyla performans ya da body art sanatına da yeni soluk kazandırmış bir sanatçıdır.

Performansın Başkalaşım’ı

1959 yılında Afrika Kongo’da doğan Fransız vatandaşı Olivier De Sagazan, 1999 yılında başladığı performatif serilerine Transfigüration (Başkalaşım) ismini verir ve bundan sonraki çalışmalarını da bu başlık altında sergiler. Çalışmalarında fotoğraf, resim, heykel ve performansı birleştirerek insanın varoluşsal özünü yakalamaya çalışan De Sagazan, çamurlarla hazırladığı kil tabakalarıyla yüzünü boyayarak onlarla yüzünde maskeler oluşturur ve böylece bedeninin yapısını değiştirmeyi, biçimini bozmayı ve hayvansı insanı açığa çıkarmayı amaçlar.

İnsanların normal hatta klişe bir yaşam içinde olmaları ve bunu da normal bir düşünceymiş gibi görmeleri beni hep şaşırtmıştır.”[1] Diyen Sagazan bu başkalaşım merkezli performatif gösterileriyle insanın bedensel yapısını hayvani ve ruhsal algı sınırları arasında değişime uğratarak derin bir çöküş yaşamasını hedeflemekte ve bu amaçla hakiki insan doğasını anlayabilmeyi, insanın varoluşundaki öze ulaşabilmeyi ve “ilkel bir tutkuyu bedeninde ortaya çıkarıp onu yeniden inşa etmeye” odaklanmaktadır.

De Sagazan’ın sanatsal algısı üniversitede biyoloji ve felsefe okuduktan sonra gittiği Kamerun’da değişir. Orada yaşadığı deneyim ve geçirdiği süre onu felsefi, dinsel, sosyal ve sanatsal noktalarda bir dizi sorgulamanın içine atar ve yaşadığı bu bilinç sıçraması, Sagazan’ın kendi köklerine dönme, köklerini yeniden keşfetme noktasında ufkunu açar. Orada düşünsel düzlemde geçirdiği başkalaşımı şu sözlerle belirtecektir Sagazan:

“20’li yaşlarıma kadar dindar biriydim. Üniversitede biyoloji ve felsefe okuyunca, bu hissiyatım yok oldu ve bir yıl depresyona girdim. Yaşamın anlamsız olduğunu düşündüm fakat öte yandan hayatımın anlamını yaratmak ve onu aramak gerektiğini biliyordum. İleriki zamanlarda umutsuzluğumun nedenlerini nedir diye düşündüm. Bu kaygı beni sonsuzluğun kaynağına ulaşmanın imkanlı olmasına götürdü. Dinsel düşünceden uzaklaştım. İçten ve derinlikli bir metafiziksel varoluşu açığa çıkardım.”[2]

Yaşamın anlamını sorgulamasına yönelik bu seyahat onda farklı performansları açığa çıkartacak ilham duygularını harekete geçirir; köklere dönüş ve tutkuların derin kavranışıdır bu duygu. De Sagazan’ın resim ve heykelle buluşması bundan sonra gerçekleşir. Yaşadığı bu değişimden sonra geri döndüğünde daha önce yaptığı çalışmalar ona komik gelir ve kendi tabiriyle, “kendini resmin ve heykelin içine gömer”, tuval ile yaşamaya başlar. De Sagazan’ı Afrika topraklarında etkileyen şeylerin başında dil yetisinden öte bir çeşit bedensel yaratım olarak tarif ettiği ve kendisinin “kabile sanatı” diye adlandırdığı Şaman ayinleri ve bu ayinler sırasında yaşanan erginlenme törenleri gelmektedir. Şamanların kendinden geçme/trans hallerini bir öz varlığa ulaşma ve ruhsal dünya ile iletişime geçme olarak algılayan Sagazan bu sayede bilincin duygularınımlarını ve standartlaşmasını kontrol edilebileceğini, böylece insanın o evrensel soru ile karşı kaşıya kalabileceğini saptar: Ben kimim ve bedenim nedir? Bu sorular ekseninde onda oluşmaya başlayan düşünce Sagazan’ın “yaşamın alışkanlıklarını kırmak” diye tarif ettiği Başkalaşım isimli performanslarının da anlamsal zeminini oluşturur. Ona göre günümüz insanı alışıldık, modern refleks ve düşüncelerle hareket etmektedir. Klasik ve klişe bir düşünceye sahip olan insanlar alışıldık davranış kalıplarıyla aynılaşmanın içine düşmekten kurtulamaz. Böylece insanlığın tümü varoluş açısından bulunuşunu sorgulamaktan da uzaklaşır. Bu gözlemlerden ve düşünceden yola çıkan Sagazan sonrasında şu sorunun peşine düşer: Aynılaşmış davranış kalıplarını nasıl önleyebiliriz ya da benzer davranış kalıplarından nasıl kaçınabiliriz?

Şaman ayinlerinin ya da kabile törenlerinin biçimi, o ayinler sırasında yaşanılan duygu ve bilinç durumları De Sagazan’da derin düşünceler uyanmasına neden olur. Moderniteye ait hiçbir belirlenimin kullanılmadığı bu ayinlerde Şamanların kendinden geçerek ruhsal dünya ile temasa geçmeleri ve bu bağlamda erginlenmeleri, transa geçmeye başladıkları zaman neredeyse (moderniteye ait bilince gözlerinin) “kör” olmaları onların ruhsal dünya ile iletişime geçmelerine ve modern bilinçten kopup varlığın özüne ulaşmalarına neden olur. Böylesi bir “körlük” Sagazan için olumlu bir durumdur ve insanı klişe davranışlara gözlerini kapattığında hakiki öze kavuşmaları için olanaklar sunmaktadır. İşte “yaşamın alışkanlıklarını kırmak” diye nitelediği Başkalaşım performansının özünü de bu eksende temellendirir Sagazan. “Başkalaşım kısaca, kutsal yüzün içindeki et beyni dönüştürme”[3] ve bedenin başkalaşımı üzerinden ruhumuzu başkalaştırma çalışmasıdır.

Bu perspektiften hareketle resimden heykele, filmden canlı performansa pek çok gösteriye imza atan Olivier De Sagazan çalışmalarını dünyanın pek çok ülkesinde, galerilerde, müzelerde ve film festivallerinde sergiler. Çektiği ve büyük ses getiren Başkalaşım gösterilerinin en bilineni sözsüz bir film olarak Samsara başlığı altında sergilenir. Günümüz modern sanatı içinde isminden söz ettiremese de sanatsal üretimine yine aynı başlık altında devam eden De Sagazan yeni film projeleri ve çalışmalarıyla önemli bir dönemeçte olduğunu kanıtlamaktadır.

 

“Başkalaşım” çalışmalarının estetik anlamı

Köklerini Fütürizm, Dadaizm ve Absürd tiyatroda bulsak da performans sanatınının tarihsel olarak bağlandığı bir gelenek yoktur. Anlamsal karşılığını sanatın metalaştırılmasına, sanat ve hayatın koparılması bağlamında sanatın burjuva değerlerle kucaklaşmasına bir protesto olarak okuyabileceğimiz performans sanatını esasında sözün değil hareket ve devinimin merkeze alındığı bedenin estetik ifadesi olarak okumak gerekir. Ki performansa body art denilmesinin nedeni de budur.

Bedenin sanatsal üretimin öznesi olması ile modernitenin tarihsel süreçte bedeni de bir baskı mekanizması içinde kontrol etmeye yönelmesi paralel bir süreçtir. Michael Foucoult, “İktidar ilişkileri [bedene]doğrudan müdahale eder: onu kuşatır, damgalar, eğitir, işkenceden geçirir, belirli görevleri yerine getirmesi, törenlere katılması, etrafına birtakım işaretler göndermesi için zorlar.”[4] Derken bu ilişki biçimini anlatmaktadır. Bu anlamıyla bakıldığında bedene dayalı performans sanatının bir modernite eleştirisi olduğunun altını çizmek gerekir.

Olivier De Sagazan’ın performatif çalışmalarının da tarihsel anlamda bağlandığı bir gelenek yok. Ne var ki, özellikle 1960’larda ortaya çıkan performatif çalışmalarla izleksel bir farklılığı olduğu da belirtilmeli. Onun Başkalaşım temalı bedensel performanslarında köklere dönüş, ilkel tutkuların derin kavranışı üzerinden insanın hayvansal yanını ortaya çıkarma uğraşı ve yaşamın alışkanlıklarını kırmak için Şamanik etkiyle modernist bakışın kırılması eksenli “kör” olma, modernitenin beden (ve bilinç) üzerindeki etkisine bir karşı konumlanış olarak okunmalıdır. İzleksel anlamda ilk kez Artaud ile başlayan ve Grotowski ile devam eden tiyatronun ilk kaynaklarına dönüş ve modernist algıdan (kusurları açısından zengin tiyatro algısından) kurtulmuş saf insana ulaşma çabası De Sagazan’ı bu gelenekle anlamsal/izleksel düzlemde buluşturmaktadır.

De Sagazan’ın çalışmalarında bedenin başkalaşmasıyla birlikte başkalaşan, dönüşen ve değişen şey bilinçtir ve bu bilinç modernitenin kalıplarıyla oluşmuş görme, algılama ve bakma bilincidir. Buradaki kırılma ve dönüşüm çift taraflıdır. Bir yanda performansı gerçekleştiren için bir dönüşüm varken, öte yanda modern bireyin görüş ve algısına saldıran; bu nedenle de bilincinde, varoluş kodunda kırılma yaratan bir boyut vardır. Sagazan çalışmalarının ana eksenini, “Yaşamın alışkanlıklarını kırmak” olarak belirlerken, bu alışkanlıkları oluşturan, besleyen ve geliştiren modern akıl ve görme dinamiklerini hedeflemekte ve bu da modernist kodlarla vücut bulmuş algıları kırmaktadır. Buradaki kırma biçimi ilkin görme üzerinden gelişmekte ve devamla algı düzleminde devam etmektedir.

Modern “görme” biçimlerini, bakış ve algılarımızın modernite ile oluşmuş akılsal bir varoluşu ve bunu da Apollonik bir durum olarak okuyacaksak, “kör” olma biçimini de başka türlü görebilmenin ve aynı anlama gelmek üzre modern görme halinin terki, Apollonik unsurun yerine (bir bakıma) Dionysoscu bir bakma ve görme halini var etme olarak okuyabiliriz.

* Dokuz Eylül Üniversitesi GSF Master öğrencisi 

Kaynakça:

http://olivierdesagazan.com/

http://www.veniceperformanceart.org/index.php?page=196&lang=en

https://guliverlooks.wordpress.com/2014/01/20/the-work-of-olivier-de-sagazan/

http://en.artmediaagency.com/102911/a-journey-to-the-edge-of-anxiety-an-interview-with-olivier-de-sagazan/

 

[1] The work of Olivier De Sagazan, https://guliverlooks.wordpress.com/2014/01/20/the-work-of-olivier-de-sagazan/

[2] A journey to the edge of anxiety: an interview with Olivier de Sagazan, http://en.artmediaagency.com/102911/a-journey-to-the-edge-of-anxiety-an-interview-with-olivier-de-sagazan/

[3] Agy.

[4] Foucoult’tan aktaran Judith Butler, Bedenler ve İktidar, Cogito, sayı: 70-71, s. 275, Yıl 2012.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Bülent Yıldız

Yanıtla