Tuğrul Tülek Yörüngesi Diye Bir Şey Var!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

[Bu röportaj 2017 yılında yapılmıştır.]

İyi şeyler yapmanın iç rahatlığı, dingin yüzünü aydınlatıyor. Kendiyle barışık olanların gözleri böyle ışıklı bakar ancak. İnsan olmanın erkenci yolcusu o. Evet efendim, incelikler de bu dünyaya ait. “Hassas” ne güçlü bir kelime! Gülümsemek, teşekkür etmek, tebrik etmek, empatiyle yaklaşmak, şımarmayan sevincini mahcubiyetinin içine gizlemek… Bunlar, vicdanlı kalplerin çiçek açtırması naifliğin can çekiştiği bugüne. Hediye gibi! Zorbalıklarla dolu bu berbat, tesellisiz zamanların ilacı, avuntusu, can suyu…

Bundan böyle, yüzümüze bir gamze gibi yerleşecek izden tanıyacağız birbirimizi, gizil örgütlerin parolası gibi sanatı fısıldayarak bulacağız yönümüzü. Çoğalacağız. “Ah” diyeceğiz sonra… “Ya tanımasaydım seni”… Der demez susacağız. Tanımadığımız günlerin hayıflanmasından vazgeçeceğiz, yılgınlık bize göre değil! Cümlelerimiz “iyi ki…”lerle başlayacak yine. 

Güzel insanların, güzel şeyler yapmadaki inatlarına hayranım. Tutkulu bir tiyatro izleyicisi olmam onlar sayesinde ve yetenekleriyle sevdiğim bu insanların sığınakları kadar korunaklı bir yer daha bilmiyorum ben! Oh, dünya güzel… Ben bu yörüngede kalayım.

Dilediği gibi yaşayanların çekiciliği var onda. Sadece sempatik demekle anlatılmıyor. Yeryüzündeki en tuhaf rollerin adamı. Adı henüz konmamış, kendisinin türettiği mimikleri var. Hepsini de yüzüne sığdırabilmiş. Tiyatroda oynuyor, yönetiyor, çeviriyor, uyarlıyor. Orası özgürlük alanı, üzerinde dolaşırken gözü pek. Hep cesur işlerin içinde olmak istiyor. Bu yamanlık tam ona göre. Başlarda Dot Tiyatro ile anılıyor. Sonra onu izlemek için Dot’a gelenler oluyor. Müptelası çok. Ekip içinde çoğulcu adımlara uygun yürümeyi iyi biliyor ama o “Tuğrul Tülek” olarak kıymetli, aranan biri. Başka oluşumlara da omuz çıkıyor, onları da sahipleniyor. Sinemada oynuyor, ortak yönettiği bir kısa filmi var. Senaryo yazıyor, hep bir kenara notlar alıyor. Dizilerden, reklamlardan -ve neden olmasın- klipten göz kırpıyor bize. Çocukları, onlarla çalışmayı seviyor. Onlardan, öğrettiğinin fazlasını öğreniyor. Öğrenmeye meraklı. Korkusuz. Baştan başlamaktan hele, hiç korkmuyor! Enerjik. Bir yerde fazla duracak gibi görünmüyor. Yaşanacak onca şey varken oyalanmak istemiyor. Keşfedilecekler listesi kabarık. Hiçbir şeyi, ucundan tutarak yapmıyor. Muzip, yaratıcı; sıradanlık yaşamının dışında, onunla anılacak şey değil! Eğleniyor. Kulağındaki melodiler çok çeşitli, şarkı söylerken patlama gibi bir şey oluyor. Çözümcü, analitik… Bilinçle kotarıyor işlerini. Kafa karışıklığı yaşamayan bir adamın katmanlı varoluşunda kaç Tuğrul tanıdım ben!

Onu sahnede izliyorum, sonra ne güzel bir gün diyorum. Onunla gurur duyanlar listesine kendimi de ekliyorum. Yoluna, hayatın hazırladığı güzellikler çıksın, onlara da mucizeler eşlik etsin istiyorum.

Konservatuvardan önce Uludağ Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nde okusan da tiyatroyla bağın var, okulun tiyatro grubuna giriyorsun. Daha sonra, Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Tiyatrosu’nda bir oyunculuk “workshop”una katılıyorsun. Özer Tunca’nın dikkatini çekiyorsun, seni aklına yazıyor ve bir sene sonra sahneleyeceği oyunda sana rol teklif ediyor. Yine 1997’de Gülriz Sururi de seni “Keşanlı” seçmelerinde hemen fark ediyor ve işte “İzmarit Nuri” diyor. Seni ilk keşfedenlerden.

Evet, okulun bir tiyatro kulübü var. Bir de biz, Eğitim Fakültesi olarak, Tiyatro Atölyesi diye bir oluşuma giriştik bir hocamızın önderliğinde. Orada oynadığımız oyunlardan birisi de “Keşanlı Ali Destanı”.  Hatta Gülriz Hoca’yla da tanışmam yine o zamana denk gelir. O oyunu, Özer Tunca izliyor. Onun da koyacağı bir oyun var “Kül Kedisi” diye. Benim de “audition”a girmemi istiyor. Ben o ara mezun olmuşum fakat ingilizce öğretmeni de olmak istemiyorum. Ne yapacağımı da bilemiyorum derken, karşıma bir anda böyle bir şey çıkınca da tabii ki çok hoşuma gitti. Okuma yaptık, Özer abi “tamam” dedi. Ben inanamıyorum, tiyatro oyununda oynayacağım. Böylece o zamanki adı Bursa Kültür Turizm Vakfı olan ekibin içinde tiyatroya başladım. Oyunculuk okulu anlamında bana çok şey öğreten ilk kurum orası. Orada çok güzel bir çalışma sistemi vardı. Her oyun öncesi oyunla ilgili birtakım “workshoplar” yapılırdı. Ahmet Avkıran’la çalışmalar yapmaya başlamıştık. Kendisi Mustafa Avkıran’ın kardeşi, yıllarca İtalya’da “clown” eğitimi almış, konusunda gerçekten uzman ve çok başarılı biri. Burada bu çalışmalar sayesinde bir oyunun “backstage”ini, hazırlık aşamasını, mutfağını daha iyi algıladım. Öncesinde okulda yaptığımız, hevesli arkadaşlar ile bir araya gelip ister istemez el yordamıyla yaptığımız bir şeydi ama burada gerçekten anlamaya başladım. O çok keyifli bir araştırma süreciydi ve çok şey öğretti. Laboratuvarı daha iyi anladım oyunlarla birlikte. Çocuk oyunu geçmişinden gelmekten çok büyük onur duyuyorum. Oyunu sahnelemekten, -neden olmasın- tekrar oynamaktan keyif alıyorum. Tiyatro çok önemli ama çocuk tiyatrosunun, çocuklara yapılan tiyatronun daha da önemli olduğunu düşünüyorum. O zihinleri, o beyinleri, o algıları siz çok önemli bir misyona sahip olarak aslında değiştirmeye ya da geliştirmeye çalışıyorsunuz. 1999-2002 yılları arasında orada 3-4 sezon, “Midasın Kulakları”nı, “Soytarılar”ı ve ekip içinde yazılıp çizilen başka oyunları oynadım. Ve tüm bu süreç içinde Ahmet’le çalışmalarımız sürdü mutlaka oyunlarla ilgili. Ayşe Emel Mesci ile çalıştım o dönemde. Hatta benim ortak yazarlığını yaptığım oyunlardan birini yönetmek üzere geldiği sene, ben konservatuvarı kazandım. Oyunun öncesinde bir süre çalışabildik birlikte, sonra ben vedalaştım ekiple. Daha sonra Ayşe Emel Mesci, konservatuvara “hocam” olarak gelince çok mutlu oldum. Okulda yeniden çalışma şansımız oldu. Bütün bu isimler o yüzden benim için çok önemli.

Ne güzel bir tesadüf ki yıllar sonra Sadri Alışık Üstün Performans Ödülü’nü de yine Gülriz Sururi’nin elinden alıyorsun.

Rüya gibi. Hayat bazen çok tuhaf şeyler getiriyor karşınıza. Çocukluğunuzda hayran olduğunuz biri var. Sonra bir gün onunla karşılaşıyorsunuz. Sonra bir gün onunla aynı mesleği yapmaya başlıyorsunuz. Onun, sizin oyunlarınızı, kariyerinizi bir şekilde takip ettiğini biliyorsunuz. Gelip oyunlarınızı izliyor ve bu size çok büyük bir gurur veriyor. Ve sonra bir gün, onun elinden ödül alıyorsunuz. Ödülü verirken de bizim hikayemizi anlatıyor falan… Düşündüğünüz zaman böyle, rüya gibi bir şey hissettim. Benim için çok büyülü bir andı o. Umarım yolumda böyle anlar daha da vardır hayatın hazırladığı.

Sonra 2002 yılında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde ikinci lisans eğitimine başlıyorsun.

Ben konservatuvar okumaya karar verdiğimde 26 yaşındaydım ve yaş sınırından dolayı her okula başvuramıyordum. Sadece Dil Tarih Coğrafya ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde yaş sınırı yoktu. Ben tek tercih olarak Eskişehir’i seçtim. Tek atımlık kurşunum vardı. Yani ya kazanıp o okulu okuyacağım ya da olmayacak ama en azından denemiş olacağım. Olmazsa da muhtemelen Bursa Kültür Sanat Vakfı Tiyatrosu’nda devam edeceğim. Kendime rahat ol, bu senin hayatının sonu değil, senin zaten bir mesleğin var, kaybedeceğin bir şey yok, en kötü ihtimalle yine hayatına devam edersin dedim ve o bilinçle girdim sınavlara. Galiba bu beni çok rahatlattı ama tabii sınavı önemsemedim diye bir şey anlaşılmasın bundan; aksine çok çalıştım. Eskişehir’de iki gün boyunca dans, şan, doğaçlama, ses, diksiyon, sahne gibi bir sürü aşamadan geçiyorsunuz. Ve nihayetinde oldu ve tabii çok mutlu oldum. Bu çok tuhaf bir his, belli bir yaşta, tam hayatınıza bir yön vermişken, her şey bir anda değişiyor ve her şeye baştan başlıyorsunuz. Burada İngilizce öğretmenliğinin faydasını çok gördüm. Çünkü o yaşta birinin, başka bir şehirde, ailesinden para alarak öğrencilik yapması fikri bana göre değildi. Bunu kendim halledeceğim; halledemezsem de geri döneceğim dedim. O yüzden kayıt yaptırmadan önce, burada iş bulabilecek miyim bulamayacak mıyım ona baktım. Eskişehir’de önüme gelen her dil kursuna CV bıraktım. Altını çizmek istediğim şöyle bir durum var. Türkiye’de okumak isteyen, yoluna ikinci, üçüncü eğitimini alarak devam etmek isteyenlerin karşılaşacağı engel şu: Öğretim harcının iki katını ödüyorsunuz. Bazen mucizeler dokunuyor size. Başvuru yaptığım kurumlardan biri, ertesi gün bana geri döndü ve hemen o gün gidip kaydımı yaptırdım. Ve sonrasında hem hocalık yaptım hem öğrencilik yaptım hem de hiçbir şeyden geri kalmadım.

“İnsanı, insana, insanca anlatma”… diye başlayan cümlelerin kurulduğu geleneksel bir yapıdasın artık. 2006 yılında mezun olmadan son sene Erasmus öğrenci değişim programıyla Varşova, Polonya‘da Akademia Teatralna im Aleksandra Zalwerowicza oyunculuk okulunda da eğitim alıyorsun.

Konservatuvarda çağdaş yazarlardan başlayıp klasiklere gitmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Ben kendi öğrencilerimle ders yaparken de bunu gözetmeye çalıştım. Daha bildik, daha tanıdık bir hikayenin içine sokup yavaş yavaş daha evrensel ve klasik hikayelere gitmenin daha doğru ve mantıklı olduğunu düşünüyorum. Çok büyük tekstleri, Çehov’ları, Shakespeare’leri daha elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilmeden, öğrenmeden, hakkını veremeden çalışmak bazen de geri tepiyordu. Ben belki 26 yaşında olduğum için söylenenleri çok da umursamazdım, daha çok kendi bildiğimi okurdum ama daha küçük yaşta konservatuvar eğitimi almış olsaydım, pek çok sınıf arkadaşım gibi zarar görebilirdim. Evet Shakespeare’ler okuduk, oynadık ama iş kendi tercihlerimize geldiğinde sevdiğimiz, daha kendi rengimizi belli edeceğimiz oyunları tercih ettim hep. İşte Harold Pinter’lar, Tennessee Willams’lar, Peter Schaffer’ler oldu. Tabii o dönemde hele Eskişehir’de Mark Ravenhill’lere, Philippe Ridley’lere getiremiyorsunuz. Yine de Jean Genet’leri, Tankred Dorst’ları olabildiğince oynamaya çalıştık. Okulda Arthur Miller’ın “Cadı Kazanı”nı oynadım. Moliere’in “Tartuffe”unu oynadım. Proje dersinde kendi seçtiğimiz oyunu oynuyorduk, biz bir arkadaşımla David Mamet’in “Oleanna”sını oynadık. Yoksa o bize okulda önerilen bir yazar değildi. Şimdi artık çağdaş yazarlara ulaşmak daha kolay. Konservatuvar sınavlarında jüriler genelde zorunlu parçalarda kendi bildikleri sularda yüzmek istedikleri için öyle parçalar isterler. Onların da biraz yenilemesi gerektiğine inanıyorum. Kelimenin bize hatırlattığı her türlü anlamdan uzakta bir eğitime geçmek durumundayız diye düşünüyorum.

Bu oyunları oynaman iyi olmuş çünkü sonrasında klasikler yerine; çağdaş tiyatronun en güncel metinlerini takip etmek isteyen Dot seyircilerine, cesur, hatta cüretkâr oyunlar oynayacaksın…Ve cesur işlerin içinde yer almak kadar haz veren bir şey yok sana. Okul, askerlik bitince, 31 yaşındayken Bursa’da gazetede Dot’un 30 yaş altında oyuncu aradığı haberini okuyorsun ve bunu bir işaret Kabul edip oyuncu seçmelerine katılmamaya karar veriyorsun önce. Ama sonra CV’inde yaşını küçültüp seçmelere katılıyorsun ve “Kürklü Merkür” Naz rolüyle serüven başlıyor.

Ben son sene Varşova’ya gittim. Orada “Hamlet” ve “The Water Hen”i oynadım. Sonra geri döndüm. Askere gitmem gerekiyordu çünkü ikinci lisans eğitimi alıyorsanız askerlik tecil edilmiyor. Yani ikinci üniversiteyi okumamanız için her türlü şeyi yapıyorlar. Neyse, 31 yaşındaydım, ne yapacağımı bilmiyordum. Galiba daha güvenli sularda olmak istiyorum deyip Bursa’da hem eski ekibe, hem de daha önce çalıştığım dil kursuna geri döndüm. O ekibin de adı ve içeriği değişmiş ve belediyeye bağlı hale gelmişti. Orada “Deli Dumrul”u oynayacağız. Anlaştık, sözleşmemizi imzaladık, bayağı sigortalı bir çalışan olacağım derken bahsettiğin gazete ilanını gördüm. Hem yaptığımız anlaşma, hem yaşımın istenilenden büyük olması bana kabul etmemem için görünen iki işaret gibi geldi başta. Ben de Bedir Bedir’i aradım. Sakın “audition”ı kaçırma dedim. Sonra işler tersine döndü dediğin gibi. Madem birlikte çalışıyoruz, hazırlanıyoruz o kadar, bari ben de gireyim seçmelere, zaten yaşımdan da küçük gösteriyorum, onu da biraz küçülteyim dedim. Ve sınava girmeye karar verdim. Sonra Dot olumlu biçimde geri döndü. O zaman Dot, Mısır Apartmanı’ndaydı. Gittim, konuştuk, çalışmak istediklerini söylediler. “Ben bir dışarı çıkabilir miyim” dedim. Çıktım. İstiklal Caddesi’ni boydan boya iki kere yürüdüm. “Şimdi İstanbul’a geleceksin, ne olacak, ne kadar paran var, ne yaparsın, nerede ev tutarsın, gelsem mi, gelmesem mi, evet mi desem, hayır mı desem… Ama bak girdin sınava ve oldu, bak bu da bir işaret, bu şans senin karşına bir daha çıkmaz, sen bunu yap, baktın ki olmuyor geri dönersin”… Kafamda düşünceler çarpışıyor. Ablamı aradım, o da tabii ki git dedi. Bir yandan seviniyorum, bir yandan hiçbir şey hazır değil hayatımda. Neyse sonuçta geldim, bir arkadaşımın evine yerleştim. Yine gelir gelmez bir okulda öğretmenlik ayarladım.

Öğretmenlik sana tiyatro yolculuğun boyunca hep destek çıkıyor.

O yüzden hep iyi ki o bölümü okumuşum dedim sonrasında. Benim hayatımı hep kurtardı.

Böylece o güne kadar okuduğun, oynadığın hiçbir oyuna benzemeyen, riskli ama bugün bakıldığında kült olmuş bir oyunda yer aldın ve kendi yolculuğunu başlattın. Ya yanlış işareti takip etseydin! Yeteneğini böyle çok yönlü sergileyeceğin, hatta keşfedeceğin bir başka tiyatro olur muydu? Ya ödenekli tiyatroda başlasaydın örneğin!

Hiç ödenekli tiyatrolarda çalışmayı düşünmedim. Ben tabii ki evvelinde Dot’u takip ediyordum. Öncesinde oynadıkları “Frozen” vardı, “Böcek” vardı. Ama “Kürklü Merkür” ile iyi bir ivme kazandı Dot. “Kürklü Merkür” hem bireysel olarak benim için, hem kurumsal olarak Dot için, hem de izleyici için çok başka bir yerde duran bir oyun oldu. Aslında Dot’u Dot yapan oyunlardan bir tanesi. Bu elbette karşılıklı ve birlikte yarattığımız bir şey. O yüzden de zaten uzun yıllardır birlikte çalışıyoruz. Ben de aynı şeyi düşünüyorum. O konuda çok şanslı olduğumu düşünüyorum çünkü Dot hem istediğim gibi tiyatro yapmam için bir alan açtı bana, hem de tabii ki popüler bir tiyatro olduğu için de kısa sürede çok fazla insanla tanışmamı, çok fazla insanın beni izlemesini sağlamış oldu. O anlamda ben o yaş dezavantajını bir şekilde avantaja çevirdiğimi ve çok kısa sürede mesafe kat ettiğimi düşünüyorum. Dot, sadece oyunculuk olarak değil; tiyatro insanı olarak da çok fazla farkındalık oluşturdu kafamda.

Bu rol sana, 12. Afife Tiyatro Ödülleri‘nde “Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu” adaylığı getirdi. Aynı yıl tüm “Kürklü Merkür” oyuncularıyla Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri‘nde “Efes Pilsen Gençlik Özel Ödülü”nü paylaştınız.

Biz ekip olarak çok ödül almış bir tiyatroyuz zaten. Bu çok sevindirici bir şey gerçekten de. Doğru ekibi, doğru kafaları bir araya getirmek çok kolay olmuyor. Bunu görmek güzel.

Dot sayesinde gelenekselden günümüze ışınlandın. Onu farklı kılan, o çok hissedilen ekip ruhu ve tutarlı ve ısrarlı cesareti ilk önce. Oluşturduğu bir dil var. 

Biz koruyoruz bunu, yani birbirimizi korumayı seviyoruz. Her ekip fırtınalar da yaşar, mutedil zamanlar da geçirir. Ama biz her şeyi kendi içimizde yaşamayı ve halletmeyi tercih ediyoruz. Bu da, ne olursa olsun bizim daha güçlü durmamızı sağlıyor. Ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kol kırılır yen içinde kalır gibi çirkin bir taraftan bahsetmiyorum. Bunu hem profesyonel hem de insani olarak halledebilmekten bahsediyorum. Biz uzun yıllardır bunu becerebiliyoruz, başarabiliyoruz o yüzden de bence ekip olabiliyoruz.

Sen de zaten ekip olmayı, çalışacağın kişileri başa koyuyorsun tercihlerinde. Tekstin söylediği söz de önemli ama iyi oyunculuk, tekst kriterleri sonra geliyor sıralamada. İyi oyuncu olmak da iyi ekip elemanı olmak anlamına gelmiyor. Çözüme yönelik olmak önemli.

Kesinlikle öyle. Hatta çalışmak istediğim teksti bulup da dilediğim ekibi kuramazsam, o oluşmazsa, o teksti başka bir tarihe erteleyebilirim. Gerçekten huzurla çalışacağımız bir ekip yaratmak çok önemli. O çünkü işe çok yansıyan bir şey, işin renginin de güzel olması anlamında.

Dot’ta on yıldır devam eden bu yolculukta, oynadığın her oyun, hakkında uzun konuşmaları hak etse de bu mümkün değil ama belki isimlerini geçirebiliriz burada. Bir yazarı seçtiniz mi bırakmıyorsunuz genelde, birkaç tekstini çalışıyorsunuz.

Bana geriye dönüp de hangi oyunu tekrar oynamak istersin diye bir soru sorsan “Vur/Yağmala/Yeniden”deki “Savaş ve Barış” kısa oyunundaki, o kafası kopmuş askeri oynamak isterim derim. Çok severek oynadığım bir oyundu. Yirmi kere falan sergiledik sadece. Tabii o kısa oyunlar bizim tüm sezon oynadığımız oyunlar gibi değil. O yüzden de hevesim biraz kursağımda kaldı o oyunla ilgili. Onun dışında iki sezon hiç ara vermeden oynadığımız “Alışveriş ve S***ş/Shopping and Fucking” var. “Malafa”, “Supernova” var. “Öksüzler”i yönettim arada. Yine “Yüksek” vardı arada yönettiğim. “Makas Oyunları” var, o da yine kısa oyunlar serisi. “Dövüş Gecesi” ve hâlâ oynadığım “İki Kişilik Yaz” var.

2008’de araya bir de Tiyatro Tem’de oynadığın Shakespeare’in “III. Riçırd Faciası” giriyor. O nasıl oluyor? Sonrasında yine yepyeni soluklar getiren, hatta anlaşılması, benimsenmesi zaman alan, sarsıcı, seyirciye birden fazla soru sorduran oyunlara devam ediyorsun Dot’ta.

Biz Ayşe (Selen) ve Şehsuvar (Aktaş) ile çok önceden tanışıyoruz. Ayşe, Bursa zamanında “Midasın Kulakları”nın yönetmeniydi. Hatta İstanbul’a geleceğim belli olunca ben ilk Ayşe’yi arayıp haber verdim. O dönem, “III. Riçırd Faciası” çıkmış bir oyundu. Tiyatro Tem de Bonn Bienali’ne kabul edilmişti. Ve fakat bir oyuncu o tarihlerde gidemiyor Bonn’a. Ayşe’ler bana sordular “oynar mısın” diye. “Tabii oynarım” dedim ve koşa koşa gittim. İlk başta neye evet dediğimi bilmeden gitmişim çünkü oyunun yönetmeni Çetin Sarıkartal! Zaten halihazırda çıkmış olan bir oyuna dahil olmak çok zor. Hele Çetin Sarıkartal’ın dilini anlayıp, oyunun uslûbunu anlayıp çok kısa sürede hazırlanmak daha da zor. Ama bana o kadar iyi geldi ki. Hep söylerim, bana kattığı şeyler İ-NA-NIL-MAZ. O da arada bir güzellik oldu benim için.

2011’de oynadığın “Supernova/Beautiful Burnout”, “Devised Theatre” diye adlandırılan, müziğin, sporun, metnin, ışığın birleştiği bir tasarım-oyun. Ön hazırlığının çok uzun sürdüğü bu oyun sana boks yapmayı öğretti. Öylesine değil; layıkıyla.

Oyun orjinalinde de atölye çalışmasıyla ortaya çıkmış zaten. Yazarın, koreografın, oyuncuların, yönetmenin bir araya gelip yaptığı çalışmalarla ortaya çıkmış bir metin. O yüzden “Devised Theatre”. Farklı farklı isimler bir araya gelip aslında oyunun ortaya çıkmasını sağlıyor. Yani oyunu icat ediyorlar. Oradan yola çıkıyor. Oyunun asıl prova süreci üç ay kadar sürse de ön hazırlığıyla birlikte toplam iki buçuk sene falan sürdü. Biz çok uzun bir süre boks dersi aldık. Sonra işin içine dans girdi çünkü oyunda bir sürü koreografi vardı. Hangi rolü oynayacağımız belli değildi. Bir tek Berrak (Kuş) ve Pınar’ın (Töre) rolleri belliydi. Bizim o süreç içerisindeki performansımıza da dayalı olarak roller yavaş yavaş yerlerini buldu. Yani biz de kendi çapımızda “devised theatre” örneği yapmış olduk.

Nasıl “Supernova/Beautiful Bournot”da boks yapmayı öğrendiysen, üçüncü sezonuna giren “İki Kişilik Yaz”da da gitar çalmayı öğreniyorsun. Hakan Günday’ın “Malafa”sı için de kuyumcuların özel jargonunu öğrenmiştin. Her oyunla, insanın kendine bir şey katması müthiş. Artık rollerin kendileri değil, rollerin öğreteceği şeyler seni heyecanlandırıyor.

Kesinlikle! İşimi yaparken beni asıl heyecanlandıran şey de o aslında, evet. Bir şey oynamanın dışında hep yeni bir şeyler öğrenmek, hayatıma yeni şeyler katmak, yeni şeyler keşfetmek… Bu oyunla örneğin gitar çalıp, şarkı söylerken sesimi daha bilinçli olarak kullanmaya başladım. Bunların hepsi tabii cebinize attığınız birer artı.

Mutlu değil umutlu diye anlattığınız David Creig’in “İki Kişilik Yaz”ında Alelade Bob’u, canlandırıyorsun. “Tiyatro yapmayıp İngilizce öğretmeni olarak devam etseydim muhtemelen aynı çıkmazda olurdum” diyorsun. Oyunda gitar çalmayı öğrenmen de oyunun mesajını kendi üzerinden gerçekleştirmeni sağlamış. Sanat bize ne güzel şeyler yapıyor ve yaptırıyor.

Ben pek korkan biri değilim; aksine çok da meraklıyımdır. Bana heyecan verir hep yeni şeyler. Yapamam, edemem demem; hep denemekten yanayım. Evde oturmaktansa; deneyip başarısız olmak daha iyi. Her zaman da kararlarım bu yönde oldu. Beni orada bekleyen her şey bana heyecan verir. Kös kös oturmak için gelmiyoruz bence bu hayata. Yoksa o kadar uzun süre yaşamanın da hiçbir anlamı yok.

Oyunun, günümüz insanının parayla ilişkisini sorgulayan o parayı dağıtma sahnesi senin en sevdiğin anlardan birisi ama bunu anladığımız anlamda “romantizme” sapmadan başka bir yere basarak söylemesi güzel.

Belli bir yaşanmışlıktan sonra, belli bir empati seviyesinden sonra, artık o karakterin yaşı kaç olursa olsun, milliyeti ne olursa olsun, içinde bulundurduğu duyguyu anlayabiliyorsun. Dolayısıyla o çıkışsızlığı, nihayetinde birilerine tutunup hayatta kalma çalışmalarını ben çok net anlayabilirim. Bu çok güçlü bir şey, insanın birbirine verdiği güç muazzam bir şey. Düşerken sana uzanan eli de tutup oradan birlikte çıkmaya çalışmak müthiş bir şey. İnsan çok güçlü bir varlık. Hele de bir araya geldiğimizde mucizeyi yaratabiliyoruz. İnsanın kendi gücünü hem mental hem de fiziksel olarak unutmaması gerekiyor. Aşk ya da sevgi bize bahşedilen en büyük güçlerden. Bizim hayatta kalmamızı sağlayan bir şey. Bunu hiç romantik bir taraftan söylemiyorum. Kalbimizi kaybedersek gerçekten hiçbir anlamı yok bu hayatta yaşamamın. Çok önemli bir şeyden bahsediyor oyun. İki insan dünyayı değiştirebilir. Hiç de büyük bir cümle değil bu. Umarım bunu yaşamışızdır çoğumuz.

Oyun öyle bir zamanda sahnelendi ki umut sözcüğüne tutunmak için hızır gibi yetişti ve sana 19. Afife Tiyatro Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu ve Tiyatro Eleştirmenliği Birliği (TEB) Yılın Erkek Oyuncusu ve Sadri Alışık ödüllerini getirdi. Bir anda belki dünyanın en iyi oyuncusuna dönüşmedin ama başarının fark edilmesi de çok güzel oldu bence.

Elbette ki öyle. Ödül sizi bir anda inanılmaz yetenekli bir oyuncu ya da bambaşka biri yapmıyor. Siz ertesi gün uyandığınızda, hayatınıza kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Ben zaten yaptığım işi çok seviyorum. Bugüne kadar oynadığım tüm adamları da çok severek oynadım. Bu kadar güzel, bu kadar zorlayan roller oynamak zaten benim için ödül. Mesleğe olan bağımı daha da güçlendiren bir şey. Otomatiğe bağlamadan, yeni şeyler yapmaya çalışmak beni hep dinç ve taze tuttu bu meslekte. Yine de ne olursa olsun, düşündüğünüzde Afife bu ülkedeki en önemli tiyatro ödülü. Hepimizin nasıl olur acaba oraya çıkıp da o ödülü almak diye bir düşünmüşlüğümüz vardır. Ben yaptığım hiçbir şeyi ödül için yapmadım. Bundan sonra da yapmayacağım zaten. O, içindeki samimiyeti başka tarafa götüren bir şey. Hayatımdaki en güzel birkaç anlardan TEB, Sadri Alışık, Afife Ödüllerindeki o anlar.

İyi oyunculuk sadece kendine çalışılan bir şey değil. Oyun, kendini göstermen için sana da Gizem (Erdem)’e de şahane bir fırsat vermişken, öne çıkmayan, dengeyi bozmayan ve “partner”ine yer açan bir “oyunculuk düsturuyla” oynuyorsun.

Ben izleyici olarak bir oyuncunun kendini diğerlerinden daha farklı bir yere koymasından, öne çıkmaya çalışmasından ve gol atmaya çalışmasından nefret ediyorum ve o kişiyi izleyememeye başlıyorum. Dolayısıyla kendime de, “asla böyle bir şey yapma, tek kişilik bir oyun bile olsa, bu bir ekip işi, hikayenin neye ihtiyacı varsa onu yap” diyorum. Gol atmaya çalışmak bana çok büyük bir ahlâksızlık, yapılan işe çok büyük bir saygısızlık, seyirciye çok büyük bir terbiyesizlik gibi geliyor. Ben hiçbir zaman tribünlere oynamayı seven bir oyuncu olmadım. Daha çok insanın gönlünü çelmek için bir şeyler yapmaya çalışmadım. Bunu sahnede gördüğüm zaman da çok çirkin buluyorum ve “sen ne yapıyorsun, niye bunu yapıyorsun” diye sarsmak istediğim çok oyuncu oluyor.

Dot’ta oyuncu, çevirmen ve yönetmen olarak çalışmaya devam ediyorsun. 2011’de “Orphans/Öksüzler” ile yönetmenliğe başlıyorsun. Dennis Kelly’nin çok güzel yazdığı, anlattığı bu hikayeyi rejiyi boğmadan, sakin bir tavırla sahneliyorsun.

Daha önce çalıştığım okullarda İngilizce ya da Türkçe oyunlar çalıştırdım öğrencilerime ama yönetmenlik bambaşka bir şey. Yani sağdan gir, soldan çık demek değil; oyunun fikrini yorumlamak, burada bir dünya kurmak demek. Ve o yarattığın dünyaya hem oyuncuyu hem seyirciyi inandırabilmek, ikna edebilmek aynı zamanda. Dolayısıyla göründüğü kadar kolay bir şey olmadığını, işin içine girince daha iyi anlıyorsun. Ben “Öksüzler”in tekstini çok severek, çok heyecan duyarak okumuştum. Çok iştahım kabarmıştı ve oynamak istemiştim aslında. Ama bir türlü sıra gelmedi. O sırada “Supernova”nın da provalarını yapmaya devam ederken, bu teksti ne kadar çok sevdiğimi bilen Murat abi (Daltaban) bana bu oyunu yönetmemi söyledi. Hay Allah ben bunu oynamak istiyordum ama işin içinde Gizem Erdem var, İbrahim Selim var, ekip şahane. Ben çok gurur duyuyorum “Öksüzler” ile. Hem naif, hem yüksek sesle bağırmayan, hem de okurken yaşadığım hissi seyirciye aktarabildiğimiz bir oyun olduğunu düşünüyorum.

2013’te sahnelenen Ali Taylor’ın “Overspill/Yüksek”oyunuyla yönetmenliğe devam ediyorsun. Uyarlayan (bu özellikle yazarın isteği), çeviren, yöneten sensin. Böylece sahiplendiğin, fazlaca hakim olduğun bir tekste en doğru yorumu katmak kalıyor geriye, bu büyük avantaj, değil mi?

O teksti ben buldum, okudum, çok sevdim. Hiç oynamayı düşünmedim; direkt yönetmeyi düşündüm. Sonra çevirdim, Murat abiye okudum, O da çok sevdi oyunu. Sonra genç bir oyuncu ekibi kurduk. Oyunun yazarı Ali Taylor zaten öyle bir öneride bulunmuş. Bunu kendi coğrafyanıza uyarlarsanız daha iyi olur demiş. Zaten Edinburgh sokaklarından geçen bir oyun seyircinin gözüne o kadar gelmez. Biz bunu bayağı İstanbul, Beyoğlu, Balat, Esentepe, Seyrantepe’de geçen bir oyun olarak kurduk. Kişileri bizim bildiğimiz kişilere uyarladık. Daha çok oynanmasını, daha çok seyirciye ulaşmasını tabii ki çok isterdim. Şöyle tuhaf bir durum var. Bize yıllardır neden yerli oyun oynamıyorsunuz diye sorarlar hem eleştirmenler, hem seyirciler. Evet yabancı bir yazarın oyunuydu bu ama ben uyarladım, alın işte size İstanbul’da geçen son derece yerli bir oyun. Ama ne tiyatro yazarlarından, ne seyirciden gerekli desteği gördüğüne inanıyorum. E yaptık, neden destek olmuyorsunuz o zaman? Öyle soru sormakla olmuyor.

Yine yönetmenliğini yaptığın bir diğer oyun “Yeni Öğretmenimiz Bir Canavar”. Çocuklara tiyatro yapmak bence bambaşka bir iletişim. Çünkü çocuk gözü en doğru, en gerçek göz…Sağlamamızı orada yapabiliriz.

Muazzam… Bana çok şey öğretiyor çocuklarla çalışmak. Daha yeni bitti son atölyem. Bir de benim pedagojik formasyonum da var almış olduğum eğitimden dolayı. O da hep benim içimi rahatlatan, su serpen bir şey. Yıllardır onlarla çalışıyorum ve bu bana her zaman çok iyi geliyor.

Bir de 2013’de Craft’ta oyunculuk dersleri vermeye başlamıştın. Orada da başka enerjiler, başka bakışlar var. Sanki, yuvandan çıkıp, başka iletişimlerle, başka farkındalıklarla bir alışverişte bulunup, tazelenerek geri dönüyor gibisin.

Ben Dot’ta oyunculuk, yönetmenlik ve çevirmenlik yapıyorum. Craft’ta eğitmenlik yaptım. Mamart Tiyatro’da yönetmenlik yapıyorum. Ekibi oluştururken Feri Baycu Güler ile birlikte yol alıyoruz orada. Her yerde bir şey yapıyor imajı yaratmamak için aldığım birçok teklifi değerlendirmedim ben. Şöyle düşünüyorum: The Beatles gibi bir aradasınız, albümler yapıyorsunuz, sonra kendi yolunuzu bulmak için çıkıyorsunuz, bir solo albüm yapıyorsunuz ve tekrar geri dönüyorsunuz. Bu bana yenilenmek gibi geliyor. Ne olursa olsun, çok dinamik bir ekip olmamıza rağmen, sürekli aynı ekip, bir arada çalıştığınız sürece hem tembelleşiyorsunuz, hem hantallaşıyorsunuz. Bazen iletişiminiz otomatikleşiyor. O yüzden de bu açılmalar, tanışmalar, başkalarıyla yapılan çalışmalar çok iyi geliyor, yeniliyor beni. Bunlar hep olacak, bundan sonra da olacak.

Edinburgh Fringe Festivali’ne gidiyorsunuz. Siz aynı zamanda oyunlarını oynadığınız çağdaş yazarlarla organik hatta birebir fiziksel bağlar da kuruyorsunuz. Bu oyunun yazarı David Greig ve “Kış Dönümü”nün yazarı Zinnie Harris gibi. Herkes Zinnie Harris’in evinde fasülye ayıklamıyor örneğin. Onlarla festivalde birlikte oluyorsunuz. Orada tuhaf biçimde tiyatro, sanat hayatın kalbine yerleşiyor.

Uygar dediğimiz insan formu işte… Bizde sanat hep tukaka olur, lüks bir şey olarak görülür, belli bir sınıfa ait bir şey olarak adledilir hep… Ama öyle değil. Kafada ne düşünce varsa sanatla ilgilenen güruhla ilgili, sanatla ilgilendikleri için zaten öyle bir güruha dönüşmüşler, ama izleyici olarak ama icra eden, yapan olarak. Elbette hiç kimse sanatla ilgili öyle bir bilinçle doğmuyor. Onlara maruz kalarak, onları gözlemleyerek başka bir insana dönüşüyor. İnsana dönüşüyor aslında. Sanattan, spordan, kültürden uzak eğitimsiz bir güruhun da neye dönüştüğünü hep birlikte görüyoruz zaten.

Mamart Tiyatro’da Neil Labute’ün “Some Girls/Özel Kadınlar”ı ile Eve Ensler’in “Where Have All the Flowers Gone/Nereye Gitti Bütün Çiçekler” oyunlarını yönettin. Ne güzel ki hayata aynı taraftan bakanlar buluşabiliyor. Bu süreçte oyuncuların sana kendilerini rahatlıkla, büyük bir güven duyarak emanet ettiklerini hissettim.

Nasıl oldu bilmiyorum ama bunu onlardan da duyduğum zaman çok mutlu oluyorum. Çok iyi geliyor bana çünkü ben de bir oyuncu olarak kendimi bir yönetmene teslim etmenin ne kadar rahatlatan bir his olduğunu biliyorum. O hissi onlarda da yaratabiliyorsam ne mutlu bana.

“Supernova” ile paralel yönetmenlik de yapmaya başladığın dönemde yönetmene (Murat Daltaban’a) “neden?” değil, “peki” demenin önemini kavramıştın. Her iki tarafta da bulunmak ayrıştıran değil, uzlaştıran bir şey olduğu için değerli.

Evet, kesinlikle öyle. Dediğim gibi birlikte çalışmak oyuncu ve yönetmen için bir ikna sürecidir. Sadece neden demek için neden derseniz hiçbir biçimde ilerleyemezsiniz ama uzlaşmaya çalışırsanız o zaman işte o ürün çıkar ortaya. Onu bana öğreten bir süreçti o tabii ki. Ve işte o zaman da işte sadece Dot’un değil, Türk Tiyatro Tarihi’nin de en güzel oyunlarından biri çıkıyor ortaya.

Tekstin fikrini anlatabilecek görselliği arıyorsun. Bunu yaparken resim, heykel, dans, müzik, teknolojiden yararlanmak istiyorsun. Plastik estetiğin entelektüel bir dışavurumu… Bunu da tesadüfen değil, bilinçle yapıyorsun.

Alelade ve özensiz, sakil bir şeyin içinde yer almaktansa yer almamayı tercih ederim her zaman.   Geldiğimden beri, on yıldır sadece işimi yapıyorum. Bazen kafayı yiyorum, bazen yemiyorum, neyse bir süreç geçiriyorum. Sonra bir yerlerde konservatuvardan genç arkadaşlarla karşılaşıyoruz, aynı projelerde yer alıyoruz. Birlikte bir şeyler yapıyor olmanın heyecanını onların gözünde gördüğüm zaman, ben kendimi hatırlıyorum bu sefer. Mesela Uğur Polat benim hocam oldu, dersime girdi. Ben çok heyecanlandım çünkü benim için bir fenomen, bir idoldü Uğur abi. Sonra biz onunla aynı oyunda karşılıklı oynadık. Ya da Bülent Emin Yarar, onun benim üzerimdeki etkisinin küçüğünün, etrafımdaki genç arkadaşlarımda olduğunu görünce çok şaşırıyorum. Ama farkında değilim ben bunun. Demek ki kendi kendine oluşan bir şeymiş bu. O zaman da ben doğru şeyler yaptığımı hissediyorum. Güzel bir şey o genç arkadaşlardan bu geribildirimi almak.

Senin hep her şeyi yapabilecek bir enerjin var. İçindeki cevher çıplak gözle görülüyor. Tiyatro oyunculuğu, yönetmenliği, çevirmenliği, sinema oyunculuğu, yönetmenliği, dizi oyunculuğu, reklam, seslendirme, müzik yapman… Hepsi birlikte seni zenginleştiriyor, renklerini parlatıyor. Bu seni değerli bir adam yapıyor. Ancak hâlâ Egon Schiele’yi oynamamanın nedenini anlamıyorum.

Bilmiyorum, hiçbir fikrim yok. Şimdi filmi çekiliyor, çok kıskanıyorum. Şaka bir yana, güzel biyografilerin çekilebildiği, filmlerin güzel anlatıldığı bir sinemaya sahip olmayı çok isterdim. Ama o bizde bir kısır döngü. Hep aynı karakterler, hep aynı hikayeler, hep aynı tür adamlar, aynı tür kadınlar anlatılıyor. O yüzden çok istediğiniz gerçek hayat karakteri ya da kurgu karakteri bulmak çok kolay olmuyor. Bulduğunuzda da dört elle sarılıyorsunuz tabii. Özellikle tiyatro dışındaki disiplinler için bunu söyleyebilirim. Umarım halk bunu seviyor kolaycılığının üstesinden gelebiliriz.

Kırkında genç oyuncu olarak anılmak?

Gençlik sadece yaşla ilgili değil, enerjiyle, vizyonla ilgili bir şey. Kafada genç olmak her zaman için değerli. Sanıyorum bu kafadaki genel geçer imajların yansıması ama ben de kendimi 40 yaşında gibi hissetmiyorum. Genelde kırk yaşından, belirli bir davranış biçimine uymaları beklenir. Ben de çok o kıstaslara uyan biri değilim. Kondüsyonum iyi, iyi bakarım kendime, yediğime, içtiğime dikkat ederim, sporumu yaparım, hayat enerjim yüksektir, karanlık taraflarım yoktur. Bunların hepsi bana yılları daha sonra getiren bir şeye dönüştürüyor. Bundan da mutsuz değilim. Çocuk oyununda örneğin, genç arkadaşlarımla çalıştım. Genç oyuncu olarak anılmak, oyuncu olarak tabii hoş geliyor kulağa ama yıllardır bu işin içinde olup yazıp çizen yazarların aslında tiyatroyu iyi takip etmediğini daha iyi anlıyorsunuz genç oyuncu dediğinde size. O, onun mesleğiyle ilgili bir sıkıntıya sebep oluyor, benim için değil yani.

Yekta Kopan senin için “Tuğrul Tülek’i en iyi anlatan şey, 2008 tarihli belgesel: “Man on Wire/Teldeki Adam”. Üstünde yürüyeceği teli hep daha yükseğe, daha ulaşılmaza, daha tehlikeliye, daha akıl almaza gerip ölümcül yürüyüşünü orada yapan Phillipe Petit gibi.” demişti. Sen de zaten bir röportajında durursan ölürsün diyorsun. Sanırım ben de seninle ilgili daha doğru bir tanıma rastlamadım bugüne dek.

Çok sağ olsun, ne diyeceğimi bilemiyorum böyle durumlarda. Okuduğumda da hem çok mutlu olmuştum hem mahcup olmuştum.

Ne iyi geldi seninle konuşmak, hep iyi geliyor… Çok teşekkürler.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla