Tiyatronun Matematik ve Antropoloji ile Macerası

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Emre Yüksel’in  Gazete Duvar’da yayınlanan tiyatro sanatçısı Gizem Gürer’le yaptığı röportajı paylaşıyoruz.)

Tiyatro sanatçısı Gizem Gürer’le sanatta disiplinlerarası ilişki üzerine konuştuk. Gürer, “Uzun yıllar tiyatronun pratik tarafındaydım. Yaptığım şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmakla başladı bu disiplinlerarası denilebilecek süreç. Teori ve pratiği bir arada yürütme ihtiyacı oluşturdu birden, bilmiyorum neden. Disiplinlerarası bir amaç gütmedim ama ne yaptığımın üstüne detaylı düşünmeye başladığım anda, kendimi başka alanlara atılmış buldum” dedi.

 Gizem Gürer ismini daha önce duydunuz mu bilmiyorum ama Gürer’i ve yaptığı çalışmaları duymanızı çok istiyorum. Onunla bundan dört beş sene önce OT dergisinde çalıştığım zamanlarda bir röportaj için çeviri yardımı aradığım sırada tanıştık. Kendisi Ankaragücü ve Gençlerbirliği taraftarı olan iki İngiliz taraftarla yaptığım röportajda bana tercümanlık yaptı ve böylece tanışmış olduk. Gizem, yaklaşık on beş yıldır tiyatro ile uğraşan bir yüksek lisans öğrencisi. Yüksek lisans eğitimini DTCF Tiyatro’da sürdürüyor. Yurtiçi ve yurtdışındaki projelerde oyunculuk, yönetmenlik ve dramaturgluk yaptı. Şu sıralar ise Almanya ve Türkiye arasında kendi performansları üzerine kafa yoruyor ve onları seyirciyle buluşturmayı hedefliyor. Onun bu çalışmaları arasında en ilgi çekici olan kısım tiyatronun diğer disiplinlerle buluştuğu kesişimlerle kendisini gösteriyor. Gürer’le Almanya macerasını, tiyatronun farklı disiplinlerle ilişkisini ve yeni projelerini konuştuk.

Öncelikle şimdiyle başlayalım dilersen. Şu sıralar nelerle uğraşıyorsun?

Geçen sezon Alman performans ekibi Schmitt&Schulz ile çalışmaya başladım. Nic Schmitt ve Peter Schulz konvansiyonel anlamda tiyatro yapmayan, daha çok performans sanatının bir türünü icra eden bir ekip. 2017 yılında yönetmenliğini yapmış oldukları “be-have” projesinde “icracı” olarak yer aldım. “İcracı” diyorum çünkü bu çalışma için oyuncu demek çok doğru olmayabilir, “icra eden”, “eyleyen” ya da İngilizce tabiri ile “performer” diyebiliriz. “be-have” sahne üzerinde bulunan altı farklı bedenin, hiç tanımadıkları bir dünyaya atılması ve bu dünyayı sıfırdan tanımaya çalışması fikri üzerine geliştirilmiş bir performans. Maurice Merleau-Ponty fenomenolojisi temelinde oluşturulmuş bir konsept. Almanya’da sahnelendi ve gelecek sezon da sahnelenmeye devam edecek. “be-have”deki bu kişisel deneyimimi de sahne üzerindeki bir beden olarak IFTR 2018 Dünya Tiyatro Kongresi’nde sunma fırsatım oldu.

Seni Almanya’ya gitmeye teşvik eden şey neydi?

Aslında biraz tesadüfler diyebiliriz. İnternetten Avrupa’daki performans ekiplerini ve çalışmalarını araştırırken karşıma Schmitt&Schulz çıktı. Onlarla çalışmak istediğime dair bir mail attım. Yanıt beklemiyordum bile, ama bazen böyle oluyor, yanıt verdiler. Nasıl gidebileceğimi düşünürken bir üniversite öğrenci değişim programı ile mümkün olabileceğini gördüm. Önce bu vesile ile Almanya’ya gittim, sonra ise orada bulduğum başka bir iş sayesinde daha uzun kalabildim ve böylece ekiple olan çalışmalarıma devam etme şansım oldu.

DTCF İLE PARALEL EĞİTİM

Türkiye ile Almanya’yı kıyasladığında akademik anlamda tiyatro ve diğer performans sanatlarında genel olarak ne gibi farklılıklar gözüne çarpıyor?

Benim için en ilginç deneyim, DTCF Tiyatro’da aldığım eğitimin dünya tiyatrosuyla ne kadar paralel olduğunu Almanya’da keşfetmek oldu. Bir yabancı olarak ilk gittiğinizde günlük hayat, dil, alışkanlıklar vb bazı konularda beklenebilir ufak tefek sorunlarla karşılaşabiliyorsunuz. Fakat ilginç bir şekilde, hiç sorun yaşamadığım yer dramaturgi toplantıları oldu, orada aynı şeyleri konuşabiliyorduk. Bu hem çok sevindirici hem de çok üzücü. Çünkü dünya standardındaki bu eğitimi veren hocalarımız üniversiteden Barış imzacısı oldukları için ihraç edildi, biliyorsun. Bu büyük kötülüğe şahit olmak da bizim neslimize düştü.

Hocaların ihraçlarının uzun vadede akademiye ve genel olarak sanat dünyasına etkileri ne olacak sence?

Bu durumun tiyatro ve akademi alanında yarattığı tahribat tartışılmaz ama tek başına tiyatroyu etkilemekle de kalmayacak. Önce tiyatrodan başlayacak ve bence beş-on yıl içinde Türkiye’nin kültür-sanat cephesindeki tüm alanlara bu kötü dönüşümün etkisi yayılmaya başlayacak. Çünkü, direkt ihraç edilen hocalarımızın öğrencileri olmasalar bile, dolaylı olarak bugüne kadar kültür-sanat üreticilerinin etkilendiği başat geleneklerden biridir DTCF Tiyatro bölümü. Fark ettirmeden büyüyen ve çevrenizi saran bir sarmaşık gibidir, bu alandaki herkesi bir yerinden tutmuş ve yeşertmiştir. Şimdi bu sarmaşık hala hayatta elbette, ama büyük bir zarar gördü. Bu durum sadece tiyatroda değil, gerek düşünce hayatında gerekse de endüstriye dönüşmüş sektörlerde bile büyük bir verim ve nitelik noksanlığına yol açacak. Bunu zamanla göreceğiz.

‘BECKETT’İ ÇİZGE TEORİSİNE BENZETTİ’

Ozan Evkaya ile katıldığnız EuroMath & EuroScience 2018 konferansı oldukça ilgi çekiciydi. Bu konferanstan ve katılım sürecinizden bahsedebilir misin?

Samuel Beckett’in son dönem çalışmalarından biri olan Quad oyunuyla ilgili Ankara’da bir workshop düzenlemiştim, workshop esnasında ODTÜ Matematik bölümünden arkadaşım Ozan Evkaya, bu oyunun matematikteki Çizge teorisine çok benzediğini keşfetti. Biz de bunun üzerine iki branşı bir araya getirerek yeni bir workshop planı ile EuroMath & EuroScience 2018’a başvurduk ve workshopu oradaki katılımcılarla gerçekleştirdik. Konferansa gidebilmek için de kitlesel bir fonlama sistemi kullandık. Bu vesile ile bu çalışmaya destek verenlere tekrar teşekkür etmek isterim. Workshopu Türkiye’de de devam ettireceğiz bu sezon.

Bir de tiyatroyu –aslında hiçbir zaman ayrılmadığı- halkbilimle buluşturduğun Ben’den Evvel projesi var. O projeden ve aldığın geri dönüşlerden söz etmek ister misin?

Ben’den Evvel aslında lise yıllarımdan beri kafamda dönüp duran bir fikirdi. Annemin, babamın, dedemin, ninemin ben doğmadan önceki, kendi hayatlarıyla ilgili anlattığı öyküleri dinlemeyi çok severdim. Sanırım herkes sever. Belki bu aktarımlar azalmıştır ama herkes de muhakkak çok özlemiştir bu anıları diye düşündüm. Grotowski’nin “Sen birinin oğlusun” makalesini okuyunca, içimdeki bu his tetiklendi. İçinde bizim hiç olmadığımız bir geçmiş fikri Ben’den Evvel, tiyatro ve performans sanatını aynı anda uygulamaya çalışan bir “performans denemesi”. Bir eşiktelik fikri. Her gösterimin tamamen birbirinden farklı olduğu ve seyircinin deneyimini temel alan bir çalışma. Bu denemelerden birine DTCF Halkbilim Bölüm Başkanı Muhtar Kutlu hocamız da katılmıştı. Halkbilimle performansın yapısı gereği kendiliğinden bir bağ oluştu. İnsanların hikayelerini hatırladıkça daha çok sevdiklerine şahit oldum. Benim yaptığım zaten sadece şahitlik ve onlara bir alan açmaktı. Yeni sezonda da devam edecek Ben’den Evvel.

‘YAPTIĞIM ŞEYİN NE OLDUĞUNU ANLAMAYA ÇALIŞMAKLA BAŞLADI’

Tiyatronun bu ve benzeri projeler aracılığıyla farklı disiplinlerle buluşması hakkında ne söyleyebilirsin? Bu tarz çalışmalar yapmaya devam edecek misin?

Uzun yıllar tiyatronun pratik tarafındaydım. Yaptığım şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmakla başladı bu disiplinlerarası denilebilecek süreç. Teori ve pratiği bir arada yürütme ihtiyacı oluşturdu birden, bilmiyorum neden. Disiplinlerarası bir amaç gütmedim ama ne yaptığımın üstüne detaylı düşünmeye başladığım anda, kendimi başka alanlara atılmış buldum. Aslında tiyatro ve performansın bu potansiyeli kendiliğinden barındırmasıyla ilgili bir durum. Şimdi yeni bir oyun üzerine çalışıyorum. Ekim’de Almanya’da prömiyeri olacak, sonra Türkiye’de oynayacağım. Yine performans sanatı ile tiyatronun sınırlarına bakan bir şey olacağa benziyor. Adı “Anything Else?”, Türkçesi “Başka arzunuz?”. Eğer size ait olan tüm alanlardan kovulursanız, kendi bedeninizi o alanın bizzat kendisine dönüştürme fikri üzerine düşünen bir çalışma. Henüz prova aşamasında.

Uluslararası bağlar da önemli elbette. Türkiye ve Almanya’nın son zamanlarda özellikle tiyatro alanında artan bir kültürel bağı var. Bu bağda alınan göç de etkili. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Yeni mezunlar yolundan gitsin mi?

Buna kolaylıkla yanıt veremem. Bahsettiğin gibi Almanya ile yıllardır kültürel bir bağ var ve göçle ilgili birçok farklı deneyim yaşanmış. Ben bunun ancak çok kısıtlı bir kısmına şahit olmuşumdur gibi geliyor bana. Elbette farklı insanlarla, farklı ekiplerle çalışmak her zaman çok eğitici ve yenileyici. Ama kişisel deneyimimden anladığım, tiyatronun sorunlarının her yerde aynı olduğu. Fiziksel kolaylıklarını yadsıyamam ama yine de uzaklara gitmek bir cennet taahhüdü değil. Herkesin hayatında bir deneyim olarak yer alacak şeyler bir çoğu. Bu kulağa olumsuz gibi gelse de aslında bir bakıma biraz da umut verici. Ülkenin koşullarından kendimizi soyutlayamayız, bunun verdiği zorluklar malum. Ama gidince de ülke sizinle birlikte geliyor, bundan kaçamıyorsunuz. O yüzden gitmek ve kalmak, tiyatro yapmak isteyenler için benzer süreçleri içeriyor. Sanırım tiyatro yapmak isteyen nerede olursa olsun hep yersiz yurtsuz.

 

Paylaş.

Yorumlar kapatıldı.