Beklentilerimiz Mi Önemli, Nasıl Beklediğimiz Mi: ‘Bekleme Salonu’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

“Altıdan Sonra Tiyatro”nun 2003-2004 sezonunda teması ekip üyeleri tarafından oluşturulan ve grubun kurucularından Yiğit Sertdemir’in kaleme aldığı ilk özgün eserleri “Bekleme Salonu (Mitos Boyut Tiyatro Yayınları / Eylül 2005)” ile 2003-2004 sezonunda seyircinin karşısına çıktığını ve eleştirmenlerin beğenisini kazandığını anımsıyorum. O tarihte izleyememiştim. 2009-2010 sezonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı olarak sahnelenince görmemezlik edemezdim, gittim izledim.

Yiğit Sertdemir, bırakın oyunculuğunu, ama yazarlığına umut bağladığımız bir tiyatrocu. “444” de bayıldığım oyunu. “Bekleme Salonu” onun ilk oyunu ve bir ilk oyun olduğunu belli eden bir oyun. Bir firma, eleman gereksinimini karşılamak amacıyla iş görüşmesi yapmaktadır. Yapılan elemeler sonucunda, iki genç adam ve bir kadın son aşamaya kalırlar. Oyun, bu üç kişinin bekleme salonunda kilitli kalmaları ve odadan çıkma çabalarıyla gelişir. Kilitli kalan adaylar, şifrelerle dolu oyunun kurallarını yerine getirirlerken bir sınavdan geçtiklerini düşünürler ve birbirlerine ona göre davranmaya başlarlar. Kapıyı açmak tek amaç olmuştur. Bu amaç uğruna birbirlerini yok etmeyi göze alan bu üç kişi, anahtarı ararken kendi geçmişleriyle ilgili ipuçlarının odaya yerleştirilmiş olduğunun ayırtına varıp, kendilerini masal, bilmece ve şiddetle örülü bir çekişmenin içinde bulurlar. Algılarının, algılarıyla seçtiklerinin, önyargılarının, hırslarının, egolarının ve en önemlisi hayal güçlerinin genişliği ortaya saçılır.

Yiğit Sertdemir bu eserinde, dünyayı olduğu gibi değil daha önce edindiğimiz paradigmaların etkisiyle gördüğümüzün ve hareket ettiğimizin altını çizmiş. Çünkü öyle koşullandırıldığımızı söylemiş. Oysa bizleri koşullandıran temel değerlerin ayırtına varmamız gerektiğini, onları tanımamızın ön koşul olduğunu hatırlatmış. Bu hatırlatmayı her zamanki yaman ironi biçemi içinde yapmış. İnsanoğlunun otoriteye boyun eğmeye koşullandırıldığının altını çizmiş. Toplum kuralları ya da eğitim yoluyla edindiğimiz ve içinde yaşadığımız kültüre bağlı olan bütün “otoriteyi kabullenmek”, psikolojik açıdan gerekli ve yararlı mıdır sorusunu mıncıklamış. Kimi zaman amaçlarından saptırılıp çıkar sağlamak üzere kullanılmaya başlandıklarında başa bela getirirler yorumunu getirmiş. Gel gelelim çok şey söylemek istemiş, çok şey söyleyeyim derken sanki biraz gevelemiş, eksik ya da fazla söylemiş.

Oyunu Tolga Yener sahneye taşımış. Sahnelerken, eserini sevdiği yazara derin bağlılıkla hizmet etmiş. Konunun ruhsal ortamını arayıp bulmuş, belki Sertdemir’in bile ayırtına varmadığı yaşama kaynağından izleyiciyi sebeplendirmiş. Ruhsal olanın aracılığıyla gövdesel olanı yaratmış. Oyundaki gerilimin dozunu pek güzel ayarlamış. Yazarın sağladığı ögelerden seyircinin hayal gücünü çalıştırarak, duygularına uyarak oyun içindeki parçaları keyfince birleştirmesine olanak sağlamış. Oyunu seyirci ile Yiğit Sertdemir’in kurduğu ilişkiden doğan ateşte pişirerek, son şeklini aldırmış ve pişirmiş. Yorumunda sahnenin arka planındaki “büro görevlileri”ni, tiyatronun sanatçı kadrosundan değil sahne teknisyenlerinden oluşturarak bir ilke de imza atmış. Ancaaak… Tolga Yener’e, finalde şirket yöneticisinin asansöre biniş sahnesini yeniden ele almasını önermeden geçmeyeceğim. Bir şirkette yönetici asansöre binerken, asansörün içinde dışarı çıkmayı bekleyen personel yöneticiye yol verir. Yok, yol vermez; oyunda olduğu gibi yöneticinin üstüne çıkarsa, o takdirde görevine genel olarak son verilir(!).

Ayhan Doğan’ın kostümleri amaca uygun… Gene Ayhan Doğan imzalı sahne düzeni ise yönetmenin temel anlatım gücünü oluşturmuş. Doğan’ın üç boyutlu sahne düzeni, oyuncuların da evrenini ortaya çıkartır nitelikte. Sahne, yönetmenin tasarım gücüyle orantılı, ona sınırsız anlatım gücü sağlayabilen bir oyun yeri olmuş. Seyirciye iletilmek istenen düşünce ışığında bütünlüklü ve kendi içinde tutarlı bir yapı oluşturmuş. Yalnız Van Gogh’ın “Yıldızlı Gece” röprodüksiyonunun asıldığı yer pek uyduruk. Ayol kitaplık rafına çivi çakılıp, tablo asılır mı hiç?

Tiyatroda müzik doğru seçilmezse seyirci yanlış yönlendirilmiş oluyor. Benim pek sevdiğim müzik tasarımcılarından Selim Can Yalçın’ın art arda sıraladığı müzikler bu kere birbirini tamamlamıyor, birbirleriyle renkleri tutmuyor. Kimi tablolarda oyuncuların ritmi müzikten kaynaklı olarak düşüyor. Parça “mood”ları çok sık değişiyor, seyirci bir önceki ”mood”dayken bir diğerine geçişte zorlanıyor. Fatih M. Haroğlu’nun ışık tasarımında sahne üzerindeki rengin, sahneye ulaşan renkle, sahnedeki rengin bileşkesi olduğunu uygulamasını kutlamak istiyorum. Yusuf Tuncer’in efekt tasarımının seyirciye ulaşması boğuk.

Genç oyuncular Cengiz Tangör ve Ertuğrul Postoğlu, fevkalade inandırıcı kişilikler çiziyorlar. Oyuncunun yaratıcı hali, beklenen ya da beklenmeyen bir uyarıcıya olan tepkisi gibi, kendiliğinden ve doğru olduğu zamanki haliyse, bu iki oyuncunun alınlarından öpüyorum. Zeynep Özyağcılar’ın duygularını, iradesini, aklını, tüm varlığını harekete geçirmek için derinlikli tutkuları var. Eşsiz yüz hatlarını mükemmel kullanıyor, fevkalade tempolu bir oyun veriyor. Tangör ve Postoğlu ile de çok iyi paslaşıyor. Sahne üstünde olduğu süre içinde sanatsal arzu ateşini mükemmel koruyor, karşılığında kendine denk düşen içsel özlemleri açığa çıkarıyor. Diyeceğimi açık yüreklilikle ve açıkça deyivermem gerekirse: “Bekleme Salonu”nda oyunculuk pek güzel, hatta üst düzeyde ama ne yalan söyleyeyim, kim ne derse desin Zeynep Özyağcılar bir adım öne çıkıyor.

“GÖZLEMEVİ” KÖŞESİNİN “GÖZLEME” KAVŞAĞI

Geçtiğimiz hafta içinde Telga (Südor) Mendi’nin İstanbul Kültür Üniversitesi’nde açtığı “Antigone Kimdir?” başlıklı eskiz ve enstalasyon sergisini gezdim. Mendi, 7’si yağlıboya, 2’si büyük panoda 20 eskiz, 4 manken üstü çalışmasıyla Antigone’nin kimliğini sorgulamaktaydı. Resme, biçime bakarken “o” resmin konusunu düşünmemek; “ne”yi görüp, “nasıl”ı araştırmamak gerektiğini bilenlerdenim ben! Plastik bir eserin beğenilip beğenilmemesinin ressam ile eseri gözlemleyen arasındaki bir noktaya bağlı olduğunu öğreneli yıllar geldi, geçti! Gene de; beyni olmayan, aklı süpürülmüş, süpürge kafalı, kraft kağıdı giysili kadın mankende, o çağın temelinde barınan dinsel ve tutucu dünya görüşünü buldum. İçimden, “Yoksa Antigone bu mu” diye sordum.

Sergiyi ziyaret edenler “Antigone Kimdir”i nasıl yanıtladı elbette bilemem, ama Kreon’un devleti ve yasayı temsil etmesini, yani kabile toplumu ve akıl toplumunun çatışmasını, Telga (Südor) Mendi’nin eserlerinde ben sanki elimle koymuş gibi buldum. Giderek, Mendi’nin çizgilerinin iç dünyasındaki fiziküstü varlığa tutundum ve tutuldum. İnsanın bitmeyen tragedyaları, zorbalık, savaş, ölüm ve bu cehennemde doğanın ve insanın yasaları Mendi’nin kendine özgü o “tam düzey, tam yatay” prensibinden ayrıştırılmış düz çizgilerinde, sağa sola yatarak devinim, haydi bilemediniz bir tür kıpırdanma duygusu kışkışlamasını içime doldurdum.

Yoksa Antigone, mankenlerden kafasından kablolar çıkan, kraft kağıdı elbiseli, gözünden kan damlayanı mıydı doğrusu bunu da bilemiyorum, ama kim ne derse desin ben onun adını özellikle Antigone koydum. Antigone, dinsel değerler dünyaya egemen olsun diye krala başkaldırıyordu. Tam karşısındaki büyük panoda Kreon ile birlikte “meşru zemin”den kaydım, şıpınişi bir diktatör oldum.

O sırada, garibim Oidipus, karşı köşede hâlâ kim olduğunu araştırıyordu.

Telga (Südor) Mendi’nin sergisinden çıkarken, kendi kendime kim olduğumu sordum!

www.evrensel.net

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla