Panel 1: Kültürel Çoğulculuk Bağlamında Alternatif Tiyatro

Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 13. sayısında (Ekim 2007) yayınlanmıştır.

Tarih: 08.05.2006

Yer: Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Tiyatro Salonu
Katılımcılar: Kevork Türker, Cihat Ulus, Onur Cebe, Kemal Orgun, Metin Boran, Hamit Eskiçırak, Emrah Koyuncu
Moderatör: Ömer F. Kurhan
Organizatör: Ayşan Sönmez

NOT: Panel metni yayıma hazırlanırken, anlaşılırlığı arttırmak için Türkçe düzeltiler yapılmış ve katılımcıların talebi doğrultusunda içerikten belli bölümler çıkarılmıştır.

***

Ömer F. Kurhan: Panelimizin konusu “Kültürel Çoğulculuk Bağlamında Alternatif Tiyatro”. Burada ‘alternatif’ sözcüğünü mutlaka kullanmak gerekir mi gerekmez mi tartışılabilir. Ancak Türkiye’nin mevcut durumu gözönüne alındığında ‘kültürel çoğulcu’ bir tiyatro kavrayışının zaten alternatif olduğu söylenebilir. Türkiye’de özellikle 2000’li yıllarda belirgin hale gelen bir geçiş sürecinin yaşandığı, sisteminse bu durumu içselleştirme sorunu yaşadığını söyleyebiliriz.

İlk bölümde konuklarımız bulundukları bölgelere dair bilgi verecekler. Ardından dinleyicilerin de katılımıyla güzel bir tartışma izleyebilme ümidindeyiz.

Öncelikle konukları tanıtalım: Kemal Orgun, İstanbul Mezopotamya Kültür Merkezi’nde(MKM) kurucu roller üstlenmiş ve Kürt tiyatrosu alanında yazar, yönetmen, oyuncu olarak faaliyet göstermiş birisi. Emrah Koyuncu, Mardin’de faaliyet gösteriyor. Türkçe tiyatro yapıyor ama kendisi Kürt. Oradaki tiyatro ortamı ve özel olarak kendisinin yürüttüğü faaliyetler hakkında ondan bilgi alacağız. Onur Cebe, Diyarbakır’da 89-99 yılları arasında on yıl gibi uzun bir süre tiyatro faaliyeti yürütmüş bir isim. Hamit Eskiçırak, İstanbul Ardeşenliler Derneği’nde amatör düzeyde Lazca ve Türkçe tiyatro yapıyor. Metin Boran, Diyarbakır Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda kurucu roller üstlenmiş bir tiyatrocu. Diyarbakır’da hem Türkçe hem de Kürtçe tiyatro faaliyetlerine öncülük eden bir arkadaşımız. Cihat Ulus, İstanbul Uzunyaylalılar Derneği’nde amatör çerçevede yürütülen Çerkesce tiyatro hakkında bize bilgi verecek. Kevork Türker, Ermenice ve Türkçe tiyatro yapıyor.

Kemal Orgun: Öncelikle merhaba. Ben Kürt tiyatrosu deneyimimizden önce, MKM’nin kuruluş nedenlerinden ve sürecinden bahsetmek istiyorum. Çünkü biz MKM’nin kuruluşu ile tiyatro faaliyetlerine başladık. 1991’e gelindiğinde Türkiye’de toplumsal bir alt-üst oluş yaşanıyordu. Bu, ağırlıkla Kürt halkı üzerinde olsa da, tüm Türkiye üzerinde, sosyal yaşamdan kültürel ve siyasal yaşama kadar her yerde kendini hissettiriyordu. 1991 Eylül’ünde bir grup Kürt ve Türk aydın öncülüğünde MKM kurulmuştur. Özelde inkar edilmiş, yasaklanmış bir halkın, yani Kürtlerin dilini, kültürünü, sanatını açığa çıkarma ve diğer kültürlerle buluşturma, genelde ise Mezopotamya’da yaşayan tüm halkların kültürü üzerine faaliyetler yürütme hedeflenmiştir. Kuruluşuyla birlikte başka birçok alan olmak üzere tiyatro faaliyetleri de başlamıştır.

Tiyatro faaliyetine ilk başladığımızda yaklaşık 20 kişi vardı. İşşizler, öğrenciler ve işçiler kadroda ağırlığı oluşturuyorlardı. O güne kadar ise Kürt tiyatrosu adına, sahne-salon ilişkisi açısından bir deneyim söz konusu değildi. Fakat sahne-salon ilişkisine götürebilecek kaynaklar vardı: Köy seyirlik oyunları, dengbêjler, çîrokbejler. Halk kendi şenliklerinde, özel günlerinde, düğünlerde, kışın uzun gecelerinde düzenlediği seyirlik tiyatrolarla ve çeşitli etkinliklerle bu kültürü yaşatıyordu. MKM’nin kurulmasıyla sahneye dönük faaliyetler başlamış oldu. Ancak belirtmekte fayda var: Salon-seyirci ilişkisi açısından, dilin kullanımı bakımından, sahne tekniklerinin kullanımı bakımından MKM’de başlayan tiyatro faaliyeti birçok açıdan yeni bir başlangıçtı adeta. Kürt tiyatrosunun başlangıcı ise biraz daha gerilere gidiyor. 1946’da Doğu Kürdistan’da, İran Kürdistanı’nda kurulan Mahabad Cumhuriyeti ile başlayan bir tiyatro faaliyeti söz konusu. Burada “Anavatan” (Dayîka Niştiman) isimli bir oyun, amatör düzeyde de olsa, hazırlanıyor ve sahneleniyor. Oyun uzun süre seyircisiyle buluşuyor. Fakat cumhuriyetin yıkılmasıyla bu faaliyetler de duruyor ve uzun bir sessizlik dönemi yaşanıyor, ta ki 1991‘de MKM’de tiyatro faaliyeti başlayana dek.

Mamoste Cemil adında bir çalıştırıcımız vardı. Öğretmendi ve bizle çalışmaya başlayana kadar sendikalarda tiyatro yapmıştı. Onun yönetiminde başlamış olduk çalışmalara. 1992’ye kadar MKM Tiyatrosu olarak faaliyetlerimizi sürdürdük. “Mişko” (Farecik) adlı bir fabl sahneledik. Ortaköy Kültür Merkezi’nde sahnelemiştik oyunumuzu. 1992’de Akdeniz’e bir turne düzenledik. İlk durağımız Adana’ydı. Orada bir araya geldik ve tiyatromuzun bir adı olsun, dedik. MKM Tiyatrosu olarak kalmayalım, başka bir isim bulalım kendimize diyorduk. Birçok isim geldi gündeme, ama bir arkadaşımız “Teatra Jiyana Nû” ismini önerdi. “Yeni Yaşam Sahnesi” anlamına geliyor. 1992’den bu yana “Teatra Jiyana Nû” olarak çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.

Bugüne kadar kısa ve uzun perdelik olmak üzere kırkın üzerinde oyun sergiledik. Başlangıçta ajit-prop tiyatro yapmakta hemfikirdik. Daha çok sokakta, kitleler içerisinde, alanlarda tiyatro yapıyorduk. MKM binasındaki tiyatro alanı çok dar bir mekandı. İnsanın elini kaldırdığında dokunabileceği yükseklikte bir sahnede çalışıyorduk. Ama temelde iki düşüncemiz vardı: Bir taraftan ajit-prop tiyatro yaparken, diğer yandan tiyatronun tekniğini kendi bünyesinde barındıracak tarzda ulusal bir Kürt tiyatrosunu ortaya çıkarmak. Bu doğrultuda gelecek nesillere bir deneyim bırakmayı hedefliyorduk. Ancak bütün bunlar kolay değil. Özellikle 93’te baskının en yoğun olduğu dönemde biz yasaklı bir halkın, dilin, kimliğin tiyatrosunu yapıyorduk. Örneğin kitleler arasında ya da şenliklerde yapılan müziklerde oldukça ajitatif diyebileceğimiz sözler, replikler olmasına rağmen çok sorun olmuyordu. Ama iş tiyatroya gelince en basit bir konuyu bile seçmiş olmanız bir şeyi değiştirmiyordu doğrudan engelleniyordu. Tabii Kürtlerin tiyatro yapıyor olmasına da özel bir ilgi vardı.

Çok vaktinizi almak istemiyorum ama bir anımı anlatmak isterim. Bir Newroz günü Adana’ya oyun sergilemeye gitmiştik. Oyunumuzu sahneledik ve çıktık. Adana’nın yaklaşık 2-3 km. dışına çıktığımızda takip ediliyorduk. Fotoğraflar çekiliyor, arabanın etrafında dolaşıyorlar. Yapılacak bir şey yoktu, geri döndük. Daha sonra Mersin’e geçtik. Üçüncü gösterimizde, gösteri yaptığımız yer üçüncü kattaydı ve beşinci kata kadar merdivenler doluydu, çevik kuvvet dizilmişti. Oyunun son 15 dakikasında salonun ışıkları yanmaya başladı. Seyirciden dışarı çıkmalarını bizden de sahneden inmemizi istediler. Biz oyunun son 15 dakikası olduğunu, ne yapılacaksa oyun oynadıktan sonra yapılmasını istedik. Dinlemediler. Seyirciler tek tek kimlik kontrolünden geçirilerek dışarı çıkarıldılar. Bizler de gözaltına alındık. Bizi üzerimizde kostümlerimizle emniyete götürdüler. Hani gözaltına alındığınızda kemerleri, ayakkabı bağlarını alırlar ya, bizim üzerimizde de şalvarın bel kısmına bağlı bir ip var. Birisi o ipi çekmemi, çıkarmamı istedi. Hayır, çekemem dedim. Çünkü çekersem düşer. Israrla çekmemi istedi. Ben de çektim ve çekmemle düşmesi bir oldu. Kaldır, kaldır diye telaşlandı hemen. Şalvarı belin uzun yerinden kıvırıp bağlayarak geçirdik o gece. Neyse uzatmayalım, bize oyunu Kürtçe olması sebebiyle anlamadıklarını Türkçeye çevirmemiz gerektiğini yoksa bırakmayacaklarını söylediler. Bizim iddiamız ise şuydu: Biz Kürtçe tiyatro yapıyoruz. Eğer dava açacaksanız oyunumuz Kürtçe ve siz de Kürtçe bir oyuna dava açın. Ama dava açmak istemiyorlardı. Çünkü mahkemelik olsa bile Kürtçe’yi muhatap almak istemiyorlardı.

Her tiyatro yapısının yaşadığı sorunlar benzerlikler olmakla birlikte farklılıklar da gösteriyor. Kürt Tiyatrosu’nun yaşadığı sorunlar çok parçalı ve çok çeşitlidir. Bunun en büyük nedenlerinden biri dörde bölünmüş ve aralarına sınırlar konulmuş bir halk olması olarak gösterilebilir. Her parçada ayrı ayrı özgün sorunlar olduğu gibi bir bütün olarak da çok yönlü sorunlar vardır. Mesela dil sorunu, fikir altyapısı sorunu gibi sorunlar vardır. Profesyonel çalışmalar örgütlenemediği için gerekli koşulların oluşamaması gibi sorunlar vardır. Her şeyden önce baskı altındadırlar. Rahat değiller yani; şu an bile rahat değiliz. Şu anda Dario Fo’nun “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü” adlı oyununu Kürtçeye çevirip onun üzerinde sahneleme çalışmaları yapıyoruz. Ama sergileyeceğimiz salonumuz yok. Bu toplumda Kürt olarak her vatandaşın yerine getirmesi gerekenleri yapmamıza rağmen her vatandaşa tanınan haklar bizlere tanınmamakta. Şehir ve Devlet Tiyatroları’nın salonları Kürt tiyatrosuna kapalıdır. Ama bu salonlar sonuçta Kürtlerin, Çerkeslerin, Lazların, Türklerin vergileriyle oluşturulmuştur. Bu bile bu işi yapmanın zorluklarını ortaya koymaktadır.

Eğer panele de adını veren ‘kültürel çoğulculuk’ anlayışı toplum içinde hayat bulmazsa, kültürel birlik gerçekleştirilemezse bir arada yaşamanın koşulları yaratılamaz diye düşünüyorum. Her anlayış insanı farklı tanımlayabilir ama ortak bir tanım vardır ki ‘insan kültürel bir varlıktır’.

Emrah Koyuncu: İyi akşamlar. Mardin’in Kızıltepe ilçesinden geliyorum. Neden Kızıltepe, onu ben de bilmiyorum. Üniversiteden, farklı farklı tiyatrolardaki deneyimlerden sonra Kızıltepe’ye geçtim ve orada Eğitim Sen’le ortaklaşa bir çalışma yaptık. Bu çalışma sonrasında oradaki potansiyeli gördük; hem tiyatro yapmak isteyenler hem de tiyatro izlemek isteyenler, tiyatroyu merak edenler vardı. Bu belki orada kalmam için en büyük neden oldu. Sonra kendimizin oluşturduğu Etkin Sanat Merkezi’nde yaklaşık 4 yıldır oyunlar yazıp, yönetip, oynuyorum.

Elbette çok sorun var ama bunları anlatmaya gelmedim. Öncelikle çokkültürcülük konusuna değinmek istiyorum. Bir kere bu çokkültürlülük çok renklilik durumu nerededir? Az önce Kemal Bey’in de bahsettiği gibi çok da rahat bir durum değil bu. Varolan egemen kültür, bu anlayışı kendisine çok yakın bulmuyor. Sadece onun belirttiği zemin üzerinde ve sınırlar içerisinde hareket edilmesini istiyor. Ben bir Kürt olarak, Kürt tiyatrosu ya da Kürt aydınları açısından ele alabilirim bu durumu. Çünkü çok fazlasını da bilmiyorum. Belki de en büyük sorun varolan sistem. Devlet bir kenara, acaba Türk aydınları kendi içerisinde varolan farklı kültürleri tanımaya çalışıyor ve kabul ediyor mu? Ben çok ekstra bir şeyler görmedim. Kürt edebiyatını, sanatını, tiyatrosunu anlatan araştırmalar yapıldı. Kaç kişi bunları merak ediyor? Bunlar neler yapıyorlar, nelerden besleniyorlar gibi sorulara yanıt arıyor, araştırmaya çalışıyorlar mı? Burada bir inatlaşma durumu da var. Varolan sistem sizi merak etmeyeceğini ve hep öteki olarak göreceğini söylüyor. Bu işleri yapanlar da, hayır, sen bizi bu kimliğimizle tanıyacaksın, diyor.

Peki tiyatro bu anlamda neye muktedir, ne yapabilir, neye alternatif olabilir? Sadece varolan kültürü (bu Kürtçe, Ermenice ya da diğer dillerde olabilir) sahneye taşır, tekrar renk katarsın, ileriye taşırsın. Tiyatro buna muktedirdir. Ama çok da fazla bir şey yapabileceğini düşünmüyorum. Dili tutacaktır, kaybolmasını engelleyecektir. Varolan kültürü de tutacaktır. Tiyatro kültürden etkilenmez, sadece varolan kültürü gösterir. Bu kültürü sonraya taşıyacaktır.

Tiyatro neye muktedir, sorusu için ikinci birşey… Alternatif tiyatroyu ele alırken egemen tiyatroya da bakmak lazım. Günümüzde artık bilgisayarlar, televizyonlar var. Sosyal bir sanat tarzı olmaya başladı herşey. Herşey hızla görselleşiyor, şov dünyasına dönüşüyor. Yani insan kavramı ortadan kalkıyor. İnsanın o insani tarafları ortadan kalkmaya başlıyor. Bunu güzel sanatlarda görebiliyorsunuz, sinemada görebiliyorsunuz. Peki tiyatro ne yapıyor? Hâlâ insanı baz alarak, onu sahne üzerinde en canlı haliyle, varolduğu biçimiyle anlatıyor. Tiyatro belki bu anlamda bir alternatif olabilir.

Onur Cebe: Herkesi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Diyarbakır’da neler oldu? Bir anlamda belli bir dönemi anlatmak gerekiyor. Diyarbakır aslında Türkiye’nin diğer yerlerinde yaşayan insanların anlamakta, kavramakta ya da sosyal yaşantısını, kültürel düzeyini bilmekte çok yabancı kaldığı bir şehir. Tabii ki ana haber bültenlerinde ya da ekonomi ile ilgili toplantılarda şiddetle ya da benzeri şeylerle anılan Diyarbakır isminin dışında konuşuyorum. Bunu bir anlamda Diyarbakır’a yapılmış büyük bir haksızlık olarak da görüyorum. Bakın orası öyle değil, şiddetin baskın olduğu bir yer değil… Gençler konserler düzenliyor… vb. Buna benzer şeyler de söylemeyeceğim. Bunların dışında Diyarbakır’ın bilinmeyen bir geçmişi, gizi, büyüsü var. Bu sadece çok zengin bir kültürü ve tarihi barındırmasıyla ilgili değil. Cumhuriyet öncesi ve sonrası kültür-sanatın, tiyatronun, sosyal yaşamın en iyi örneklerinin görüldüğü, kent yaşamının çok iyi sürdürüldüğü bir şehirdir Diyarbakır.

Ben kendimle ilgili kısmıyla konuşacağım. 85-86 yıllarında üniversiteye yeni başlamış birisiydim. 12 Eylül’den henüz çıkılmış bir ortamda, tiyatro ya da başka faaliyetlerin sürdürülmesi için biraz erken bir zamandı. 85-86 için bunların başladığı zamandı diyebiliriz. Tiyatro, her yerde olduğu gibi esasında bende de üniversitede teşkil etti. 12 Eylül silindirinin etkisinin geçtiği süreçten sonra bir hareketsizlik, bir atalet vardı. 86’dan sonra Diyarbakır’da çok ciddi bir hareketlenme başladı. Gençliğin, üniversitelerin 12 Eylül sonrası yeniden politizasyon sürecine girmesi, akademik ortamın biraz daha siyasallaşması ile birlikte oluşan hareketlilikten nasibini aldı Diyarbakır.

Tiyatro alanında önce özel tiyatrolar kendini gösterdi. Üniversite öğrencilerinin ve Diyarbakır’dan (ismini telaffuz etmeden geçemeyeceğim) Cuma Boynukara’nın kurduğu “Diyarbakır Sanat Tiyatrosu” ile birlikte, Diyarbakır 80 sonrası tiyatroya yeniden merhaba dedi. Bundan sonrasında tiyatro hemen hemen hiç durmadı ve çok hızlı gelişti. Biz de o zamanlar bazen Diyarbakır Sanat Tiyatrosu içinde, bazen dışında birşeyler yaptık.

1988 senesinde Diyarbakır’da Devlet Tiyatrosu kuruldu. Devlet Diyarbakır’daki potansiyeli gördü ve bir kültür sarayı inşa etti. Kültür sarayından sonra Diyarbakır’da Devlet Tiyatroları’nın Yedinci Bölge Müdürlüğü kuruldu. Kurulmasıyla birlikte sosyal hayata biraz daha canlılık getirdi. Herşey çok iyiydi. Tiyatro büyük ilgi topladı. 89-90 yıllarında Diyarbakır’ın seyirci sayısı bir oyunda, turnelerle birlikte (sıkı durun!) 120 bindi. Bu tiyatro açlığından mı kaynaklanıyordu? Hayır. Tiyatro seyircisi zamanla seçer oldu. Seçen, eleştiren, beğenen, beğenmeyen bir seyirci kitlesi kendini gösterdi. 90-91’lerde özellikle Diyarbakır Devlet Tiyatrosu çok iyi işler yaptı. Türkiye’de duyulmuş birçok tiyatrocu Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nun mutfağından geçti. Başta Işıl Kasapoğlu ve İstanbul’da tanıdığınız birçok iyi oyuncu Diyarbakır’dan geçti.

93’ten sonra işlerin seyri değişti. OHAL’in ve TMY’nin etkisinin daha da hissedilmesiyle, biraz acımasızlaşmasıyla diyelim, tiyatro gitgide kısıtlandı. Bu arada 1990’da, Diyarbakır Şehir Tiyatrosu kuruldu. Şehir Tiyatrosu da varolan bir dinamiğin sonucuydu. Diyarbakır Şehir Tiyatrosu dönemin sosyal demokrat belediye başkanı Turgut Atalay’ın girişimiyle kuruldu. Çok küçük çapta, amatör olarak varlığını sürdürmekte. OHAL ve TMY çok büyük bir darbe oldu. Bizler açısından verimli bir dönem geçirildi, ama özellikle 96-97’den sonra peş peşe yasakların başladığı bir dönem yaşandı. OHAL kanunu bu yasaklar için yeterli bir nedendi. Turne yapamıyorsunuz, turneye gittiğinizde ciddi problemlerle karşılaşıyorsunuz ya da oyunlarınız yasaklanıyor. Polislere geniş yetkiler verilmişti. Kemal, MKM’nin yaşadığı şeylerle ilgili traji-komik şeyler anlattı. Bunların benzerleri Diyarbakır’da sayısız ölçüde yaşandı. Ancak tiyatro, tarihin getirdiği o antik tarafını, kent yaşantısını sanata dönüştürmeyi, kültürle yoğurabilmeyi, yeni bir yaşamı ya da yaşamdan zevk almayı, mutlu olmayı… vs. Diyarbakır bunları tiyatroda yaratabilmeyi başardı.

Ancak bugünkü Diyarbakır için bunlardan bahsetmek çok mümkün değil. Çünkü o eski Devlet Tiyatrosu kalmadı. Devlet Tiyatrosu şu anda bir müstemleke tiyatrosu olarak, sömürge tiyatrosu gibi devam ediyor. Devletin bayrağının dikili olduğu her yer devletindir mantığıyla çalışan bir kurum. Şehir tiyatrosu yerel dinamiğin oluşturduğu bir hareket olmasına rağmen ciddi anlamda birşey yapamamakta. Tablo gitgide kararmaktadır. Özellikle TMY’nin yeniden gündeme getirildiği şu günlerde, bu durum tiyatrocuları da etkileyecektir. Bir polis memuru, ben bu oyuna izin vermiyorum, diyebilecek. OHAL yasasında, şiddete karşı alınacak tedbirler, diye bir başlık var. O başlık altında tiyatro, sinema gibi etkinlikleri denetleyebilmek, kontrol etmek ve gerektiğinde yasaklayabilmek, gibi bir madde var. Şimdi bu, bütün Türkiye’de uygulanabilecek hale getiriliyor. Sonumuz hayırlı olsun diyelim. Yasaklarla çok fazla zaman kaybedilmesinden yana değilim. Bu biraz dertli bir bakış açısı olabilir. Elbette mücadele edilecek, karşı durulacak, ama Türkiye bu anlamda çok değişecek bir ülke gibi görünmüyor. Devlet yapısı değişmeyi kabul etmiyor.

Hamit Eskiçırak: Lazların tiyatrosunu temsilen buradayım. Bizim tiyatromuz tamamen amatör olarak yola çıkmış ve hala amatör olarak, kendi çapında faaliyet gösteren bir grup. Ardeşenliler Derneği çatısı altında beş kişiyle yola çıktık ve yapabilir miyiz diye kendimize sorduk. Önce dernek çatısı altında sosyal aktivite olarak düşünülen bir işti tiyatro. İkinci oyunumuzdan sonra şuna karar verdik: Tamamı Lazca bir tiyatroyu, İstanbul’da olduğumuz için, izleyici bakımından kaldıracak bir yapı yok. Fakat şiveyle, Rize, Artvin gibi Lazların yaşadığı bölgelerde kullanılan Türkçe şiveyle ve Lazca kelimelerle bir tiyatro yapabilir miyiz? İstanbul’da oynadığımız oyunlarda kullandığımız kelimelerin %40’ı Lazca %60’ı şive ile. Bu şekilde 1999 yılından bugünlere kadar geldik. Son bir buçuk yıldır bazı nedenlerden dolayı ara verdik. Eylül itibarı ile tekrar başlayacağız. Hiç beklemediğimiz bir şekilde, gerek Lazlardan gerek onların arkadaşları, komşuları olup bizleri izleyenlerden bayağı olumlu tepkiler almaya başladık. 2003 yılında grup olarak, o yıl Ankara’da ETHOS tarafından ikincisi düzenlenen Uluslararası Tiyatro Festivali’ne katıldık. Hem yurt içinden hem yurt dışından grupların katıldığı bu festivalde oldukça olumlu tepkiler aldık.

Oyunlarımız daha çok bizim bölgemizde yaşanan olayların derlendiği oyunlardır. Lazlar bütün esprilerin, fıkraların kaynağı diye bilinir; hiç abartısız doğrudur. Orada yaşanan sorunları da ele almaya başladık; çaktırmadan eleştirmek gibi… Nedir oradaki belli başlı sorunlar? Örneğin şu anda Türkiye gündeminde olan Karadeniz otoyolu; sahilde Karadeniz diye denize girebilecek bir yer kalmadı; kayalık deniz haline geldi. Bunun haricinde, 1990’ların başında Rus kapısının açılmasıyla sadece Rus Kapısı açılmadı; bizim memleketteki insanlar da kendi kapılarını açmaya başladı. Aileler yıkılmaya başladı; çünkü kapalı bir kutuyu açıyorsunuz. Bunun dışında, Karadeniz’in en büyük sorunu kanser. Kendi çevremden biliyorum, son on yılda ölen insanların %99’u kanserden ölüyor.

Yöneticiler nezdinde, idareciler nezdinde çok şey yapamıyoruz, ama en azından orada o sorunlarla karşı karşıya kalan insanlarda bir soru işareti bırakabilirsek, birileri belki sorar diye düşünüyoruz, neden böyle oluyoruz, diye. Ben kendi adıma konuşayım, çok sevmeme rağmen karalahana yiyemez hale geldim, acaba hala kanserojen mi, diye. En büyük acıyı da grubumuzdan bir arkadaşımızı Ocak ayında kanserden kaybedince yaşadık ve bu soruna daha fazla eğilmeye başladık. Şu anda özellikle kanseri inceleyen ve Lazların bu olaya bakışını anlatan bir oyun hazırlamaya çalışıyoruz. Oyunlarımızda, bugün unutulmuş ama geçmişte Lazların kültüründe var olan örf ve adetleri gün yüzüne çıkartmaya çalışıyoruz. Oyunu izlerken karşımda oturan adamı görüyorum, ah, diyor, hakikaten biz bunları yaşardık, şimdi niye yaşamıyoruz?

Kürtler hep şikayet eder, biz baskı altındayız, diye. Aslında bu sadece Kürtlere has bir şey değil, Türkiye’de insansan baskı altındasın, insan olmayacaksınız, tek tip olacaksınız. İzlediyseniz hatırlarsınız televizyonda. Yanlış hatırlamıyorsam Gaziantep milletvekili ağaya sorudular, efendim, kaç karınız var, diye. Dört, dedi. Beşinciyi de düşünüyorduk ama siyaset engel oldu bize, dedi. Peki size bağlı 28 tane köy var, bunlardan birinde, bir kaç tane dahi olsa, mensubu olduğunuz parti dışında bir partiye oy çıkarsa ne yaparsınız, dedi. Çıkmaz, dedi. Varsayalım çıktı. Hayır efendim, çıkmaz, dedi. Peki köylerinizde ne yapıyorsunuz, diye sordu spiker. Ben 1500 başa bakıyorum, dedi. Adam televizyonun karşısında Türkiye’nin yöneticilerinin insana bakış açısını iki kelimeyle özetledi: 1500 baş. Türkiye 70 milyon baş.

Bırakın alternatif ya da bizim gibi amatör tiyatroları, bugün devlet tiyatrolarının, şehir tiyatrolarının, özel tiyatroların halini görüyorsunuz. Şu an ayakta durabilmelerinin nedeni basının onları ayakta tutması. Tiyatro bugün pek çok kişi tarafından, entel diye tabir edilen, hiçbir sorunu olmayan bir iki kişinin izlediği, fuzuli bir şey olarak tanımlanıyor. Bir sinema filminin nasıl tanıtıldığını, insanlara nasıl empoze edildiğini görüyoruz, ama İstanbul’da ya da memleketin bir köşesinde bir tiyatro oyunu nasıl hazırlanıyor, nasıl sergileniyor, nasıl bir oyun, insanlara ne anlatmaya çalışıyor diye bir soru yok. Hal böyleyken tiyatro üzerine epey konuşacağız diye düşünüyorum. Çok teşekkürler.

Metin Boran: Çokkültürlülük olgusunun kendisi derin bir olgu, benim de sözcük dağarcığım buna yaklaşmaya yetmez. Alternatif kavramına gelince; alternatifin ömrü çok uzun, ama bu coğrafyada yaşamadı. Bu da bir paradoks olsa gerek.

Ben 2000 yılında Almanya’dan kalkıp Diyarbakır’a gittim. Tiyatro üretebileceğimi düşünüyordum. Beş yıl içinde yanılmadığımı da gördüm. Kuramsal olarak çok şey söylememe gerek yok. Ben kendimi tiyatro pratikleri olarak tanımlıyorum ve misyonumun da tiyatroyu yatay olarak yaygınlaştırmak olduğunu düşünüyorum. Şimdi vereceğim örnekler de aslında bir zorunluluktan kaynaklanacak, çünkü yapabileceğimiz işlerin bir bağlamda terbiyeli işler olduğunu düşünüyorum ve toplumsal olarak haberdar olunsun istiyorum.

Yıl 2000 ve Diyarbakır. Karşılaştığım manzara şuydu: Tiyatro yapmaya çalışan arkadaşlarımız ve tiyatroyu bırakmış bir sanat yönetmeni… Bu bölgede, sosyolojik açıdan var olmamı sağlayacak çok ciddi birikimler vardı ve niyetim bu birikimlere dönük ve oradaki sosyolojik yapıya uygun, bu yapıyla paralellik ve hatta koşutluk kurabilecek metinler tercih etmekti. Bir de kendimize amaç belirlemek istedim. Bunu tek bir cümleyle özetleyebilirim. Orada karşılaştığım bir kütle vardı; o kütleden kitle, kitleden seyirci, seyirciden birey yaratmaktı amaç.

2001 yılında Murathan Mungan’ın “Mahmut ile Yezida” oyunu ile sezonu açtık. Sanıyorum oyun 65 gösteri yaptı ve 27 bin seyirciye ulaştı. Bir dönem gerçekten Diyarbakır’da tiyatro seyircisi anlamında bir Rönesans yaşanmış; fakat, bunu çarçur etmişler orada tiyatro yapan kadrolar. Bugün Türkiye’de tiyatro gelişmiyorsa gerçekten dedikodu yüzünden gelişmiyor. Gruplar birbirlerini paçalarından çamura batırmak için ellerinden gelen her türlü gayreti gösteriyorlar. Bu gayreti tiyatro için gösterselerdi tiyatro bugün bambaşka bir şey olurdu. Bunu kim üzerine alınırsa alınsın, umurumda değil.

“Mahmut ile Yezida” 65 gösteri yapıp onca seyirciye ulaşmışken orada sıkıntılar, sorunlar çıkabildi ve biz de bunlara izin verdik aslında. Ne adına? Tiyatro yaşasın istedik. Ama ben kavga etmeye devam ettim, 2004’ün onuncu ayına kadar da kaldım orada. “Mahmut ile Yezida” devam ederken devlet üzerime geldi. Bir gün Özgür Politika gazetesinde bir demeç yayınlandı, tiyatronun köylere kadar götürülmesine dönük merkezi bir demeçti bu. Polis tabii şüphelendi bu durumdan ve üzerimize gelmeye başladı. Ama ben inatla ve ısrarla bu kez şöyle bir karar aldım: Perşembe günü halk günü arkadaşlar, diyerek, orada bulunan demokratik kitle örgütleriyle ortaklaşarak kimi mahallere belediye otobüsleri gönderdim ve halk getirdim o ortamdan. O tiyatro 360 kişilikti ve her Perşembe oyuna 500 kişi geliyordu. Bu her Perşembe sürdü böyle. Bir inattı benimkisi. Başarılı da oldu. Şu anda böyle bir şey sürmüyor orada, bunu da belirteyim.

Biz “Mahmut ile Yezida”yı turneye götürmeye başladık. Vizyonumuz bölge tiyatrosu misyonuyla çalışmaktı. Örneğin, Mardin’in Derik ilçesine ilk defa biz gittik, sanırım 40 yıldır gidilmemiş. Ve tabii yanıbaşında Ergani’ye, Silvan, Nusaybin, Kızıltepe’ye vs.

Bir seyirci yakalamıştık ve bu seyirciyi nasıl elimizde tutabilirdik? Hemen ciddi bir repertuar çalışması yürüterek. O zaman Abdullah Öcalan’ın idam kararı onaylanmak üzereydi, “Sacco ile Vanzetti”yi idam karşıtı bir yapı anlayışı doğrultusunda yorumladım. Yaklaşık 17 bin seyirciye ulaştı. Bu arada, Antalya’dan Tekirdağ Çorlu’ya kadar, İstanbul da dahil, yaklaşık 17 il ve ilçede turne yaptı. Benim bu oyunu turneye taşırken amacım Kürtlerin varolduğunu ve tiyatro yapabildiğini kanıtlamaktı. Sanırım başarılı da oldu. Bu arada belli klişeler üzerinden de hareket ediyorduk. Türk-Kürt kardeşliğini de kanıtlamak istercesine bu tür pratik bir iş yapmış olduk.

Çocuk oyunları yapmaya başladık bu arada. Bir anektod anlatayım. Yılmaz Onay’ın “Şarkılarımız Ölmesin” isimli çocuk oyununu çıkartmak istedik. Çocuk oyunu yasaklandı. Gerekçesi çok ilginç: Afiş tasarımım vardı, bir çocuk duvara yazı yazıyor ve “Şarkılarımız Ölmesin” diyor. Emniyet şöyle dedi: Bu çocuk duvara yazı yazıyo! Oyun yasaklandı. Sonra başka bir oyunumuz, bu çocuk oyunu değil, diye yasaklandı. Bu oyun o yıl, tiyatro doçenti Metin Balay’ın TOBAV’dan birincilik ödülü aldığı oyundu. Sonra ben basın açıklaması yaptım, NTV aradı, CNN aradı. Sonra Baro geri aradı, oynayın pardon, dedi vs.

“Sacco ile Vanzetti” bittikten sonra, “Zengin Mutfağı” çok ciddi bir ses getirdi. Bu oyunun oynatılmasının gerekçesi faili meçhul cinayetlere ilişkin bir gönderme yapmak ve çeşitli aptalların nasıl besili hale getirildiğini vurgulamaktı. Sanırım başarılı da oldu.

O arada tekrar bir çocuk oyunumuz daha yasaklandı. Ben Feridun Çelik Bey ile konuştum, çocuklardan tiyatro parası alınmasın istedim, çünkü onların harçlıkları bile yok. Otobüs göndereceğiz okullara, onları okullarından alacağız oyunu izleyecekler ve sonra onları yine okullarına teslim edeceğiz. Fakat Milli Eğitim tedirgin oldu bu durumdan ve izin vermedi. Oyunlarımızın hiçbirini de oynayamadık, ta ki 2004’ün sonuna kadar, bir başka çocuk oyunu bulana kadar.

Söylenecek çok şey var, fakat ben özel bir şey anlatmak istiyorum. Tiyatro kursları açmaya başladık, her yıl 20 kursiyer alıyorduk. Toplamda yaklaşık 70 kursiyere sertifika verdik. Benim asıl önemli ve kalıcı bulduğum bir şey var. Bu 70 kursiyer içerisinden 9 tanesi şu anda tiyatro bölümlerinde ve konservatuarlarda öğrenciler. Bu Diyarbakır tarihinde bir ilk sanırım. Böyle bir kurs açacaksınız ve buradan 9 öğrenciyi çeşitli üniversitelere, örneğin Mimar Sinan Üniversitesi’ne, DTCF’ne göndereceksiniz. Bu çok da mümkün görünmeyen bir şeydir. Biz bunu başarabildik sanıyorum.

Hemen arkasından “Özgürlük Oyunu” diye bir oyun gösterime girdi, zindandaki mahkumlarla ilgili, açık biçim, epik yapıda bir oyun. Ardından kursiyerlerle çalıştığımız başka bir oyun “Ölümü Yaşamak”… Ardından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ile ilgili benim Dario Fo’dan uyarladığım bir oyun “Bir Düş, Üç Hasret” adında… Ve ardından “Azizname”. “Azizname” şu anki belediye başkanı tarafından beğenilmedi, oynanmaması gerektiğini söyledi. Hemen arkasından Murathan Mungan’ın “Taziye”si, “Hewarî” adıyla Kürtçe oynandı. Bu bizim için bir dönüm noktasıydı çünkü ilk defa kamu finansmanıyla, kamu personeliyle, kamu binasında Kürtçe tiyatro yapıldı. Elbette biz bunun mücadelesini o gün orada vermemiştik, 20 yıllık tarihi vardı bu mücadelenin. Fakat ben bu noktada kırgınım. Bu oyun izlenmedi arkadaşlar. Çok örtük konuşmak istemiyorum ama bu oyun 29 gösterim yaptı ve altı-yedi bin seyirciye ulaştı. İlk oyunları sayarken bambaşka rakamlar telaffuz etmiştim hatırlarsanız. Ben tabii yine basın açıklaması yaptım, Kürtler bu oyunu sevmediler, Kürtler kendi dillerini sevmediler, diye. Bu tabii çarpıtıldı. Amaç Kürtçe tiyatro yapmaktı, görsel olarak niteliksiz bir oyun da değildi. Kaldı ki, Murathan Mungan oyunun çevirisini onaylatarak izin verdi bize. Abdullah Keskin, Muhsin Kızılkaya baktı, bu oyun oynanabilir mi oynanamaz mı diye. Belediyeden arkadaşlar yapmıştı çevirisini. Fakat oyun izlenmedi. Kırıldım buna, ben böyle olmasın, en az 99 kere oynansın istiyordum. Şimdilik bu kadar. Teşekkürler.

Cihat Ulus: İyi akşamlar. Uzunyayla Kafkas Kültür Derneği’nden geliyorum. Tiyatro sanatçısı değilim. Çerkesce tiyatro yapıyoruz, amatörce. Öncelikle Uzunyayla neresidir, bunun hakkında bilgi vereyim. Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesi, Kahramanmaraş’ın Göksun, Sivas’ın Şarkışla ilçelerinden 85 tane Çerkes köyünün olduğu yerdir Uzunyayla. Çerkesce tiyatro yapmamızın amacı kendi dilimizi, örf ve adetlerimizi yaşatmak, yeni nesle aktarabilmek. 1864 Rus sürgünüyle yerleşmiş 4., 5. kuşaklarız buradaki. Dilimizi, örf ve adetlerimizi yaşatmanın en iyi yolunun tiyatro olduğunu düşünerek başladık bu işe, ama Türkiye’de Çerkesce tiyatro üretebilecek, kültürümüzü yaşatacak bir altyapı olmadığı için çalışmalarımıza kendi bünyemizde, dernek bünyesinde devam ediyoruz.

Dünya ülkelerinde, diasporada 8 milyona yakın Çerkes var; Amerika’da, Rusya’da, Suriye’de, Ürdün’de, İsrail’de. Buralarla bütünleşemiyoruz. Onlarla devamlı irtibat halinde olmak ve anavatanı yeni nesle tanıtabilmek… Asıl amacımız bu. Ben fazla vaktinizi almayacağım. Daha sonra sorular olursa söz alayım. Teşekkürler.

Kevork Türker: En son konuşmak en kötüsü sanırım. Merhaba, ben Kevork. Ermeni toplumunun bir ferdi olarak buradayım. 32 yıldır tiyatro yapıyorum, amatör olarak başladım tiyatroya, şimdi hasbelkader profesyonelliğe döndüm.

Ermeni kültürü deyince hemen yaprak dolma gelir akla, topik gelir, Artin gelir… Bu kadarla kalıyor. Böyle değil tabii ki. Doğaldır böyle kalması da. Kars’taki Ani Harabeleri’ne tarih kitaplarında Anı Harabeleri dersek veya Dolmabahçe Sarayı’nı yapan Balyan’ın adını İtalyan mimar Balliani olarak değiştirirsek olacağı budur.

Oradan tiyatroya geçecek olursam, çok kısa bahsedeyim çünkü eminim çoğunuz biliyorsunuzdur. 1820 yılında ilk Ermenice tiyatro Kuruçeşme’de Düzyan ailesinin yalısında başlıyor. Ermeni gençler tiyatro oynuyorlar. Zaten Türkiye’de tiyatro binalarının yapımı 1839’da başlıyor. Dört tane var, hatta biri hastane olarak yapılıyor, daha sonra tiyatro salonuna çevriliyor. 1820’den beri Osmanlı’da Ermeniler tiyatro yapıyorlar. Hatta şöyle diye biliyorum, neredeyse 1895’lere kadar, yalnızca demeyeyim ama, çoğunlukla Ermeniler tiyatro yapıyor. Sayamayacağım kadar çok insan tiyatro yapıyor.

Daha sonra da bildiğiniz tehcir olayları yaşanıyor. O dönem Ermeni kültürünün büyük bir darbe aldığını görüyoruz. İstanbul’dan tehcire götürülen ilk 260 kişi, ki bu sayı sonradan çok yükseliyor, sadece aydınlar, yazarlar, edebiyatçılar, şairler. Bu senin hayat damarını kesiyor. Ana başlıkları belirterek hızlıca geçiyorum. 1920’lerde Aşot Madakyanlar var, Stüdyo Tiyatrosu var, Genç Temaşa Derneği var, onlardan ayrılıp Genç Tiyatro Severler Derneği kuruluyor. Cumhuriyete kadar sallantılı bir dönem yaşanıyor. Cumhuriyetten sonra, az önce saydığım üç grup kuruluyor. Fakat Ermenice temsil haliyle veremiyorlar. 1946’ya kadar da bu tür bir süreç yaşanıyor ama tiyatro devam ediyor. Moliére, uyarlamalar vs. Tiyatro Türkçe yapılıyor. 1946’dan sonra tekrar Ermenice tiyatro yapılmaya başlanıyor, fakat bu kez de profesyonellik azmi kalmıyor kimsede. Bunun nedeni de çok basit: Az önce saydığım isimler, ayrıca eski oyuncular, Osmanlı’nın oyuncuları, Atamyanlar, Acemyanlar’ın %90’ı açlık ve sefalet içinde ölmüşler. Hayatlarını tiyatrodan kazanmışlar, ancak sadece yiyecek parası kazanmışlar. 1946’dan beri profesyonel bir grubumuz yok, ama şöyle bir durumumuz var: Aşağı yukarı 60 yıldır derneklerimizde tiyatro yapılıyor. Bunlar okul mezunları dernekleridir. Şu an itibarı ile 8 derneğimizde 8 ayrı oyun ve 8 ayrı sahne açılmış durumda. Bunlar ne kadar Ermenice oynuyor? Ermenice oynayanlar var, Türkçe oynayanlar var. Tiyatro tamamen amatör olarak yapılıyor; bakkal, kuyumcu, öğrenci, serbest meslek sahibi insanlar akşamları bir araya geliyor. Ama, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, yapılan oyunlar profesyonel düzeye oldukça yakın; çünkü profesyonel arkadaşlarla dayanışma içine giriliyor. Ani İpekkayalar, Nişan Şirinyanlar, Agop Ayvazlar. Onların destekleriyle devam ediyor. Şimdilik bu kadar. Daha sonra devam edebiliriz.

***

Ömer F. Kurhan: Toplantının bu bölümünde soru ve görüşlerle devam edeceğiz. Ben öncelikle bir çerçeve sunumu yapmak istiyorum. Tek tek Kürt, Laz, Çerkes, Ermeni tiyatrolarını kendi özgün koşulları içerinde kavrayabilmek için çok az veri var elimizde. Buna rağmen bu çok önemli bir etkinlik, çünkü ben daha önce tiyatro alanında bu kimliklerin buluştuğu bir etkinliği duymadım. Muhtemelen ilk kez yapılıyor.

Kültürel çoğulculuk derken kastedilen şeyi biraz açmak istiyorum. Evet, modern toplumlar inşa edilirken tek kültürlü, monolitik bir yapıya sahip değildiler. Bir ulus devlet modeli icat edildi ki bu icadın yaygın bir karakter kazanmaya başlaması çok yakın bir döneme, 19. yüzyıla tekabül eder. Bu paradigma içerisinde bir kültürel monolitizm, homojenlik örgütleme denemesi oldu. Daha sonra, küreselleşme dediğimiz çerçeve içerisinde ise, çok büyük bir çözülmeye uğradı ve bu süreç ulus-devletlerin kurucusu olan Batı’da başladı. Sonra bunun etkisi örneğin Ortadoğu ve Balkanlar’da da görülmeye başladı.

Ben kültürel çoğulculuk bağlamında, kamusal alanda görünürlük, diyebileceğimiz noktaya vurgu yapmak istiyorum. Eğer gerçekten kültürel çoğulcu bir sistem inşa edilecekse kamusal alanda görünürlük eksen alınmalıdır. Örneğin Ermeni tiyatrosuna baktığımızda aslında modern Türk tiyatrosunun da kuruculuğunu üstlenmiş bir kadro yapısına sahip olduğunu biliyoruz. Ama Ermeni tiyatrosunu temsilen burada olan arkadaşımızın verdiği veriler çok ilginç, çünkü yokoluş yaşıyor ve şu anda yeniden canlandırılmaya çalışılıyor; üstelik modern Türk tiyatrosuna hizmet etmiş olmasına rağmen. Burada sorun şu: Biz Ermeni tiyatrosunu kamusal alanda göremiyoruz. Mesala Devlet Tiyatrosu’nun ya da Şehir Tiyatroları’nın repertuarında Ermenice tiyatro yok. Ermeni tiyatrosunun örneklerini nerede görebilirsiniz? Ancak cemaat içi, kapalı ve görünmemesi gereken bir etkinlik olarak.

Bu durum 2000’lerde aşılıyor gibi görünse de başka bir sorunla karşılaşılıyor. Devlet sizi ya özel sermaye piyasasına doğru yönlendiriyor ya da amatör dediğimiz dernek içi etkinliklere sıkıştırıyor. Dolayısıyla bir altkültür haline geliyorsunuz. Bir ‘mainstream’ dediğimiz ana akım kültür var, bir de bunun üzerinde yükseldiği ve bir yere kadar çeşitlenmesine izin verilen altkültürler var. Buna kültürel çoğulculuk diyemeyiz. Bu, çok iyimser bir yorumla, sadece kültürel çoğulculuğun işaretlerinin verilmesidir. Henüz demokratik bir içeriğe sahip değil. Eğer Çerkes, Kürt, Ermeni vs. tiyatrolarının canlandırılması isteniyorsa, bunların pozitif ayrımcılığa tabi tutulması gerekir. Çünkü bunlar bastırılmış, kamusal alanda gözümüze görünmeyin denmiş kültürlerdir. Pozitif ayrımcılık talebinin yükselmesi gerekiyor. Ben çerçeveyi böyle koyduktan sonra sözü sizlere bırakıyorum.

İzleyici: Siz çok kültürcülük bağlamında iyi bir toparlama yaptınız. Kültürlerin hiyerarşik değil de yatay ve demokratik ilişkilenmesini öneren bir tanım yaptınız. Bunun üzerinde hem Metin Bey’e hem de, cevaplamak isterlerse, diğer katılımcılara soruyorum. Konuşmanız sırasında Diyarbakır’a giderek oradaki Kürtlerden seyirci ve birey yaratmak çabası içinde olduğunuzu söylediniz. Bu aslında oldukça üstten, jakoben bir anlayışmış gibi görünüyor… Bir ikinci sorum ise, kültürel çoğulculuk bağlamında tiyatroya ne tür bir misyon biçiyorsunuz?

Metin Boran: Benim birey yaratmak gibi uhrevi bir gücüm yok. Oradaki amaç ve vurgu esasında bireyin kendini yaratma süreci için bir olanak sunmaktı. Çünkü bugüne dair oradaki olanaklar halkın kullanımına sunulmamıştı. Bu nedenle ‘jakoben’ kavramı bana haksızlık olur diye düşünüyorum.

Tiyatro, çokkültürcülük ve tiyatronun alternatifliğine gelecek olursak… Özellikle 1960’lardan sonra tiyatro disiplini içerisinde ‘alternatif’ kavramına yer bulmaya çalışan çok grup oldu. Ama çok olumlu sonuçlar alınabildiği söylenemez. 1970’lerde Işıl Özgentürk öncülüğünde kurulan “Devrim İçin Hareket Tiyatrosu” adında aklı başında diyebileceğim bir tiyatro topluluğu vardı. O bile, sokağa taşınabilmiş olmasına rağmen başarılı olamadı. Alternatiften ben yerleşik olana karşı bir almaşık oluşturmayı anlıyorum. Bir de verili konsepti reddetmek olarak nitelendirebiliriz. Ama bugüne kadar Türkiye’de böyle bir girişim olamadı. En azından düşünsel bağlamın dışında kılgısal olarak ortaya konulabilmiş değil. Bunun nedenleri vardır kuşkusuz. Ben bilmiyorum ama tarihçiler yazacaklardır şüphesiz. Ama benim alternatif olmaktan anladığım söylem, diskur, retorik ve, zaman ve mekan kavramlarının yeniden tartışmaya açılmasıdır. Bu olasıdır ama rasyonel olarak baktığımızda biz bugün Türkiye’de çerçeve sahneyi kotarmakla sınırlandırılmış haldeyiz. Yeni bir şey üretmek gibi bir mecalimiz kalabilmiş değil. Tiyatroyu su basmış aslında… Alternatif olmak bu bağlamda zor bir iddia. Ama ben tiyatro yapmak isteyen bir özne olarak buna varım. Ancak sac ayakları var bu işin; zaman, mekan, finansman. Bunlar olmadan rasyonel düşünemeyiz.

Onur Cebe: Alternatif tiyatro bu panele sığacak bir konu değil. Ancak kısaca tanımlarsak alternatif, var olanın dışında hareket etmektir. Farklı sahne teknikleri, estetikleri uygulamak, seyirci çekilemiyorsa daha fazla seyirci çekebilmek gibi örnekler verebiliriz. Belki bu noktada, tiyatro nelere muktedir sorusuna dönülebilir. Tiyatronun çok fazla şeye muktedir olmadığını söyleyebiliriz. Ama bir realite var ortada: Türkiye ciddi bir tiyatro geleneğine sahip. Bu geleneğin de sorgulanması gerekiyor.

1932-1951 arasında 19 sene halk evlerinde tiyatro yapılmış. O çalışmalara baktığınızda, böyle tiyatro mu olur, diyebilirsiniz. Son derece milliyetçi metinlere rastlarsınız. Bunlar toplumda resmi ideolojiyi yerleştirme amaçlı yapılmış çalışmalardır. Bu dönemden sonraki gelişmelere baktığımızda, Kürt, Ermeni.vs. tiyatrosunun durumunu sadece popüler kültüre bakarak sorgulayamayız. Ortada ordu gibi ciddi baskı araçları var. Öte yandan tiyatrocuların da ciddi suçu var bu durumda. Tiyatrocular konuşmayı çok seviyorlar. Televizyonlarda, panellerde tiyatro tartışıyoruz diye, devlet bana az verdi, sana çok verdi benzeri polemikler yarıştırıyorlar. Ama ciddi anlamda bir birlikten, tartışma ortamından, alternatif geliştirme iddiasından bahsetmek mümkün değil. Lafa geldiğinde ben evrensel tiyatro yapıyorum iddiasına sığınanlar var. Evrensel tiyatro gibi bir kavram söz konusu değil ki. Evrensellik çağlar boyu taşınmış olmayı gerektirir. Avrupa tiyatrosu için evrensel diyemeyiz bu halde. Çünkü çağın sorunlarıyla ilgileniyor. Ensestten tutun, bugün dünyanın geldiği noktaya kadar birçok tartışma ve çalışma yürütüyorlar. Tiyatro üzerine tiyatrocuların ettiği bu laflar çok yavan. Kürtler kardeştir, ben Lazların kendilerini ifade etmelerinden yanayım şeklindeki tiyatrocu söylemlerini çok samimi bulmuyorum.

Bugün sadece tiyatro değil popüler kültür de tebdil-i kıyafet durumdadır. Bugün tiyatro alanında yoğun bir ilgi olduğunu görebilirsiniz. Gidin BKM’nin salonuna, seyirci tıklım tıklım. Bu kadar seyirci varken kim tiyatronun öldüğünden bahsedebilir. Bunun arkasında da popüler kültür var.

İzleyici: Ben yapılan ‘jakobenizm’ eleştirisinin geçiştirildiğini düşünüyorum. Bu ciddi bir eleştiri olarak ele alınabilir. Özellikle Kürt Tiyatrosu üzerine bir şeyler söyleyebilirim. Diğerlerini çok bilmiyorum. Kürt Tiyatrosu kurgulanırken, Diyarbakır’da Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatroları bağlamında, İstanbul’da MKM bağlamında konuşacak olursak, benim gördüğüm kadarıyla sanki Cumhuriyetin ilk yıllarındaki tiyatro algısıyla hareket ediliyor. Biz tiyatromuzu kurarız, oradan bireyimizi üretiriz, türünden bir yaklaşım hissettim. Bu nedenle ‘jakobenizm’ eleştirisi kolay yabana atılmamalı. Mesela 1992’de MKM ilk oyununu oynadığında, (ben de oyunculardan bir tanesiydim), seyirci profili ilginçtir; geleneksel Kürt kıyafetleriyle kadınlar, ortalıkta koşuşturan çocuklar, sahneye çıkan çocuğa, oğlum, in aşağıya, oyun oynuyoruz, uyarıları söz konusuydu. Son yıllarda bunun giderek ortadan kalktığını gördüm. Yanımda bir Kürt kadın vardı, geleneksel kıyafetleriyle. Oyun Kürtçe olmasına rağmen kocasına sürekli anlamadığını söylüyordu. Kullanılan dil halktan uzaklaşmış, bu görünüyor.

İlgimi çeken bir şey var: Laz, Çerkes, Ermeni tiyatrosu üzerine konuşulanları dinlerken keyif aldım ve heyecanlandım. Ama Kürt tiyatrosu üzerine konuşan arkadaşlarda bir bunalım hali vardı sanki. TMY’nin yeniden gündeme gelişi, Diyarbakır ve Şemdinli olayları vs. moral bozukluğu yaratmış alabilir. Ama Kürt arkadaşların bunalımlı bir tablo çizmeleri beni üzdü.

Ömer F. Kurhan: Bu halk kültürü ile üstytapı kültürü arasındaki gerilim tarih boyunca her tiyatroda söz konusu olmuş. Mesala Shakespeare tiyatrosu neden övülür? Derler ki; Shakespare, bir yandan soylulara seslenirken, diğer yandan halka seslenebilen bir sentez gerçekleştirmiştir. Moliére tiyatrosu için de benzer bir şey söylenebilir. Bu devam eden bir problemdir. Bu gerilim bence devam edecektir.

‘Bunalım’ tespitine katılıyorum. Kürt tiyatrosunu temsil eden arkadaşlar daha çok kurumlardan geldiği ve bu kurumlar da genelde Kürt halkı etrafında örgütlenen üst yapı kurumları olduğu için bu tip durumlar olabiliyor. Örneğin Laz ve Çerkes tiyatrosu daha farklı durumda. Örneğin arkadaşımız Laz tiyatrosunu anlatırken, halkın sorunlarından hareket eden bir tiyatroyu, bir halk tiyatrosunu tarif etti, daha esprili daha sıcak bulunması oradan kaynaklandı bence.

Kürt tiyatrosu, halk kaynaklı bir açılım yaşama konusunda ciddi bir sıkıntı yaşıyor. Bu konuda söz almak isteyen var mı?

Metin Boran: Jakobenizm vurgusu yaptınız, fakat dağınık konuştunuz. Keşke buradaki sorunun ardılı olabilecek farklı çıkışlar olabilseydi. Kürt arkadaşların somurtkan duruşları bir doğumun gerçekleşiyor oluşundandır. Kürt tiyatrosu bir revizyon halindedir şu anda, çünkü tarihi silinmiştir. Yeniden doğuşu yaşıyor. Bunun ayaklarını oluşturabilmenin yeterliliği bende yok. Kim böyle yetkin ki? Metin yazmak, dramatik çatı yapmak, reji yapmak, tamam ben akademiliyim, ama kolay mı sanıyorsunuz? Onur az evvel şunu söyledi; genç cumhuriyet kendi ideolojisini yaygınlaştırırken halk evleri kurdu, daha ileri halk odaları, üniversiteler kuruldu, ithal ikameci ideolojik çağrılarla devlet tiyatrosunu kurdu, bilmem hangi Alman gelip salon yaptı, sancılı bir süreçti bu. Siz onbeş yıldır tiyatro yapıyorsunuz, niye doğmadı bu çocuk diyemezsiniz. Bu bir kuramsal derinleşme, kafa yorma, emek, kamusal süreç meselesi.

Emrah Koyuncu: Müsaade ederseniz bu konuda ben de birşeyler söylemek istiyorum. Bir kere ben hiç bir kurumu temsilen burada değilim. Bağımsız bir kişiyim. Bağımsız bir kişi olarak bir merkez açtım, bir sanat atölyesi açtım ve çalışmalarımı orada yapıyorum. İkincisi Türk tiyatrosundan bir temsilci yok burada. Ben bir Kürdüm, Kürt coğrafyasında yaşıyorum. Ama bu işi Türkçe yapıyorum. Ben Kızıltepe’den geliyorum ve oradaki sorunları, kentin sorunlarını biliyorsunuz. Benim sanat yapma alanım işgal edilmiş bir kere. Ben orada tiyatro yapamıyorum. Son 10-15 turnem iptal edildi. Ben buraya bu sorunları konuşmaya da gelmedim ama kurduğunuz söylem üzerine bunu söylemek istiyorum. Emniyet bize biz insanların bir araya gelmesini, toplanmasını istemiyoruz, gibi söylemlerle gelip benim sanat yapma alanımı kapatması, işgal etmesi beni biraz gerer. Bu nedenle benden ‘lay lay lom’ bir tavır beklemeyin.

İzleyici: Ben Metin Bey’e bir soru sormak istiyorum. Diyarbakır’da sizin çalışmalarınızda tiyatro eğitimi aldıktan sonra, devlet kurumlarında eğitimine devam eden öğrenciler olduğundan bahsettiniz. Bu arkadaşlar sistem içine itilmiş olmuyorlar mı sizce? Diyarbakır’da kalıp tiyatro çalışmalarına orada devam etseler daha hayırlı olurdu sanki. İkinci sorum ise; son oyununuzun Kürtçe olduğunu söylediniz. Bu arada da çocuk oyunları yaptığınızı söylediniz. Çocuk oyunlarını hangi dilde yaptınız. Türkçe mi yaptınız, Kürtçe mi?

Metin Boran: Dokuz arkadaşımızın üniversitede tiyatro ana sanat dalında eğitim almalarını mı yadırgadınız, doğru mu anlamışım? Bu arkadaşları serseri ya da korucu olmasınlar diye yolladık.

İzleyici: O halde bu eğitimde bir sorun olmalı…

Metin Boran: Bakın, bu onların tercihi. Nasıl şekillenecekleri kendi yaşam tercihleri ile ilgili birşey. Birileri serseri oluyorsa bu onların kesinlikle yaşamsal tercihleriyle ilgili birşey. Bakın ben şunu biliyorum, Diyarbakır’dan gitmiş ve Ankara Dil Tarih’te okuyan, kendini yetkinleştirmeye çalışan ve teorik olarak derinleşmeye çabalayan arkadaşlarım, öğrencilerim var benim. Onur’un da vardır. Böyle kabataslak şekillendirilmiş bir eleştiriyi kabul edemem. Çünkü ben bir başlangıç yaptım, gerisi onun yaşam tercihiyle ilgili birşey. Bu eleştiriyi çok yadırgadığımı söylemeliyim öncelikle. Çocuk tiyatrosuna gelince… Evet, çocuk oyunları yaptık ve Türkçe yaptık. Çünkü, belki çok acı gelir ama, ne yapalım böyle, Diyarbakır gerçeğiyle ilgili birşey ama Diyarbakır’da Kürtçe çocuk oyunu izleyecek çocuk bulamazsınız. Bu ayrıca değerlendirilmesi gereken önemli bir konu.

İzleyici: Alternatif tiyatro noktasından devam etmek istiyorum. Bu tartıştıklarımız sadece tiyatroda kültürel çoğulculuk tartışmasıyla ilgili olmayabilir. Belki tiyatronun kendisi ile de ilgili bir sorundur. Mesela kültürel çoğulculuk bağlamında müziği düşünün, herkes düşünsün şimdi, herkesin aklına alternatifini oluşturmuş birkaç grup gelmiştir herhalde. Kültürel çoğulculuk bağlamında verilmiş ürünlere bakabiliriz. Ses getiren birçok örnek var. Bu konuda biraz da tiyatronun doğasıyla ilgili bir zorluk söz konusu değil mi? Tiyatroda alternatif yaratımlar ortaya koymak, kültürel çoğulculuğu tartışmak… Yani bunlar sadece kültürel çoğulculukla açıklanabilir mi? Tiyatronun kendisiyle kurulan ilişkide de bir sorun yok mu? Arkadaşların karamsarlığı, tiyatronun alternatif olmakta zorlanması biraz da tiyatronun kendisiyle ilgili değil mi? Kardeş Türküler örnek verilebilir anlaşılamadıysa. Bu proje bu kadar ses getirip yaygınlaşabilirken, alternatif olarak kendini ortaya koyabilirken, tiyatro da bunun olmamasının nedeni sadece Kürtçe, Lazca, …vs. konuşamamamız, ülkedeki baskı ortamı, maddi olanaksızlıklar mı? Tiyatro sanatının kendisinin de bunda bir payı yok mu? Müzik alanında aynı ortamda ve koşullarda bu yapılabiliyor örneğin.

Kemal Orgun: Ben öncelikle önceki sorularda gelen ‘jakobenizm’ eleştirisi ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Bir yanılsama söz konusu. Hemen hemen tüm devlet tiyatrolarının veya alternatif tiyatroların çıkışında toplumu yeniden yaratmak, yeniden şekillendirmek, yeniden biçimlendirmek, yeniden bir kıvama getirmek amacı var. Sonradan kimilerimiz farketti ki, bu aslında sanatın ve sanatçının belki de çok uzağında durması gereken bir durum. Ne demek insanı şekillendirmek, bir şeyden başka bir şey yaratmak. O zaman ben kendime benzetirim. Benim bir doğrum vardır, bir düşüncem vardır, siz bir kütlesiniz, sizi kitle yaparım şu tarafa gidin derim, sonra beni şöyle izleyeceksiniz, sonra sen şusun ve böyle yaşayacaksın… Bu nedenle insanı şekillendirmeyi, toplumu şekillendirmeyi, biçim vermeyi faşizme bırakalım.

İkinci olarak ben kendi konuşmamda mümkün olduğunca şen şakrak bir sunum yapmaya çalıştım, öyle söyleyeyim. Kürt Tiyatrosu’nun özellikle Kuzey Kürdistan’daki oluşumuyla ilgili yapılan eleştirilere katılıyorum, fakat şöyle bir gerçeklik var: Çocuk doğduğu zaman önce annesinin babasının alışkanlıklarını, davranışlarını kendine esas alır. Yani toplumun içerisindesiniz, oradan doğuyorsunuz ve nihayetinde bir işe sıfırdan başlıyorsunuz. Sizden önce bu işi yapan yok, bakıp yol yöntem konusunda örnek alabileceğiniz bir geçmiş yok tiyatroya dair. Bırakalım sırtınızı dayayabileceğiniz sağlam bir duvar, taş dahi yok. Bu nedenle siz deneme yanılma yoluyla yapmaya çalışıyorsunuz. Önce kuramsal bir eğitimden geçeyim, kendimi geliştireyim sonra pratiğe geçeyim değil, siz öğrenirken öğretiyorsunuz, ya da yaparken öğreniyorsunuz, öğrenirken de yapıyorsunuz. Konuşmamda dile getirmiştim. Başlangıçta ajit-prop tiyatro yaparken sonradan tiyatro estetiği ve kuramsallığı anlamında gelişmiş daha çağdaş bir tiyatro yapmaya başlamıştık. Açık söylemek gerekirse bizim başlangıç yıllarımızda, 90’larda, her sahneye çıkışımız bir baskın duygusuyla gerçekleşirdi. Bunu inkar etmiyoruz. Evet, çıktık, baskınımızı yaptık ve indik duygusu hakimdi. Fakat bunun bir noktaya kadar olduğunu anlıyorsunuz. Bu işin uzun soluklu olabilmesi için ya da toplumun tiyatroda kendi sorunlarını görebilmesi, toplumun bu üretimlerde kendi kendini sorgulayabilmesi için bu şekilde devam edilemeyeceğini gördük.

Tiyatronun kendi konseptinde mi sorun var, sorusuyla ilgili olarak, ben genel bir sorun olduğunu düşünüyorum. Alternatif üretimlerin toplumun gündemini belirleyecek şekilde ortaya çıkamamasının en büyük nedeninin Ortadoğu toplumlarının değişime karşı büyük direnç göstermelerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Özellikle üretim süreçlerini doğru yaşayamayan toplumlarda değişime karşı bir direnç görülür. Alternatifliğin özünde değiştirmek, dönüştürmek, varolanın ötesinde daha iyiyi aramak vardır. Kendini değiştirmek, yenilemek söz konusudur. Bizler alternatif tiyatro yapıyoruz ama bu tartışmalıdır. Örneğin bizim sadece Kürtçe tiyatro yapıyor olmamız alternatif olduğumuzu göstermez. Bu nedenle Kürt Tiyatrosu aynı zamanda bir deneme tiyatrosudur.

Metin Boran: Ben Kevork’un daha çok konuşmasını istiyorum açıkçası. Az önce bizim sıklıkla kullandığımız bir terimi kullandı: Tehcir. Ermeni Tiyatrosu’nun da hayat damarlarının kesildiği bir dönemdir o. Kendisine bu noktadan hareketle bir soru sormak istiyorum. Ermeni tiyatrosunu sokağa taşımak gibi bir çabaları yok mu? Çünkü yıllardır Ermeni tiyatrosu yapılıyor ama haberdar değiliz.

Kevork Türker: Evet, bu ciddi bir sorun. Ermeni Tiyatrosu da kabuğunu kırmaya çalışıyor. Çünkü belli dönemler yaşanmış; 20 kura askerlik denen bir dönem yaşanmış, Varlık Vergisi gibi, 6-7 Eylül gibi olaylar yaşanmış. Otomatik olarak toplum içine kapanmış. Şimdi yeni yeni bir şeyler oluyor. Agos Gazetesi’nde görebiliyoruz. Türkçe yayın yapan haftalık bir Ermeni Gazetesi yayınlanıyor ve 10. yılını doldurdu. Yeni gençlerimizde bu talep var. Ama neyle çıkacağız ortaya sorusu var. Mesela bazısı diyor ki, güncel bir oyun oynayalım. Bu mudur, ben buradayım, tiyatro yapıyorum demek? Şu anda Türkiye genelinde, tiyatro için söylüyorum, ne yaşanıyorsa fazlasıyla bizim aramızda da yaşanıyor. Popüler kültürle kendi kültüründen bir şeyler yapmak. Bu da belli metinlerin oluşmasını gerektiriyor ama özgün metinler maalesef çok az. Genel anlamda söylediğimde ise yeni gençlerde, kendimi de genç sayıyorum halen, bu niyet var. Belki çok açılma çabası yok ama gizli kalma çabası da yok. İnanın ki yok. Sadece iletişim kopukluğu var. Birbirimizi anlamaya, tanımaya fazla meraklı değiliz. Biz de kendimizi fazla sunmaya meraklı değiliz. Şu anda gelinen noktada kendimizi sunmaya hazır durumdayız. Umarım söylediklerim demagojiye dönmemiştir.

Metin Boran: Ben itiraz edeceğim, ama metin konusuna. Sizde metin bir hayli fazla var.

Kevork Türker: Olabilir. O zaman yardıma ihtiyacımız var. Şu an ben Agop Baronyan’ın bir oyununda oynuyorum, “Adamnapujın Arevelyan” (Doğulu Dişçi) adında. Yani eldeki bu metinlere baktığınızda oldukça eski olduğunu görürsünüz. Güncellenmesi gerekir.

Metin Boran: Sizin derdiniz yaygınlaşmak olmalı. Örnek olsun diye söylüyorum; biliyorsunuz Yılmaz Karakoyunlu’nun “Salkım Hanım’ın Taneleri” adlı romanı sinemaya aktarıldı. Ben de bunun alternatifi olan başka bir yapıttan bahsedeceğim. Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” romanı. En namuslu romandır o. Bu meseleyi, nesnel olarak ve etik diye bir kavram varsa bu bağlamda ele alan bir yapıttır. Ermenilerin, ki biz zengin diye biliyoruz bunları, niye ortaya çıkmadılar anlamadım, bir tiyatroları ortaya çıkabilsin ve bu romanı oyunlaştırsınlar.

Kevork Türker: Temenninizi ileteceğim, zevkle.

Hamit Eskiçırak: Neden ortaya çıkılmıyor? Bu herhalde bizde de bir sorun. Biz amatör olmamıza rağmen, yeni yeni bir şeyler yapmaya başlamamıza rağmen, bizim de karşımıza çıktı. Kaldı ki Ermenilerin karşısına çok daha büyük bir şeyler çıkıyor olmalı. Türkiye’de, çok kaba tabiriyle, öküz altında buzağı arandığı için, belki de onun tedirginliğinden dolayı, bugüne kadar ortaya çıkılmamıştır.

Biz 1999 yılında yeni başlamıştık, çok basit bir oyundu belki izlemişsinizdir, Yılmaz Erdoğan’ın “Kadınlık Bizde Kalsın” adlı 5 beş bölümlü oyununa, Laz kadınlarının yaşamından yola çıkarak bir bölüm de biz ekledik ve 6 bölümlük bir oyun oynadık. 2000 yılında kendimizin yazdığı yöresel, demin bahsettiğim gibi oradaki sorunlarla ilgili bir oyundu, şiveyle ve Lazca oynadık. Hemen karşımıza şu çıktı: Bir siz eksiktiniz tiyatro yapacak. Bunu söyleyen de Kaymakam. Onay almak üzere sunduğumuzda metinde bir hata yaptık, hata da değil, olması gerekiyordu. Türkçe metinde bazı yerlerde parantez içinde, burası Lazca söylenecek, dedik. Kaymakam, ne söylenecek burada, dedi. Şurada yazan kelimenin Lazcası burada söylenecek, dedik. Ne söylenecek diye sormanın anlamı yok. Bunun karşılığını Lazca söylesem bunun anlamı ne diye soracaksınız, anlamı yazıyor zaten. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz, diye bir soru sordu Kaymakam?. Bunu oynadığımız yer Ardeşen, Lazların yaşadığı bir yer. Biraz baktım Kaymakam’ın suratına, acaba ne desem diye.

Türkiye’de yaptığınız bir şeyin altında bir şeyler arandığı için, bunu hakikaten kültür olarak görmedikleri için, kültür adına yapıldığını düşünmedikleri için belki de, Ermenilerden veya bizlerden bugüne kadar bir grup çıkmadı, bir tiyatro çıkmadı. Müziği yaparken bile aynı sorun var. Geçenlerde Birol Topaloğlu, bizim Laz müziğini yapan arkadaşlardan biri, TRT’de bir programa davet edildi. Lazca şarkı söyleyen sanatçı olarak çağrılıyor, fakat Lazca söylemeyeceksin deniyor. O da, o zaman benim çıkmamın bir anlamı yok, bir sürü sanatçı var, onları çıkartın, diyor. Siz ne yaptığınızdan bahsedin, diyorlar. İyi de ben Lazca müzik yapıyorum, bahsedebilmem için yaptığım şeyi söylemem lazım, diyor. Böyle mantıksız bir düşünce yapısı içindeyiz.

Bitirmeden çok kısa bir şey daha söyleyeceğim. Arkadaşım, tiyatronun kendisinde bir problem yok mu, gibi bir şey söyledi. Hocalarım daha iyi bilir ama iyi bir tiyatro izleyicisi olarak şunu düşünüyorum; tiyatro, örneğin sinema gibi bir sanat dalı değildir. Bir şeyler oynarken, seyirciye direkt bir şeyler söyleyebildiğiniz için, oyun içinde o mesajı verebildiğiniz için ve o anda kimse müdahale edemediği için tiyatro bugüne kadar hep baskı altına alındı, birçok tiyatro kapatıldı, insanlar aç bırakıldı. Belki bu nedenle tiyatro gelişemedi. İkinci bir nedeni de, şimdi onun sonucunu yaşıyorlar, Türkiye’de ulusal tiyatrolarda bir zamanlar tiyatro adına bir şeyler yapan arkadaşlarımız, büyüklerimiz, tiyatro sanatçılarımız halka hep yukarıdan bakarlardı. Halbuki onun yaşayabilmesini sağlayanın o halk olduğunu hep unuturlardı. Bu nedenle, Türkiye’de tiyatroyu, tiyatro kültürünü bir yere götüremediler. Şimdi bakıyorsunuz o insanlar ben hangi dizide oynasam da hayatımı idame ettirebilsem telaşı içine girdiler.

Emrah Koyuncu: Ben az önceki arkadaşın sorduğu soruya cevap vermek istiyorum. Tiyatronun özünde bir sorun var, diğer sanat dallarına göre biraz ağır. Belki de sorun burada başlıyor, alternatif olamaması sorunu. Sinemaya baktığınız zaman Anadolu’dan bir adam eline kamerayı alıyor, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” diye bir film çıkartıyor ortaya, bunu bir sürü insan görüyor ve film gibi film yapıyor. Yani alternatif bir durum oluşturabiliyor. Size kendimden bir örnek vereyim. Derik’te, doğduğum topraklarda bir adam çıkıp eşyanın formunu değiştirerek onun resmini çekiyor. Bunu güncel sanat, kavramsal sanat olarak bir yerlere sunuyor. Çok değil bir hafta sonra İngiltere’de onun hakkında bir makale okuyabiliyorsunuz. Birçok kişiye ulaşabiliyor. Tiyatronun belki de alternatiflik konusunda özünde olan sorunlardan bir tanesi de ağır işlemesi. Metni vardır, provası vardır, aylarca süren bir zahmeti vardır ve kısıtlı bir seyirciye ulaşır. Bunlar da etkenlerdir.

İzleyici: Ben az önce Kevork Bey ile Metin Bey arasında başlayan tartışmayla ilgili bir şey söyleyeceğim. Ben 5 yıldır Pangaltı’da oturuyorum ve bir kaç sene önce tesadüf eseri elime Ermeni şiirinin modernleşmesine en büyük katkıyı sağlayan şair Zahrat’ın bir kitabı geçti. Zahrat’ın benim oturduğum sokağın birkaç sokak ötesinde bir dükkanda çalıştığını, orada şiirlerini yazdığını öğrendim. Aynı mekandasınız ve böyle bir sanat faaliyeti yürüdüğünden haberinizin olmaması enteresan. Kevork Bey’in söylediği o muazzam, çok değişik, çok önemli bir kültür, edebiyat var, bir tiyatro var fakat bir sokak altınızda bile olsa bir uzaklaşma, bir yabancılaşma oluşmuş durumda. Egemen sanatın içinden insanların bir körlük örgütlemesi de çok büyük bir etki. Sadece niçin Ermeniler kamusal alanda görünmeyi istemiyorlar diyemeyiz. Biz Ermenice bilmesek bile Ermenice bir oyuna gitme isteğinde bulunabiliriz. Bununla da ilişkili bir şey.

Yeni yeni yayınlanan şiirler, romanlar, özellikle Aras Yayıncılığın çabalarının önemli olduğuna katılıyorum. Biberyan’ın kitabını ben de okudum. Gerçekten bu topraklarda yapılmış çok önemli bir edebiyat ürünü ama çevrilmeseydi biz buna ulaşamayacaktık. Bu çabanın çok önemli olduğuna katılıyorum. Bu kültürü keşfetmek gerekiyor, ama bu tek taraflı olacak bir şey değil. İki taraf daha ne kadar bekleyecek. Çok basit bir şey Margosyan’ın hikayelerini okuruz ve dolu dolu Diyarbakır anlatılır. Örneğin bu seneki festivalde Ermenice bir oyun oynanabilir mi?

Geçtiğimiz yıllarda şöyle bir tartışma yapmıştık İATP’de, Diyarbakır’daki festival nereye gidiyor? Festivale davet edilen kişiler herhangi bir festivale davet edilebilecek kişiler. Festival formatı oluşturulmuş, bu kültür endüstrisi içinde tanımlanmış. Bu yapılmasın demiyorum, tabii ki festival insanlara sevdiği sanatçıları getirebilmeli ama sadece bu mu olmalı? Alternatif olma oranı da konuşulmamalı mı? Burada çıkan görüntü bana bunu sordurttu. Acaba Diyarbakır’da Ermenice bir oyun duymak mümkün olamaz mı?

Metin Boran: “Taziye”nin Kürtçe oynandığı galaya Mıgırdıç Margosyan da gelmişti ve Feridun Çelik, ben ve Mıgırdıç Margosyan konuşurken “Gavur Mahallesi”nin Ermenice oynanmasına dönük bir konuşma oldu. Oyun önce Kürtçe, sonra Ermenice oynanacaktı. Hatta bilgisayarımda parça parça oyunlaştırılması hala kayıtlıdır. Biliyorsunuz ya da bilmiyorsunuz ben artık Diyarbakır’da değilim, dolayısıyla o çalışma kesintiye uğradı. Onun arkasından o metnin Ermenicesi gelecekti.

Ömer F. Kurhan: Söz hakkını çok sınırlı kullandığından, Çerkes tiyatrosu hakkında bilgi vermek üzere toplantıya katılan arkadaşa söz vermek istiyorum.

Cihat Ulus: Çerkesce tiyatro yaparken, arkadaşın da az önce belirttiği gibi, sanırım oyunların konseptiyle ilgili bir sorun var. Biz sivil toplum örgütü olan dernekler aracılığıyla tiyatro yaptığımız için, bu tür sıkıntılarla pek karşılaşmıyoruz. Bizim amacımız kendi kültürümüzü yaşatmak. Bizim sürgünden gelen arşivlerimiz silinmiş durumda, kendi tarihimize kolay kolay ulaşamıyoruz. Amacımız birilerini yönlendirmek veya değişik mesajlar vermek değil. Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte arşivlerimiz açıldı ve yeni yeni ulaşmaya başladık. Tiyatroyu dernek aracılığıyla yapıyor olmamız da bizim için bir sıkıntı yaratmıyor. Şu anda istediğimiz şeyi rahatlıkla yapabiliyoruz.

İzleyici: Ben de bir Çerkesim, Çerkes sanatını, tiyatrosunu az çok biliyorum bu yüzden. Çerkes tiyatrosu ya da kültür-sanatı, seyirci sıkıntısı ya da halka ulaşma sıkıntısı çok çekmiyor. Çerkeslerin gösteri sanatları ya da tiyatro alanındaki üretimleri özellikle Türkiye’de çok fazla seyirci sıkıntısı yaşamıyor. Bu anlamda Çerkesler ciddi anlamda tutucular. Özellikle halk dansları konusunda Çerkeslerin yoğun olduğu bir bölgede bir etkinlik düzenlendiğinde ciddi bir seyirci katılımı oluyor. Ancak Çerkes tiyatrosu ya da kültür-sanat üretimleri konusunda şöyle bir sıkıntı olduğu söylenebilir: Sürekli kendini tekrar etme durumu, çok fazla üstüne koymama durumu var. Kültürü geliştirme anlamında yeni üretimler, çağdaş üretimler ortaya koymak için ciddi çalışmalar, alternatif çalışmalar söz konusu değil. Daha çok var olan yeniden üretiliyor, kendi kültürleri üzerinden Türkiye’deki yaşamları üzerinden örnekler sahneye taşınıyor. Dans alanında daha çok anavatandan besleniyor.

Ömer F. Kurhan: Türkiye’de bir Çerkes oyun literatürü oluşuyor mu? Oyun yazılıyor mu?

Cihat Ulus: Yeni yeni yazılmaya başlandı. Sovyetler dağılana kadar arşivlerimiz kapalı kaldı. Sovyetler dağıldıktan sonra gidip geliyoruz. Orada irtibatlarımız var. Ayrıca bir başka sorunumuz var: Kiril alfabesiyle yazılı bizim tarihimiz. Türkiye’de yaşayan Çerkesler Kiril alfabesini bilmiyor. Bunu yeni yeni öğrenmeye ve hayata taşımaya başlıyor. Yani kısaca Çerkes tiyatrosu daha yeni yeni doğmaya başladı. İnşallah ileride daha profesyonel çalışmalar yapabileceğiz.

İzleyici: Tiyatro alanında Ankara’da yürüyen çalışmalar var. Türkiye’de tiyatro ve dans alanında günümüze dönük, güncel konuların, kültürün güncel yönünün ele alındığı yeni çalışmalar var mı?

Cihat Ulus: Tabii ki. Çerkes müziği, Çerkes halk danslarıyla birlikte kendi anadilimizde tiyatro gösterileri düzenleniyor. Demin de söylediğim gibi bunlar dernekler aracılığıyla yapılıyor. Çerkes deyince Çeçen, Abaza, Ubıh, Kabardey gibi 12 ayrı boy var. Şu anda bunların ortak kullanacağı bir dil ve yazılım üzerine çalışılıyor. Bunlar gerçekleştikten sonra, biz de tiyatro grubu olarak halkımızı yansıtmak için çalışmalar yapacağız.

İzleyici: Bu bağlamda benim sorum özellikle Laz, Çerkes ve Ermeni tiyatroları temsilcilerine olacak. İlk konuşmalarından edindiğim izlenim, şu anda bu tiyatroların amacının daha çok kendi cemaatlerine yönelik ve kendi kültürlerini yeniden ortaya çıkarmak, yeniden üretmek ya da gelecek kuşaklara taşımak olduğunu gördük. Şu an belki altyapı, imkanlar buna elveriyor, daha büyük amaçlar edinmek mümkün değil. Cihat Bey Çerkes tiyatrosu metinleri gün geçtikçe oluşmaya başlıyor, dedi, Hamit Bey birkaç senedir kendi metinlerini yazdıklarından bahsetti, Ermenice metinlerin aslında ne kadar çok olduğundan bahsediyoruz, bunlara ulaşmak gerekiyor veya modernleştirmek gerekiyor. İleride sadece kendi cemaatine yönelik olmaktan çıkarıp, kültürü cemaatin içerisinde tekrar gerçekleştirmenin ötesine geçirecek bazı hedefler var mı? Varsa bunlar nedir? Dil bir engel ama Fransızca, İngilizce, Almanca, Çekçe de bizim için yabancı bir dil olmasına rağmen oradan gelen toplulukları ilgiyle izleyebiliyoruz. Tabii burada talep etmek de önemli. Bu engeli de aşmanın yolları düşünülüyor mu? Daha çok kitleselleşmek gibi istekler var mı?

Kevork Türker: Ben kendi adıma, tiyatro adına tiyatro yapmayı seviyorum. Oyunculuğu seviyorum. Bir Ermeni tiyatro topluluğu illa Ermenice oyun yapacak diye bir şart yok bence. Şu anda Pangaltı, Feriköy, Şişli, Bakırköy, Yeşilköy gibi altı tane faal, haftanın bir günü perdesini açan dernek tiyatromuz var. Bunlardan biri Ermenice oynuyor. Bir tanesi Ermenice-Türkçe karışık… Çünkü herkeste olduğu gibi bizde de güncel Ermenicemiz Türkçe ile karışmış, yeni yeni kelimeler oluşmuş halde. Ermenice kelimeye Türkçe takı ya da Türkçe kelimeye Ermenice takı eklenir şekilde konuşuluyor.

Sonuç olarak şunu demek istiyorum: Zaten var, oynuyoruz. Ama birbirimizle buluşamıyoruz. Siz diyorsunuz ki, bir adım atın, çıkın ortaya, biz buradayız deyin. Ben de haddim olmadan diyorum ki, biz 1820’den beri buradaydık. Halen de buradayız. Derneklerimiz kimseye kapalı değil. Belki bir iletişim kopukluğumuz var ama herkesi bekleriz. Herkes gelir ve benim salonlarım bana yetmez hale gelirse ben dışarı açılabilirim. Bu benim fikrim, tabii ki Ermeni toplumu adına konuşmuyorum.

Ömer F. Kurhan: Ben bu vesileyle bir öneride bulunmak istiyorum. Kültürel çoğulculuk bağlamında bir etkinlik düzenleniyor ve bunun bir ayağını oyunlarla da gerçekleştirmek gerekiyormuş. Bu konuda çalışmaların başlatılması oldukça önemli görünüyor.

İzleyici: Diğer temsilcilerin de yorumunu alabilir miyiz? Benim sorum üç kişiye yönelikti.

Cihat Ulus: Halka açmayı, paylaşmayı düşünüyoruz tabii ki. Ama önce kendi alt yapımızı oluşturalım. Kendi tarihimizi ortaya koyalım. Bunun hazırlıklarını yapıyoruz şimdi. Öte yandan etkinliklerimiz herkese açık, ama biz Çerkesce yaptığımız için insanlar anlayamayacaktır. Bırakın diğer toplumları, kendi halkımızın % 70-80’i bile anlayamıyor.

Hamit Eskiçırak: Tabii ki ilk amacımız kendi kültürümüzü, memleketimizden uzakta, İstanbul’da yaşayan Lazlara taşıyıp, onlara Laz olduklarını hatırlatabilmek. Geçmişte anne-babalarının, dede ve ninelerinin yaşadıklarını onlara yaşatmak. Biz henüz tam anlamıyla o kitleye ulaşamamışken tutup daha geniş kitlelere ulaşmak biraz zor. Bırakın Lazca, Ermenice vs. bir oyunu izlemeyi, Türk halkının %80’i normal tiyatrolara, anlayacağı dilden tiyatrolara gitmiyor. Onun için açılım bizim açımızdan söz konusu değil. Başta da söylediğim gibi biz Lazların kafasında Lazca, Laz kültürü ile ilgili bir soru işareti bırakabilirsek bu bizim için büyük bir başarı olacaktır.

Ben ilkokul çağlarındayken babamlar tarafından, Lazca konuşma, diye uyarılırdım evde. Neden, dedim. Okula gittiğin zaman Türkçe konuşamayacaksın, dediler. Halbuki benim Türkçemi bozan Lazca değil orada kullanılan Türkçe şiveydi. Sen bana düzgün bir Türkçe konuşmuyorsun ki ben sana düzgün konuşayım. Bu nedenle aile içi baskıyla bugünlere geldik ve bugün İstanbul’da yaşayan Lazların okul çağında olanlarının ebeveynleri Laz iken kendileri Lazcadan anlamaz haldeler. Bazen derneğimizin Gençlik Kolu üyeleri toplantı yapmak için geldikleri zaman, çoğunluğu da İstanbul doğma büyümedir, ben şakayla takılıyorum onlara, küfredebileceğim potansiyel geldi, diye. Sözün özü, bu hedeflere ulaşmak bana şu an hayal gibi geliyor.

İzleyici: Kürt tiyatrosu çeşitli zorluklar yaşıyor, baskılara maruz kalıyor. Ermeni tiyatrosu için de böyle durumlar söz konusu mu? Bir de sizin soyadınız Türker. Bu sizi üzüyor mu?

Kevork Türker: Soyadımla ilgili bir anımı anlatabilirim. Yönetmen Yüksel Aksu var, belki tanırsınız. “Dondurmam Kaymak” diye çok da güzel bir film çekti Muğla’da, yerel halkla beraber. Yüksel’le ilk karşılaşmamız şöyle oldu: Yıllar önce bir sette, ben oyuncu o yönetmen, bizi tanıştırdılar. Kevork Türker, dediler. ‘Kevork!’ dedi, ‘Türker’ dedi. Abi bayağı korkutmuşuz biz sizi yahu, dedi.

Zorluklara gelince hepsi birbiriyle orantılı. İçine kapalı olursan, kendi kendine oynarsan, kendi bahçende oynarsan fazla dikkat çekmiyorsun. Ama 12 Eylül gibi dönemler var ki derneklerimizin hepsi kapatıldı. Sonra tekrar açıldığında, bütün metinlerimizin tercümesi noter tasdikli olarak, her bir sayfası ayrı ayrı (acayip külfetli olurdu bu) yeminli tercümana veriliyordu. Kavgalar ediliyordu. İzin alma zorunluluğumuz vardı. Biz okul mezunları derneği olduğumuz için dernekler yasasına tabi olarak hareket ediyoruz. Şu anda çok sorunumuz yok. Mesela biz Pangaltı Ermeni Lisesi’nden Yetişenler Derneği, az önce söylediğim Agop Baronyan’ın Ermenice oyunlarından bir kolaj oynuyoruz. İzin alma zorunluluğumuz yok. Sadece biz şu tarihlerde şu oyunu oynuyoruz diye bildiriyoruz.

İzleyici: Soyadınız sizi rahatsız etmiyor mu?

Kevork Türker: Soyadım meselesine gelirseniz apayrı bir yere giderim o zaman, konu dışına çıkarım diye korkuyorum. Özel bir konuya girerim. Mesela annemin özbeöz kuzeni, teyzesinin oğlunun adresi şudur: Molla Hıdır Muhtadi Büyük Cami İmamı, Bağdat. Bu benim annemin teyzesinin oğlu, yani annemin kuzenidir. Türker soyadı meselesine gelince… Melkonyan’dır asıl soyadımız. Büyüklerimiz verdiği kararla, artık siz hangi döneme yakıştırırsanız, Varlık Vergisi dönemine mi, 6-7 Eylül dönemine mi, daha sonraki Rum vatandaşlarının 24 saat içinde sınır dışı edilme dönemine mi, çünkü bunlar birbirine bağlı şeyler, öbür toplumu da rahatsız ediyor, o dönemlerden birinde, ben kendimi kurtarayım çabasıyla soyadımız değiştirilmiş. Mesela kayınpederim Yozgatlı’ydı, Fuat’dı, Müslüman’dı, sonra dava açtı, mahkeme kararıyla tekrar Hıristiyan olarak, adını Simon olarak yazdı. Soyadı Berberyan’dı, Özben olarak kaldı. İşte böyle, bir yerden kurtarıyoruz, diğer yerdeki kalıyor, böyle böyle gidiyoruz.

Ömer F. Kurhan: Arkadaşlar, toplantının zamanı dolduğu için son sözleri alalım.

İzleyici: Ben panelistler arasında olsaydı kendilerine sormak isterdim. Ama hiç kadın temsilci yok burada. Yapılan çeşitli kadın çalışmalarından da bahsetti Metin Bey. Ortaya soruyorum, özel olarak herhangi bir kişiden cevap beklemiyorum, ama panelistler, topluluklarındaki kadın çalışmalarından bahsedebilirse sevinirim.

Kevork Türker: Yeri gelmişken söyleyeyim hemen. Aslında buraya Bercuhi Berberyan adında bir kadın arkadaşımız gelecekti. Kendisi aynı zamanda bizim oyun yazarımızdır. Agos Gazetesinde de haftalık köşesi vardır. Derneğimizin tiyatrosunda hem yazar hem yönetmen olarak faaliyet yürütür. Onu davet etmişlerdi. Pazartesi, Çarşamba ve Cuma 21:15’te oyunları başladığı için burada değil. Bizim kadromuzda oyuncu, yazar, yönetmen olarak kadın arkadaşlarımız zaten vardır.

Kemal Orgun: Öncelikle bir kaç adım öncesiyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Tiyatronun yeterince alternatif olamamasının nedeni tiyatronun kendisinden mi kaynaklanıyor, sorusuna yönelik olarak. Emrah arkadaş tiyatronun özünde bir sorun olduğunu ifade etmişti…

Emrah Koyuncu: Sorunlardan birisi olarak dile getirmiştim bunu.

Kemal Orgun: Tiyatronun özünde sorun yok arkadaşlar. Tiyatronun yeterince yaygınlaşamamasının, alternatif bir sanat dalı olarak yerini alamamasının nedeni onunla ilişkilenirken oluşturduğumuz bakışla ilgili diye düşünüyorum. Şu anda bir sahnedeyiz. Önemli olan sizin oradan (koltuklardan) buraya (sahneye) nasıl baktığınızdır. Ben burayı bir sahne olarak düşünür ve bir ev kurabilirim. Bir başkası bakar şehir olarak görür bir mahalle yaratır. Bir başkası dünya olarak görür bir ülke yaratır. Bir başkası ise uzay boşluğu olarak görür ve her şeyi yaratır.

Kadın çalışmalarına gelecek olursak; keşke zamanımız olsaydı da daha geniş anlatabilseydik kadın çalışmalarımızı. Tiyatronun oluşumunda birçok ulusal deneyimin başlangıcında kadın rollerini erkekler oynamıştır. Örneğin Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşunda “Dayîka Niştiman”, “Anavatan” adlı oyunda Ana karakterini bir erkek oynamıştır. Ama MKM’de bizler başlarken kadın ve erkekler birlikte başladık. Şu anda merkez bünyesindeki bütün sanat alanlarında kadınlarda aktif olarak sanat çalışmalarını yürütmekteler. Ayrıca “Koma Asmîn” adlı müzik grubumuz sadece kadın üyelerden oluşmaktadır. Bunun tabii 1991’lerdeki çalkantılı dönem, toplumun kendini yenileme çabasıyla da ilişkisi vardır. Kürt tiyatrosu henüz kendi oluşumunu tamamlayamamış olsa da, dünya tiyatrolarıyla karşılaştırdığımızda İrlanda tiyatrosuyla benzerlikler kurulabilir. Orada da 1890’larda ulusal bir mücadelenin sonucunda O’Caseylerle başlıyor. Benzer sorunlar, benzer iniş ve çıkışlar göze çarpıyor. Yani, İrlanda Tiyatrosunun kuruluşuyla Kürt Tiyatrosunun kuruluşu arasında büyük paralellikler var. Bunları belirtmek istedim.

Hamit Eskiçırak: Bizim grubumuz 15 kişilik ve bunun 8’i kadındır. Bu dönemde evlenip şehir dışına yerleşeceği için aramızdan ayrılacak olan bir bayan arkadaşımız var.

Kevork Türker: Ben eklemek isterim müsaadenizle, demin unuttum. Bizim bir de çocuk tiyatrolarımız var. Feriköy Ermeni Okulundan Yetişenler Derneği ve Pangaltı Ermeni Lisesinden Yetişenler Derneği’nde çocuk tiyatromuz var. Birisinin başında Sosi Ayvaz diğerinde Karin Yeresyan var. Sağolsunlar ikisi de çocukları çok güzel eğitiyorlar. Karin bu işin eğitimini de almış bir arkadaşımız. Drama kursu yürütüyor ve kurs sonu oyunu oynuyorlar. Ayrıca bir de, “Patil Çocuk Grubu” adında tamamen çocukların oynadığı bir grupları var. Hatta şimdi yaşları büyüdü, genç oyunlarına yöneldiler. Bu iki çalışmayı kadın arkadaşlarımız yürütüyor.

Cihat Ulus: Bizim Çerkesler olarak Kafkas halk danslarına baktığınız zaman kadına verdiğimiz değeri anlarsınız. Düğünlerimize gelirseniz de anlarsınız. Hiçbir Çerkes erkeği çıkıp tek başına oynamaz. Düğünlerimiz karma yapılır. Bir tarafta kadınlar karşılarında erkekler sırayla çıkıp dans ederler. Grubumuzda da çoğunluğumuz bayan.

Ömer F. Kurhan: Tiyatro da kadın sorunsallaştırmasına girdik burada. Bu konuda söz almak isteyen var ise son olarak onunla bitirelim.

Emrah Koyuncu: Ben de bu konuda çalışmalarımızdan bahsedeyim. Şu an Eğitim Sen Kadın kollarıyla ortak bir çalışmamız var. Daha öncesinde farklı kadın ve anne tiplerini anlatan, “Annemdir Maviler” ve “Gölgeli Topraklarda” adlı iki oyun oynamıştık. Bismil’de, Kızıltepe’de, Derik’te sadece kadınların oynayacağı, 8 Mart’ta ya da benzeri günlerde sergileyecekleri, sadece kadınları, kadınsı durumları anlatan bir çalışma içerisindeyiz – ki bunda geçen sene “Yedi Kadın” adlı oyunuyla Kızıltepe’ye gelen Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun büyük etkisi var. İşin kötüsü şu ki, onlar da sadece kadınlara oynamak istiyorlar.