“Zabel”: Mücadeleperest Bir Yaşam Öyküsünü Sahnelemek

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Aysel Yıldırım & Duygu Dalyanoğlu

Zabel Yesayan’ın adını ilk defa 2007 yılında duymuştuk. Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü’nün her yıl 8 Mart’ta düzenlediği Kadın Eserleri Kitap Sergisi’nde Lerna Ekmekçioğlu ve Melissa Bilal tarafından yanına hazırlanan, Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar adlı yeni çıkan bir kitapta hayat hikâyelerini okuduğumuz beş kadından biriydi Zabel Yesayan. Ermenice bilmeyen bizler için onu daha yakından tanımanın imkânı yoktu o zamanlar. Cesur ve sözünü sakınmayan bir kadın yazar olarak kazındı aklımıza ismi. Aradan yıllar geçti; Zabel Yesayan’ın bazı eserleri Türkçeye, İngilizceye, Fransızcaya çevrildi, halen de çevrilmeye devam ediyor. Pek çok insan onun hakkında yazıp çizdi; genelde istisnaların kadını olarak yazmayı tercih edenler çoğunluktaydı: “Yurtdışında üniversiteye giden ilk Ermeni kadın Zabel Yesayan”, “24 Nisan 1915’te aranan Ermeniler listesindeki tek kadın Zabel Yesayan”, “En önemli Ermeni feminist yazar Zabel Yesayan”… [1] Peki gerçekte kimdi bu Zabel Yesayan? Hayat hikâyesini araştırdığınızda onun hakkında pek çok şey ön plana çıkıyordu: Ermeni, yazar, gazeteci, feminist, sosyalist, evlat, eş, anne, öğretmen, kahraman, suçlu, mahkûm… Hangisiydi? Belki hepsiydi, belki bir kısmı, belki hiçbiri, belki de daha fazlasıydı… 

2014 yılının yaz aylarında aklımızda bu sorularla Zabel Yesayan’ı yakından tanımak ve anlamak isteğiyle eserlerini okumaya başladık ve Zabel Yesayan’ın hayatını sahneye taşıma fikri o dönemde aklımıza düştü. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci olan ve üniversiteden mezun olup Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nda (BGST) çalışma yürüten kadınlar olarak bir eğitim-araştırma faaliyeti başlatma kararı aldık. 2014 yılının son üç ayında Zabel Yesayan’ın eserlerini, onun hakkındaki edebi incelemeleri okuyup tartıştık, Zabel Yesayan’ın edebi kimliği ve kadın hareketi içindeki pozisyonu üzerine çalışan araştırmacılar ile görüştük.[2] 2015 yılı Ocak ayında ise sahneleme çalışmalarına başladık ve Zabel oyununun ilk deneme gösterimi 5 Mart 2015’te Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşti. Bu gösterim, Zabel Yasayan’ın otobiyografik eseri Silahtar Bahçeleri’ni merkeze alarak, Sürgün Ruhum ve Yıkıntılar Arasında eserlerinden de esinlenerek yazarın çocukluk ve gençlik yıllarını anlatıyordu. Bu gösterimin ardından bir süre sonra Zabel Yesayan’ın tüm hayatını ve yaşadığı dönemi konu alan iki perdelik bir oyun üzerine çalışmaya başladık. BGST Tiyatro’nun repertuvarı için hazırladığımız bu eseri kaleme alırken oyun metnini, sahneleme çalışmaları ile paralel olarak yazdık. Dolayısıyla Zabel oyununda yer alan oyuncu kadrosunun -Elif Karaman, Maral Çankaya, Nihal Albayrak, Zeynep Okan- katkıları ve oyunun rejisinde yer alan Sevilay Saral’ın metin oluşum sürecindeki yönlendirmeleri bizim için oldukça önemliydi. Oyun altı kadın oyuncu tarafından sahnelendi, iki oyuncu sadece Zabel ve Sorgu Komiseri karakterlerini oynarken, geri kalan dört oyuncu da geçmiş sahnelerinde birden fazla karakteri canlandırdılar. Zabel, ilk gösterimini 7 Mart 2017’de yaptı. Oyun o günden bu yana da BGST Tiyatro’nun repertuvarında sergilenmeye devam ediyor. 

Zabel Yesayan gibi bir yazarın gerçek yaşam hikayesi üzerine bir oyun yazarken, kendisinin biyografik izler taşıyan eserleri, novellaları, makaleleri, mektupları zengin bir dünya serdi önümüze. Diğer yandan oldukça çalkantılı bir dönemde yaşamış bir aktivistti Zabel Yesayan; katliamlara, savaşlara ve toplumsal dönüşümlere tanıklık etmiş, bu hat içinde hiçbir zaman hakikatin ve adalet arayışının peşini bırakmamıştı. Böylesi bir kadın sanatçının mücadele hikayesiydi bizi bu oyunu kurmaya iten. Lakin gerçek yaşam hikayesine dayansa da, bir belgesel değil, kurmaca bir oyun yazıyorduk. Dolayısıyla tüm bu hakikatle bağlantıyı koparmadan sahneleri hayal etmek, kurgulamak ve bazen de saklı ya da karartılmış olanı açığa çıkarmak gerekiyordu. Oyunu yazma sürecinin bizi hem en çok zorlayan hem de en çok heyecanlandıran kısmı bu oldu. 

Zabel Yesayan’ın hayat hikayesini hayatının son yıllarını merkeze alarak anlatmayı tercih ettik. Bu yıllar aynı zamanda hayatının en karanlıkta kalmış yıllarıydı. 24 Nisan 1915’te tutuklanan aydınlar listesinde olup İstanbul’dan kaçmayı başaran Zabel Yesayan yıllarca sürgün hayatı yaşadıktan sonra, 55 yaşında “yeni anavatanım” dediği Sovyet Ermenistanı’na yerleşme kararı almış, lakin 1937’de Stalin’in “Büyük Temizlik” operasyonları sırasında tutuklanmıştı. Hikayeyi buradan, soğuk, karanlık bir hapishane hücresinden başlattık. Oyunun bu birinci düzlemi de Zabel Yesayan’ın, aslında hiçbir zaman işlemediği bir suçu işlediğini itiraf etmeye zorlandığı sorgu sahneleri üzerine kuruldu. Oyunun ikinci düzlemini ise geçmişe ait sahneler oluşturdu; hücrenin karanlığından ve sorgunun boğuculuğundan kaçmak isteyen Zabel’in sığındığı anıları… Bu düzlemi “hatırlama” eylemi şekillendiriyor. Zabel doğumunu, çocukluğunu, gençliğini, yazar olmaya nasıl karar verdiğini, Adana Katliamı’nı, 1915’te İstanbul’dan kaçışını hatırlıyor; bu anılardan güç alıyor ve Sorgu Komiseri’nin karşısında direniyor. Bu geçmişi anlatırken yukarıda bahsettiğimiz Zabel Yesayan külliyatından esinlendik, yer yer Zabel Yesayan’ın geçmişini hatırladığı tiratlarında onun kendi cümlelerine yer verdik. Fakat bu geçmiş sahnelerini kurgularken bir feminist müdahalede bulunduk; geçmişi sadece kadın karakterler vasıtası ile anlatmayı tercih ettik. Hem Zabel’in kişisel tarihini ve hem de dönemini feminist bir bakış açısıyla yeniden yazmak istedik. Oyundaki iki düzlem arasındaki üslup farkını özellikle tercih ettik çünkü bizce oyunu okuyan ya da izleyen biri, hayat dolu bir kadının ölüme giden yolculuğunu sorgulamalıydı. Çünkü Ağavni’nin kızı, Dudu’nun torunu, Fayize’nin dostu, Sırpuhi Düsap’ın hayranı, Takuhi’nin öğretmeni, Sofi’nin annesi olan; heyecanına, hüznüne, mutluluğuna kısacası hayat mücadelesine tanık olduğumuz bu güçlü kadın önce özgürlüğünden sonra hayatından olmayı hak etmiyordu. Yazının devamında bu iki düzlemi sahne sahne inceleyerek oyunun kurgu anlayışını açacak ve feminist dramaturji anlayışımızı detaylandıracağız. 

  1. PERDE
  2. Sahne: Sorgu

Zabel Yesayan hakkındaki Finding Zabel Yesayan [Zabel Yesayan’ı Bulmak][3] adlı belgeselde şu bilgiyle karşılaşmıştık; polisler kendisini gözaltına almak üzere Erivan’daki evine geldiğinde, kızı Sofi Zabel’e, hakkında çıkmış gazete haberlerinin kupürlerini arşivlediği çantasını da vermek ister, Zabel ise onu geri çevirir ve “Artık bittim ben”, der. Ama bitmez! Zabel Yesayan karanlığa karşı verdiği mücadelesiyle bugün bile bizlere ilham olmaya, zihnimizi ve hayal dünyamızı aydınlatan kadınlardan biri olmaya devam ediyor. İşte biz de tam bu sebepten, aynı zamanda bir direniş hikayesi olarak anlatmak istediğimiz Zabel Yesayan hikayesini, buradan başlatmak istedik; kapatıldığı o karanlık hücreden… Virajlarla dolu hayatının son “dönemecinden”… İflah olmaz bir mücadeleperest olan Zabel bu sorgulama esnasında, baskı karşısında hafızasına tutunarak, yaşamını bir nevi başa sarar, hafızasına, hikayesine, geçmişine tutunarak ayakta kalır.

24 Nisan 1915’te tevkif edilecek Ermeni aydınlar listesinde adı yer alan Zabel Yesayan cesareti ve şansı sayesinde Osmanlı’dan kaçmayı başarır, yıllarca sürgün hayatı yaşadıktan sonra, “yeni anavatanım” dediği Sovyet Ermenistanı’na göçer, hem de kurucu bir aydın sorumluluğu alarak. Fakat Stalin’in “Büyük Temizlik” adını verdiği operasyonlar sırasında sakıncalı görülen aydınlardan biri olarak o da tutuklanır ve diğer pek çok Ermeni aydını gibi hiç işlemediği bir suçla itham edilir. Oyunun kurgusunu bir hapishane hücresine yerleştirme fikrine bizi sevk eden diğer bir unsur da, 2017 yazında oyunu yazmaya çalışırken, etrafımızda dönen olay ve olgulardı. Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay gibi iki kadın aydın, hiç işlemedikleri suçlarla çok uzun süre boyunca tutuklu yargılanmıştı. Zabel Yesayan da “yeni anavatanını” kurmak üzere harıl harıl çalışırken, dünya ve dolayısıyla Sovyetler konjonktürün faşizanlaşmasıyla bir gece ansızın gözaltına alınacaktı. Peki neden? Bunun cevabı açık değildi; aslında tutukluluk süreci Zabel Yesayan’ın hayat hikayesindeki en karanlık dönemdi. Bu soruyu bizim cevaplamamız gerekiyordu. [4]

Sovyet Ermenistan’ının ünlü edebiyatçılarından Çarents hakkında yazılmış bir kaynak kitapta[5], Zabel Yesayan’ın Yegişe Çarents’in tutuklanması üzerine açıklama yapan “tek aydın” olduğu geçiyordu. Biz Zabel’in gözaltına alınmasının zuhuri sebebinin bu açıklama olduğunu tahayyül ettik. Yegişe Çarents, Yazarlar Birliği’nin başkanlığını yapmış, pek çok eser vermiş büyük bir edebiyatçıydı. Fakat II. Dünya Savaşı ile giderek militerleşen dünyada Stalin “Büyük Temizlik” adlı operasyona girişecek ve pek çok Ermeni aydın gözaltına alınacak ve hatta yok edilecekti. Yegişe Çarents’in, gençliğinde milliyetçi itkilerle yazdığı şiirler kanıt gösterilerek, önce evinde tecrit edilmiş, etrafı dahil pek çok aydın tarafından da ötekileştirilmiş ve sonunda da hapsedilmişti. İşte böyle bir dönemde, Zabel Yesayan Yegişe Çarents hakkında bir destek açıklaması yapmıştı ve Yegişe Çarents’in kızı Anahid Çarents’in anılarına göre bu “cesareti gösteren” tek aydın Zabel Yesayan idi. Zabel’in, uzun süredir haber alınamayan Yegişe Çarents’in akıbetini öğrenmek üzere yetkililerden hesap sorarak yazdığı destek açıklamasından alıntı yapmak gerekirse:

Söylenenlerin aksine Çarents ilham verici yeteneği ve hayal gücü ile bize liderlik ediyor. Gelecek kuşaklar çoğumuzun isimlerini hatırlamayabilir ama Çarents hafızalardan silinmeyecek. Bizlerden bazıları, sadece Çarents gibi değerli bir yazarla ilgili olarak adil olup olmadığımızla yazılacağız tarihe.

İşte oyun bu toplumsal arkaplanda, karanlık bir hücrede başlar; Zabel Yesayan, nobran bir Stalinist sorgu komiseri tarafından sorgulanmaktadır. Beklenenin aksine sorgu komiseri bir kadındır. Zabel nefes darlığı çektiği halde bu nemli ve soğuk hücreye alınmıştır, ilaçları temin edilmemektedir ve siyasi tutuklu olduğu belirtilerek kitap, kalem, kağıt gibi yine kendisi için “temel” ihtiyaç kalemlerinden mahrum bırakılmıştır. Neden kadınlar koğuşundan bu hücreye alındığını sorduğunda ise, sorgu komiseri “diğer kadın mahkumlara Fransızca dersi veriyor” olmasını sebep gösterir. [6] Aslında kendisinden istenen “Stalin karşıtı örgütün lideri” olarak yaftalanmış Çarents hakkında yaptığı açıklamayı geri çekmesi ve iktidara biat etmesidir. Fakat Zabel “Çarents’e ne yaptınız?” diyerek hesap sormaya devam eder. Ve yine tarihsel kaynaklarda geçtiği üzere Çarents, içerideyken infaz edilmiştir. Bu trajik bilgi üzerine fenalaşan ve nefes darlığı nükseden Zabel Yesayan, komiserin açıklamasını geri çekmesi ve işbirliği yapması yönündeki teklifini tekrar tekrar reddeder. Sorgu komiseri sorguyu bitirip eşyalarını toplarken Zabel önüne konan kitaplarından birine, Silahtar Bahçeleri’ne sarılır, kendi kitabına bir nevi el koyar. Komiser buna göz yumar ama bir yandan da onu tehdit eder: “Hücre aramasında o kitabı saklasanız iyi edersiniz. Eğer bulunursa… Cezası sizin yaşınızdaki bir mahkuma ağır gelir”. [7] Bu tehdit Zabel’e işlemez çünkü içinde bulunduğu klostrofobik ve trajik andan kurtulmak için sarılabileceği tek şey geçmişidir. 

Zabel Yesayan oyunda Silahtar Bahçeleri adlı kitabını “gizli cennetim” diye tanımlar, “Ne zaman dara düşsem, kara günlerimde hep buraya sığındım” der. [8] Bu replikler anılarındaki şu satırlardan esinle kaleme alındı: “Hayatım boyunca birçok yer gördüm ve doğanın güzelliğini birçok biçimde yaşadım, ancak Silahtar Bahçeleri ile ilgili anılarım hatıramdan hiç silinmedi. O bahçeleri her yere yanımda taşıdım ve ne zaman ufkuma karanlık, hüzünlü bulutlar birikse onlara sığındım.” [9] Finding Zabel Yesayan adlı belgeselde, Vartan Azatyan adlı akademisyen tarafından, Zabel Yesayan’ın felaket edebiyatının en önemli yazarlarından olduğu, soykırım yangınının içinden geçtiği, yıllarca sürgün yaşadıktan sonra, ancak Sovyetler Birliği gibi bir “ütopyaya” ayak bastığında “ütopyasını” kaleme aldığı belirtilir. Bu yorum bizim açımızdan çok esin verici oldu; çünkü Zabel Yesayan’ın yeni ütopyasından da sürgün edildiği, artık gidecek bir yeri kalmadığı noktada, çocukluk ütopyasına, çocukluluğunun o masalsı dünyasında kaçışı ve onurunu savunurken oradan güç bulması giderek oyunun dramatik kurgusunu şekillendirecek bir eylem olarak kuruldu. Ne var ki, her masal gibi, Zabel Yesayan’ın masalı, gizli cenneti, içinde kötülüğün de yer aldığı bir masaldı; hatta geçmişin ilmik ilmik gelecekteki felaketi nasıl dokuduğunun izini sürebildiğimiz bir masaldı. Bir “peri masalı” olmaktan çok uzaktı… 

  1. Sahne: Doğum

Sorgu komiserinin hücreyi terk etmesi ile yalnız kalan Zabel elindeki anı kitabına sarılır. Az önce maruz kaldığı yersiz suçlamalardan, dostu Çarents’in infaz edildiği gerçeğinden, onu yoklayan nefes darlığından, hücrenin soğuğu ve karanlığından kaçmak için ezbere bildiği satırlarını okumaya başlar: 

5 Şubat 1878 günü doğmuşum. İstanbul’da Üsküdar’da… Silahtar Bahçe Sokak’ta… Mamam anlatırdı. Osmanlı-Rus Harbi’nin çalkantılı günleriymiş. Ruslar, İstanbul sınırına dayanmış. Sokaklarda tellal sesleri: “Top atışları olacak, telaşa mahal yok!” Mamamın ise doğum sancıları o gece tutmuş. Erken doğacakmışım. Kaderimde yazılıymış. Gördüğüm ilk felaketin içine atacakmışım kendimi. Telaşa mahal yok. [10]

Bu satırlar ile birlikte bir nebze olsun nefes almaya başlayan Zabel’in hücresi aydınlanır adeta. Mamasından, yayasından defalarca dinlediği o geceyi hatırlar. Sahne 5 Şubat 1878’in soğuk kış gecesinde Zabel’in doğduğu evin salonuna dönüşür. Maması Ağavni doğum sancıları içinde kıvranırken Zabel’in teyzesi Yuğaper ve yayası Dudu onu sakinleştirme, ellerinden geldiğince rahatlatma çabası içindedir. Öte yandan ortama gergin bir bekleyiş hakimdir. Aniden vurulan kapı kadınların yüreğine su serper çünkü Rum Ebe dışarıdaki kar fırtınasına rağmen eve ulaşmayı başarmıştır. Fakat Ebe ev ahalisinin aksine oldukça rahat ve sakindir. Muayenenin ardından doğumun bu gece gerçekleşeceğini fakat sancıların sıklaşması için beklemekten başka çarenin olmadığını söyler. Ev ahalisinin bekleyişi uzaktan duyulan top atışı sesleri ile daha da gergin bir hal alır. Giderek artan sancıların top atışlarının yarattığı telaşın gölgesinde kaldığı; o telaşın savaşı kim kazansa daha hayırlı olacağına dair bir tartışmaya dönüştüğü gecenin sabahında Zabel dünyaya gelir. Sahnenin temel vurgusu Zabel Yesayan’ın böylesine zorlu bir günde kadınların emeği ve yardımı sayesinde dünyaya gelmesi olacaktır.

Zabel’in o geceyi kafasında tekrar tekrar yaşadığı, Zabel’in elleri kelepçeli bir halde hücresinden anılarındaki dört kadını izlemesi eylemi ile verilmiştir. Doğum gerçekleşene kadar sahnedeki karakterler Zabel ile bir temas kurmazlar. Taa ki Ebe’nin “bebeğin adı ne olacak?” sorusunda Ağavni’nin “Zabel” cevabını vermesine kadar… O anda dört kadın kendilerini izleyen Zabel’i fark ederler, onun yanına gider, kelepçelerini çözer, çocukluğundaki gibi saçlarını açar, uyku bonesini takarlar. Günlerdir hücrede gözünü kırpmayan Zabel çocukluğunda mamasından, teyzesinden, yayasından gördüğü şefkati hatırlayarak bir nebze huzur bulur. Kadınlar Zabel’i çocukluğundaki  olduğu gibi yatağına yatırır ve ninni söyleyerek uyuturlar.

  1. Sahne: Hücre

Zabel maması, yayası ve teyzeleri tarafından ninniyle uyutulmuşken, gerçek düzlemde koğuş kapısının rahatsız edici sesiyle uyanır; sorgu komiseri, bıraktığı kitabı almak için geri dönmüştür. Ama Zabel, Ermenice bir deyiş kullanarak, sorgu komiserini bir “karabasan”mışçasına kışkışlar ve bu saadet dolu rüyadan kendisini uyandırmasına izin vermez. Tıpkı geçmişte yaptığı gibi… Küçükken hastalıklı bir çocuk olan Zabel, Silahtar Bahçeleri adlı kitabındaki anılarından esinle, küçükken bazı geceler korkuyla, karabasanlar görerek uyandığını, o zaman alnına kadar yorganı çekip uyuduğunu anlatır. Anılarında ise bu geceleri şöyle kaleme almıştır. “Odamda yalnız olduğumu hissettiğimde gözlerimi kocaman açardım. Fenerin zayıf, titrek ışığında, yatak odamın karanlık köşelerinde giderek büyüyen ve bana doğru hücum ediyormuş gibi görünen gölgeler görebiliyordum. Ateşli hayal gücüm, odanın içinde dolaşan hayaletimsi silüetler yaratırdı.” [11]

  1. Sahne: Kahve ve Lodos

Zabel kaldığı yerden rüyasına, çocukluk masalına geri döner. Bu defa burnuna kahve kokuları gelir. Hasret kaldığı kahve kokusu ona çocukluğunun sabahlarını hatırlatır:

Anlaşılan bu sabah yine lodos var. Ve her sabah aynı manzara! Ağızlarından tek kelime çıkmadan, kaşlar çatık, tek lokma bile yemeden sadece kahve içerlerdi. Tüm ev ahalisi adeta kahve içme alışkanlığı ile lanetlenmişti! Benim açlıktan midem kazınırdı ama laf etmeye çekinirdim. Çünkü o an hele bir onlarla konuşmaya kalkın, asabiyetleri had safhaya varırdı. Nihayet afyonları patladığında işe koyulurlardı. Teyzelerim babamın atölyeden gönderdiği yazmaları işlerdi bütün gün. Bense babamın kütüphanesinden rastgele seçtiğim bir kitabı okurdum heyecanla. [12]

Evin kadınları her gün olduğu gibi yazma işinde çalışmak için salonda bir araya gelmişlerdir. Zabel’in babasının kurduğu aile atölyesinde çalışan teyzeleri Yuğaper ve Makrig her gün sabahtan akşama evde oturur, atölyede üretilen yazmaların kenarlarını oyalama ve onlara desen boyama gibi detaylı işleri yaparlar. Zabel’in maması Ağavni ise bir yandan Zabel’in küçük kardeşi ile ilgilenmekte bir yandan da akşam gelecek misafire yemek hazırlığı yapmaktadır. Kadınlar iş yaparken bir yandan da dertleşirler. Yaya Dudu ise salonda oturup, onları dinlemektedir. Zabel ise kitap okurken bu sohbete kulak kabartmıştır. Dudu’nun kızlarını kazandıkları parayı çarçur etmekle suçlaması, Zabel’in mamasının babası ile olan kavgasını anlatması, Zabel’in sokakta çocuklar tarafından kötü muamele edilen Yahudi esnafa müdahale etmeye çalışması, gibi olaylar sahne boyunca ardı ardına gerçekleşir. 

Fakat tüm bu anıların ortasında sahnenin temel vurgusu Zabel’in okuduğu kitap Antigone’den esinlenerek adaleti sağlamanın bitmek bilmeyen bir mücadele olacağını daha çocuk yaşta nasıl anladığı olacaktır. Kapı çalınır, Zabel’in sınıf arkadaşı Meline’nin annesi Zabel’i şikayete gelmiştir. Okula kiraz getirip kimseyle paylaşmayan Meline’nin karşısında ağzının suyu akarak onu izleyen hamal kızı Talar’ı fark eden Zabel kimsenin bu duruma müdahale etmediğini görünce Meline’nin kirazlarını elinden alıp yere atmıştır ki bu müsamere sona ersin. Böyle hırçın davrandığı için maması tarafından azarlanan Zabel kendini şöyle savunur: 

Ben yapmam gerekeni yaptım mama. Tıpkı Antigone gibi. O da haksızlığın karşısında dimdik ayakta duruyor. Meline de aç bir insanın karşısında öyle kiraz yiyemez. Yerse de alıp böyle yere çalarlar. [13]

Çocuk Zabel, kahramanı Antigone gibi kimsenin adaleti sağlamadığı yerde susmayı reddetmiş ve eyleme geçmeye karar vermiştir. Fakat bu davranışı ev ahalisi tarafından tasvip edilmez. Tıpkı Antigone’nin kardeşini gömmek istemesinin Kreon ve şehir ahalisi tarafından kabul edilmemesi gibi… Zabel, ileride çocuk yaşta tanıştığı Antigone ile aynı kaderi paylaşacağını bilmeden onu hafızasına kazır.

Aşık olduğu aktörün oynadığı Antigone’yi izlediği ortaya çıkan Makrig, Dudu tarafından azarlanır. Makrig pes etmez ve istediği erkekle evlenmek için ısrar eder. Gerilimin artması üzerine konuyu kapatmak isteyen Dudu öğle yemeğini hazırlamaları bahanesi ile kızlarını mutfağa gönderir. Zabel ise az önce teyzesinden on dört yaşında evlendiğini duyduğu yayasının hikâyesini merak eder ve anlatması için ısrar eder.  Dudu, nasıl evlendiğini Zabel’e anlatır. Kiliseye gitmek üzere ilk defa evin dışına adımını attığı gün sokakta Türk askerlerinin tacizine uğramış ve sırf bu yüzden hiç tanımadığı bir adamla apar topar evlendirilmiştir.

Bu anı ile birlikte Zabel hücresine geri döner. Yayasının ölümünü, cenazeyi, yayasının ölümünün ardından evde olanları hatırlar. Geçmişin karanlık anıları onu huzursuz eder. O yıllarda annesi hastalanmış ve doktor tarafından melankoli teşhisi koyulmuştur. Annesi odasındaki beyaz duvarında gördüğü hayallerle konuşur:

Kuyrikner, yeğpayrner, manugner, buruşuk yüzlü yaşlılar… Ağlamaktan başka bir şey bilmeyen bebecikler… Hepiniz katılın gözyaşlarıma… Latsek… Yarın sel gibi akacak gözyaşlarımız… Birazını olsun şimdiden dökelim. Alıştırın gözlerinizi ağlamaya. Mer açkerı lalen bidi çorna… [14]

Zabel’in annesi Ağavni’nin gördükleri başka bir Antik Yunan kahramanının, Kassandra’nın kehanetine öykünerek kaleme alınmıştır. Sadece Zabel ve ailesi için değil Abdülhamit’in İstibdat rejimi ile Ermeni milleti için başlayacak zor günlerin de habercisidir bu kehanet. Hücrenin soğuğu, açlığın verdiği bitkinlik ve mamasının hatırasının ağırlığı ile yorgun düşen Zabel uyuyakalır. 

  1. Sahne: Hücre 

Annesinin kapıldığı melankoli hastalığı içinde, soykırımı, Kassandravari bir iç görüyle gördüğünü anlattığı anısının ardından Zabel büyük bir hüzün içinde hücrenin karanlığına döner. Dönerken annesi ona “acıktın mı” diye sorar; acıkmıştır. Gerçek düzleme yani hücreye dönüşte ise hücrenin dışından bir gardiyanın sesi duyulur; hücrelere yemek dağıtılmaktadır. Fakat gardiyan Zabel’in koğuşunu pas geçer, Zabel’e yemek verilmeyecektir. Sesini gardiyana duyuramayan Zabel bu cezai uygulama karşısında bu sefer elindeki tepsiyi bir trampet gibi kullanarak ve Fransızca enternasyonel marşını bağıra bağıra söyleyerek sesini hem gardiyanlara hem tüm koğuşlara duyurur. 

Ayağa kalkın; yeryüzünün lanetlileri

Ayağa kalkın; açlık mahkumları

Akıl, kraterinin içinde gümbürdüyor

Bu, son patlamasıdır volkanın. 

Geçmişe sünger çekelim,

Köleleştirilmiş kitleler, ayağa kalkın ayağa!

Dünya kökten değişecek

Bizler hiçtik; her şey olalım. [15]

Demek sorgu ve hücre koşulları ağırlaştırılacak, Zabel yıldırılmaya çalışılacaktır. Bunun karşısında ise Zabel protestosunu Komünist Enternasyonel Marşı ile yapar, hem de onu hapse tıkan Sovyet iktidarına karşı. Onu hoparlörden verdiği uyarılarla susturamayan hapishane tüm hücreleri topyekün bir karanlığa boğulacak şekilde karartır.

  1. Sahne: Maltepe

Açlık ile cezalandırılan Zabel’i hatıralarının derinliklerinden bir dostu, Fayize kurtarır. Annesinin hastalığından sonra temiz hava almaya gittikleri sayfiye yeri Maltepe’de tanıştığı arkadaşı Fayize… Önce karpuzun kokusu, tadı gelir aklına, “sonra Maltepe’nin uçsuz bucaksız plajları, masmavi denizi, gökyüzü, tarlaları, ahırları, otlakları, ineklerden yayılan tezek ve saman karışımı o muhteşem kokuları…”[16] Bu defa Fayize ile birlikte anılarında “yeryüzü cennetim” dediği Maltepe’ye doğru giderek unutur hücrenin karanlığını, kendi açlığını…

Zabel’in Fayize ile kurduğu yakınlık iki genç kadının deneyim ortaklığına da dayanır. Fayize’nin babasının ölümünün ardından yeniden evlenen annesi, yeni eşi Fayize’yi istemediği için ondan uzakta yaşar ve Fayize, anneannesi ile birlikte kalır. Maltepe’ye de birlikte gelmişlerdir. Annesini özleyen Fayize ve hastalığı nedeni ile annesiyle arasına mesafeler giren Zabel birbirlerine yakınlaşmıştır. Sahne, Fayize’nin evinde Fayize’nin anneannesi Halise ve komşusu Hamiyet’in sıcaktan yakınıp pinekledikleri bir yaz gününde başlar. Zabel ve Fayize dışarıya çıkıp gezmek için izin istediklerinde anneanne çok gönüllü olmasa da kızların ısrarlarına dayanamayıp çok uzağa gitmemek koşuluyla izin verir. Tabii Zabel’e de Fayize’nin başına örttüğü beyaz işlemeli örtüden örtüp kızları güvence altına almak şartıyla… Gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlamayan Zabel ve Fayize annelerinden, Fayize’nin âşık olduğu sandalcıdan, şiirlerden konuşurlar. Sahnenin devamında olacak olaylar Zabel Yesayan tarafından Silahtar’ın Bahçeleri’nde şu şekilde anlatılmıştır: “Ansızın yakınımızda bir yabancının varlığını hissettik. Kalktık, arkamıza baktık ve fesini kaşlarına yaklaştırmış yalınayak, kara yağız bir delikanlının vahşi gözlerle bize baktığını gördük. Elindeki yeni kesilmiş dalı havada bir hışırtı çıkartarak yanındaki zeytin ağacının gövdesine vuruyordu. Köyden epeyce uzak, ücra bir yerdeydik. Hayatımda ilk defa korktum. Adam ağır adımlarla bize yaklaşıp, Türkçe, saatin kaç olduğunu sordu. Fayize hemen durmasını emretti ona. Adam durdu ve biz telaşla uzaklaştık. Kumsala ulaştığımızda arkamıza bile bakmadan öyle bir koşu tutturduk ki…”[17] İki genç kadının sokakta yaşadıkları bu taciz deneyimini anlatıya sadık kalarak fakat tacizcinin gölgesi, sigara içme biçimi ve bedensel yönelimi ile rahatsız edici bir figür olarak sergilendiği bir biçimde sahneledik. Kaçış bölümünün geriliminin ışık ve müzik kullanımı ile desteklendiği sahne iki kadının bu olanları ailelerine anlatmama kararı ile sona erer. Aksi takdirde özgürlüklerinin kısıtlanacağının ve bir daha dışarı çıkmalarına izin verilmeyeceğinin farkındadırlar. Fakat, ironik bir şekilde, o olayı herkesten saklasalar da kendi kendilerine sınırlar koyduklarını ve uzaklara gitmemeye başladıklarını hatırlayan Zabel Yesayan kadınların kendilerine koymak zorunda kaldıkları sınırların arttığını yıllar içinde anladığını ve feminizmle nasıl tanıştığını da hatırlar.

  1. Sahne : Hücre

Zabel, Fayize’nin ardından can dostum dediği arkadaşı Arşaguhi’yi hatırlar. Kadın özgürlük hareketinin kurucularından ve ilk kuşak feminist edebiyatçılardan olan Sırpuhi Düsap’ın hayranı oldukları, onun romanlarını tek solukta okuyup genç birer kadın olarak Düsap’ın sözlerini kendilerine kılavuz ettikleri günlere gider. 

  1. Sahne: Sırpuhi Düsap’ı Ziyaret

Osmanlı’daki ilk kadın roman yazarı olan Sırpuhi Düsap’la ilk tanıştığı an Zabel’in anılarında şu şekilde yer almaktadır: “Sırpuhi Düsap geniş misafir odasının bir köşesindeki bir koltukta siyahlar içinde oturmaktaydı. On altı yaşındaki kızı Dora’nın ölümünün ardından on yıllardır hiçbir şey onu teselli etmemişti. Bizi görüp -o uçsuz bucaksız salonda sallana yalpalaya yürüyorduk- öne doğru yürüdü ve elini uzattı. (…) İkimiz de tüm yetilerimizi kaybetmiş, önceden hazırlamış olduğumuz tüm sözleri unutmuştuk. Fakat Düsap şaşkınlığımızın içinde kaybolmamıza fırsat vermeden bize sorular sordu, cesaretlendirici sözler söyledi. Ziyaretimizden etkilenmiş olduğu açıktı. O zamanlar Düsap unutulmuş bir yazardı. Birçok insan onun hala hayatta olup olmadığını bile bilmiyordu.”[18] Bu anıdan hareketle çocukluğundan bu yana okumaya meraklı olan ve yazar olmayı düşleyen Zabel ve onunla benzer hayalleri paylaşan Arşaguhi’nin rol model olarak gördükleri Sırpuhi Düsap’ı ziyaret ettikleri bir sahne kurguladık. Sırpuhi Düsap’ın inzivasında sadece kızının yasının değil aynı zamanda Abdülhamit’in Ermenilere dönük sertleşen yaklaşımının ve İstibdat döneminde Ermeni entelektüeller üzerindeki baskının da etkili olduğunu düşündük. İşte tüm bu arkaplan koşulları içinde Zabel ve Arşaguhi onu ziyarete gittiklerinde ne ile karşılacaklarını bilmeden çalarlar kapıyı. Kapıyı açan hizmetçi Silva onları içeri buyur eder ve Düsap’ı çağırır. Zabel ve Arşaguhi’nin heyecanının karşısında Sırpuhi Düsap içe dönük ve sessiz bir tavır sergiler. Öte yandan kendinden sonra gelen genç kuşak yazar adaylarının nasıl bir tavır ve gelecek tahayyülü içinde olduğunu ciddiyetle anlamaya çalışır. Zabel ve Arşaguhi ise Düsap’ın “başarısının” sırrını anlamak için romanlarından konuşmak isterler. 

Artık kitap yayımlamayı bırakan Düsap ise geçmiş bahisleri açmak istemez. Fakat yıllardır onunla birlikte yaşayan hizmetçisi Silva, Düsap’ın geçmişte nasıl eleştirilere maruz kaldığını, özellikle de kuşakdaşı erkek aydınlar tarafından nasıl eleştirildiğine dair ipuçları verir.[19] Bu konunun deşilmesinden hoşlanmayan Düsap, Silva’yı susturur. Şu anda da kitap yazmaya devam ettiğini ama İstibdat sansürü nedeniyle yayımlamadığını öğrenen meraklı Zabel bu durumu anlamaya çalışır. Düsap’ın İstanbul’dan taşraya giden bir kadın öğretmenin yaşadığı çatışmayı anlatan bir roman yazdığını ve İstibdat koşullarında yaygınlaştırmadığını öğrenen Zabel henüz genç bir yazar adayı olduğunu ve içinde bulunduğu ayrıcalıklı konumu çok düşünmeden büyük cümlelerle konuşmaya başlar. Gençlik ateşiyle kendinin de okulu bitirir bitirmez taşradaki Ermeni vilayetlerine gideceğinden bahseder. Fakat Zabel’in bir yazar olmak istediğini ve Ermeni kimliğine sahip çıkmak istediğini öğrenen Düsap, Zabel’i hem ciddiyetle uyarır hem de ona mücadele gücü aşılar:

Görüyorum ki bir kararın arefesindesiniz Zabel. (Zabel hücreye doğru yürür.) Eminim savaşacaksınız siz, ama nasıl? Kaleminizle mi kavga edeceksiniz yoksa bedeninizi mi siper edeceksiniz? Her iki surette de amansız bir mücadele içinde bulacaksınız kendinizi…[20]

Bayan Düsap kalemiyle mücadele etmiş bir entelektüeldir ama İstibdat karşısında inzivaya çekilmek zorunda kalmıştır. Zabel ise hem kalemiyle mücadele etmiş hem bedenini siper etmiştir; hem bir aktivist hem de bir aydındır. Bunun bedeli Bayan Düsap’ın ödediğinden ağır olacaktır; Düsap kendisine bu soruyu sorarken Zabel hücresine geri döner. 

Çünkü hürriyete açılan bütün kapılar kadınlara kapalı. Bu yolda sizi defne yaprakları değil, dikenler bekliyor olacak. Şunu hiçbir zaman unutmayın: Mücadele vermeden kavga olmaz!

Ve Zabel hücrede sorgu komiserinin karşısına oturur. 

  1. PERDE
  2. Sahne: Sorgu

Zabel Yesayan’ı en çok da bir hakikat savunucusu olarak hatırlamak gerektiğini düşünüyoruz. Hayat hikayesi, edebiyatı ve köşe yazıları bu duruşunun kanıtları. Zabel Yesayan tam olarak Edward Said’in tanımladığı haliyle “bir entelektüel ve bir sürgündü.”[21] “Yeni anavatanım” dediği ve yeni ütopyası olarak sığındığı Sovyet Ermenistanı’nda bile sürgün… Tarihsel gerçeklere dayanarak biliyoruz ki, Zabel Yesayan kendisine yöneltilen suçlamaları kabul etmemiş, işbirliği yahut biat tekliflerini reddetmiş ve bu nedenle salıverilmemişti. Bizim kurgumuz doğrultusunda da, Çarents’e dönük destek açıklamasını geri çekmiyor. Bu nedenle sorgu düzleminin buradan nasıl bir yere akabileceğini düşünürken, Sovyet Komiserliği’nin bu kadını tehlikeli bulacağını ve sorguyu derinleştireceğini hayal ettik. Bu sahnede hırslı bir Sovyet memuru olarak tasavvur ettiğimiz sorgu komiserinin, elinde yeni kanıtlar olmasının verdiği özgüvenle, başta daha rahat bir ortam kurguladığını, Zabel’e yemek ve hatta sigara ikram ettiğini farz ettik. Zora karşı dayanıklılığı yüksek bu kadını daha rahat bir muhabbet üslubu içinde sorgulayarak konuşturmaya ve teslim almaya çalıştığını tasavvur ettik. Zabel, kendisine yapılan ikramları, uzun süredir aç bırakılmış olduğunu da göz önüne alırsak, kabul eder. Sorgu komiserinin üslubunu tuhaf bulsa da bunu bir oyun gibi görür ve derhal oyunu tersine çevirir ve kendisi “sorgulayan” rolüne geçer. Sorgu yargıcının özel hayatına dair yönelttiği soruları kıvrak bir biçimde yanıtlarken, oyunu kadının özel hayatına, karakterine dönük tahmin ve tahlillerde bulunduğu bir oyuna dönüştürür. İyi bir edebiyatçı ve romancı olduğu için de gözlem ve tahlil yeteneği yüksektir ve tahminleri büyük ölçüde doğrudur. Sorgunun böyle bir yere evrilmesi komiserin asabını bozar ve bu sefer elindeki kartı sert bir şekilde açar: Zabel Yesayan’ın Sovyetler’de yasaklı olan kitabı Silahtar Bahçeleri’nin ikinci cildinin el yazmalarını suçlu olduğunun delili olarak Zabel’in önüne koyar. Komiserliğe göre bu otobiyografik roman Zabel’i suçlayabilecekleri pek çok kanıtla doludur.

II.Dünya Savaşı esnasında, Stalin Kızıl Ordu’yu toplamaya başlayıp Hitler güçlerine karşı bir savunma hattı inşa ederken büyük bir militarizasyon sürecine girmişti. Sonuçta dünyayı Hitler belasından Sovyetler kurtaracaktı ve Naziler öldürücü darbeyi Rusya’da Kızıl Ordu’dan yiyecekti fakat tarihsel olarak bakıldığında bu militerleşme sürecinde, madalyonun bir de öteki yüzü vardı ve Stalin’in “kaleyi savunma” stratejisinin pek çok negatif sonucu da olacaktı. Stalin’in “Büyük Temizlik” diye anılan operasyonu bu bedellerden belki de en büyüğüydü. II. Dünya Savaşı evveli, bir yandan da politik rakiplerini ekarte etmek üzere, militerleşme sürecini bahane ederek gerçekleştireceği bu operasyonda resmi kayıtlara göre yaklaşık 500.000 kişi öldürülecekti. Bunlardan pek çoğu bölücülük ve milliyetçilikle suçladığı aydınlar olacaktı. Stalin kendisi de bir Gürcü olmasına rağmen, etnik kimlik politikası yapan her tür unsuru bölücülükle suçluyor, “milliyetçiliği” Sovyet kimliğinin karşısında, Kızıl Ordu ve Sovyet ideasına bir tehdit olarak görüyordu. Diğer yandan Sovyetler Türkiye Cumhuriyeti ile diplomasi ilişkilerinde de dikkatli davranıyor, Türkiye’yi bir müttefik olarak niteliyordu; Sovyetler açısından amaç II. Dünya Savaşı’nda Kemalist devleti Almanya saflarına itmemekti. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı ve daha evveli Ermeni Soykırımı hafızasına sahip Ermeni aydınların bunu ifade etmelerinin yasak olduğu bir konjonktür hakimdi. Ermeni Milliyetçiliği’nin Sovyet ideasına tehdit olarak görülüp yasaklandığı bu konjonktürde Ermeni Soykırımı’nı ifade etmek de yasaktı. Bunun sebebi ise büyük ölçüde Türkiye Cumhuriyeti ile kurulan diplomasi anlayışıydı.[22] Kemalist müttefikin kırmızı çizgileri Sovyetlerin de kırmızı çizgileri sayılıyordu.

Zabel Yesayan’ın Silahtar Bahçeleri adlı romanının günümüze ulaşan ve çocukluk ve gençlik yıllarını kapsayan bölümünün eserin dörtte biri olduğunu, hayat öyküsünün devamını içeren geri kalan kısmın ise kayıp olduğu biliniyor.[23] Hayatının ikinci dönemini, dolayısıyla kuvvetle muhtemel yaşadığı sürgünü ve Felaketi anlattığı bu roman, işte böyle bir dönemde/konjonktürde sakıncalı görülmüş olabilirdi, pekala yok edilmiş de olabilirdi. Bu olasılığın peşinden gitmeyi tercih ederek, -Zabel Yesayan’ın sorgusuna dair elimizde çok fazla veri olmadığını, en fazla bu sahnelerde hayal etmemiz gerektiğini belirtmiştik- fakat ayağımızı tarihsel gerçeklere basarak sorgunun derinleştirildiği bu noktada sorgu komiserinin Silahtar Bahçeleri ikinci cildinin el yazmalarını Zabel’in suç işlediğinin delili olarak gösterdiğini hayal ettik.

Kurgusal olarak asıl hedef Zabel Yesayan’ın da başka aydınlar gibi suçlamaları kabul etmesi ve Halk Mahkemesi’ne çıkıp pişmanlık getirmesidir.[24] Sorgu komiseri bunu sağlamak için önce, metnini yine bizim kaleme aldığımız, Zabel’in kitabına getirilen yasaklamayı eleştirdiği kurgusal önsözü bahane göstererek Zabel’i “liderlik karşıtlığı” ile suçlamaya çalışır. Çünkü komiserin deyişiyle “dünyaya devrim yayma macerasının bitip ‘kalenin savunulduğu’ böylesi bir dönemde Liderlik bizi tek çatı altında tutan kişidir.”[25] Zabel “kalenin savunulmasına itirazı olmadığını” ama “kaleyi savunurken devrimin çürütüldüğünü” düşündüğünü söylediğinde ise eleştirelliğe yer olmayan böyle bir ortamda bir miktar ileri gittiğini fark eder; sorgu komiseri bu sözleri rapor edeceğini belirtince, Zabel özür diler ve sözlerini geri alır. Eleştirelliği bir kenara bırakacak, uslu çocuğu oynayacaktır. Fakat bunun karşılığında kendisinden istenen bedel çok büyüktür: 

Ermeni milliyetçiliği yaptığınızı, Parti’ye zarar vermeye çalıştığınızı kabul edeceksiniz. Halk mahkemesinde pişmanlık getireceksiniz. Eğer bunu kabul ederseniz, ben de bu önsözü görmezden gelebilirim. Eğer kabul etmezseniz dosyanız başka bir sorgu komiserine geçecek, o zaman mahkemeye bile çıkarılmayacaksınız.[26]

Zabel bunun karşısında “demek ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorsunuz” der ve gözünü karartarak eleştirilerini daha da ileri götürür. Parti tarafından devrimin yozlaştırıldığını, sosyalist aydınlara deli gömleği giydirildiğini, Parti’nin sanatı olan “sosyalist gerçekçilik” denen sanatın ne sosyalizm ne de gerçekçilikle ilgisi kaldığını, artık Parti güdümlü sanatın küçük burjuva edebiyatından farklı olmadığını ifade eder. Bu sözler karşısında sorgu komiseri bir miktar kontrolünü kaybederek, planlamadığı biçimde, kitabında Adana Katliamı’na dair yazdıkları üzerinden Zabel Yesayan’a saldırır. Asıl küçük burjuva sanatçısının Zabel Yesayan’ın kendisi olduğunu, “Ermeni halkının Adana’da yaşadığı acılar üzerinden edebiyat yaptığını” söyleyerek büyük bir suçlamada bulunur.

Bu noktada sorgu komiseri olan kadının karakterine dair ipuçlarının derinleştiği bir bölüm başlar. O ana kadar düzen saplantısı yüksek, bir kadın sorgu memuru olarak kariyerinde yükselmeyi, hem de bunu üç çocuk annesi olarak başarmayı hedefleyen[27] hırslı bir kadın görürüz. Tek bir an bile açık vermeyen, kontrolü kaybetmeyen, karşısındaki bu “zorlu” kadını bir şekilde hizaya getirerek kendisini üstlerine ispatlamaya kararlı, o ana dek işini kitabına göre yapan, Parti retoriğine ve sorgu tekniklerine son derece hakim bu kadın nedense o an bir anlamda kontrolden çıkar ve girmemesi gereken bir viraja, Adana Katliamı konusuna, girer; Zabel’in Silahtar Bahçeleri kitabında yazdığı hakikatleri, Parti retoriği üzerinden kolaylıkla “liderlik karşıtlığı”, “bölücülük” gibi adlandırıp soğukkanlı bir biçimde Zabel’i köşeye sıkıştıracakken, Zabel’in yaptığı savunuların ağırlığı karşısında, duygusal bir tona geçer. Adana Katliamı’nı yazdığı bölümde aslında Zabel’in, iddia ettiği gibi “Adana’da yaşanan acıya tanıklık etmediğini”, sadece üç aylığına oraya gelen bir küçük burjuva sanatçısı olduğunu, “kendisini başrole o acıyı fona koyduğu ucuz bir roman yazdığını” iddia eder. Hırçınlaşır. Zabel o ana dek tek bir duygusal tepki ya da açık vermeyen bu kadının bu tepkisini tam bir edebiyatçı gibi okuyarak, sorgunun başında başlattığı tahmin oyununu nihayete erdirir. Tam bir Sovyet Ermenisi kipinde davranan bu genç kadının da aslında bir Anadolu Ermenisi olduğunu, Sovyetlere göçmüş bir yetim olduğunu, bugün onu haksızca bu şekilde suçlamasının nedeninin de soydaşını avlayarak Parti’ye kendisini ispat etmek olduğunu söyler. Komiser bu sözleri doğrulamaz ama itiraz da etmez; kendisini toparlamaya çalışarak ve Zabel’e son bir tehdit savurarak, “sona yaklaştığını” söyleyerek çıkar. Metni ve sorgu komiser karakterini oluştururken, sorgu komiserinin Anadolu’da yaşanan katliamlar ardından Sovyetler’e götürülmüş, orada sahiplenilmiş bir yetim olduğu, Ermenistan’da sahiplenildiği, sonra yeni ailesine ve aldığı eğitime sadık bir “Sovyet kadınına” dönüştüğü fikrini kurduk ve oradan hareket ettik. Böyle bir kadını, Zabel Yesayan gibi bir Ermeni aydını karşısına çıkarmak, içinde herhangi bir sorgucu/sorgulanan ilişkisinin ötesinde daha pek çok gerilim barındıran güçlü, dramatik bir zemin sağladı.

  1. Sahne: Yıkıntılar Arasında Bir Yetimhane

Sorgu Komiserinin de yetim olma ihtimalini idrak eden Zabel, Adana’ya gittiği yıllara döner.  Hatırladığı yağmur sesini, hücresine gelen iki yetim -Takuhi ve Verkine- takip eder. Zabel, hücrenin soğuğundan korunmak için sarındığı battaniyeyi bu defa yetimlerin yağmurdan ıslanmasını engellemek için siper eder. Bu eylem ile beraber sahne 1909 yılında Adana’da yaşanan katliamın[28] ardından Ermenilerin çabası ile yetimhaneye dönüştürülen mekana dönüşür. Zabel Yesayan’ın İstanbul dışına çıkarak ilk defa taşraya gidişine bu olay vesile olmuştur. Katliamın ardından Patrikhane Adana’ya (o dönemki adı ile Kilikya) bir heyet gönderir. Zabel Yesayan da bu heyetin içindedir. Heyetin görevi yetimleri toplamak ve Ermeni toplumunun gözetiminde hizmet kuracak bir yetimhane kurmaktır.[29] Birkaç ay bölgede kalarak hayatta kalanların yaralarının sarılması ve Ermeni yetimhanesi kurulması için harıl harıl çalışan Zabel Yesayan ilerleyen yıllarda Adana’daki tanıklığını Yıkıntılar Arasında adlı tanıklığında anlatmıştır. Eserin başında kitabı nasıl yazdığını şu sözlerle anlatır: “Bu kitabın hangi ruh hali ile yazıldığını açıklamak isterim. İzlenimlerimin ne belli bir siyasi doğrultuda yumuşatılmış ne de milliyetçi önyargılar, geleneksel intikam duyguları veya herhangi bir ırksal nefret tepkisiyle sivriltilmiş olmadığını okuyucunun bilmesini isterim.”[30] Bir anı ya da izlenim kitabından öte “tanıklık” eseri olarak kaleme alınan bu kitabı felaket edebiyatı üzerine çalışan akademisyen Marc Nichanian felaketin karşısına dikilen bir birinci tekil şahıs anlatısı olarak tanımlar ve Zabel Yesayan’ın kendisini duyduğu acıdan ve kederden sıyırarak bu kitabı yazdığını ve Adana’da yaşayan Ermenilerin yaşadığı derin kederi tasvir ettiğini söyler.[31] İşte sahne de bu duygu ile, Zabel’in Adana’ya ilk gittiği günleri şu sözlerle hatırlar:

Adana’ya ilk girdiğimde tüm şehrin yerle bir edilmiş uçsuz bucaksız bir mezarlık gibi uzandığını gördüm. Müslüman mahallelerinin sınırlarına kadar her yer, her şey harabe. Lakin, hiçbir söz yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananları anlatmaya. Adeta ağlıyordu koskoca şehir.[32]

Ağlayan şehir imgesi sahneden gelen bir kahkaha ile değişir. Sahne Zabel Yesayan’ın yetimhanedeki odasına dönüşmüştür. Yetimlerden Verkine okuduğu kitaba kahkahalarla gülmektedir. Birkaç gün önce yağan yoğun yağmur nedeniyle yetimhaneyi su basmıştır. Odanın muhtelif yerlerinde tavandan akan damlaların birikmesi için koyulmuş kovalar bulunur. Okumayı yeni söken Verkine, Zabel’in ona okuması için verdiği kitabı bitirmiştir ve ondan yeni bir kitap ister. Zabel de gönderilen yardımların arasından bir kitap bulup ona verecekken odadaki divanın altından bir çığlık yükselir. Anne ve babasının katline şahit olan ve o günden beri de konuşmayı reddeden yetim Takuhi, Zabel’in odasındaki divanın altına saklanmış ve uyuyakalmıştır. Gördüğü kabus nedeniyle çığlık atarak uykusundan uyanır. Zabel onu sakinleştirmeye çalışırken Verkine, Takuhi’nin bir önceki gece kanlar içinde uyandığını ve çok korktuğunu söyler. Zabel, Takuhi’nin ilk defa regl olduğunu anlar ve ona bunun korkulacak bir şey olmadığını açıklar. Takuhi ise Verkine sırrını açık ettiği için ona kızar, iki çocuk kavga ederler. Zabel kavgayı ayırır ve dikkatlerini dağıtmak ve ortamı yumuşatmak için, gönderilen yardım kutuları arasından bir müzik kutusu bulur. Müzik kutusunun açılması ile iki yetimin müzik kutusu ile oynadığı danslı bir sahne başlar. Bu anı gülümseyerek izleyen Zabel “keşke çok sevdiğiniz bu melodiyi size sonsuza dek dinletebilseydim”[33] derken yetimlerin geleceğini belirleyecek olayları hatırlar. İşte tam da bu esnada içeri iki davetsiz misafir girer: Amerikan Konsolosu’nun eşi Catherine Longwood ve Adana’ya Jön Türk Hükümeti tarafından yeni atanan Vali Cemal Bey’in eşi Saniye Hanım. Bu ani ziyaret karşısında Zabel afallar. Ne de olsa yetimhaneyi su basmış ve uygunsuz koşullarda yakalanmıştır. Ayrıca Catherine Longwood’u tanımaktadır fakat Saniye Hanım ile ilk defa karşılaşmıştır. Zabel çocukları yatakhaneye gönderir ve kadınları oturmaları için buyur eder. 

Catherine Longwood, Adana’daki yaraları sarmak için hayır faaliyetinde bulunmaya niyetli Saniye Hanım’a Ermeni yetimhanesini göstermek ve onu Zabel ile tanıştırmak istemiştir. Zabel Ermeni yetimhanesinin, Ermeni cemaatinden ve Patrikhane’den gelen yardımlar ile ayakta durması imkansız olduğu için bir süredir Osmanlı Devleti’nden para yardımı talep etmektedir. Fakat talepleri sonuçsuz kalmaktadır. Yeni valinin bu konuda bir adım atmasını beklediği için konuyu Saniye Hanım’a da açmayı düşünür. Saniye Hanım ve Catherine Longwood söze Zabel Yesayan’ın çabalarını överek başlarlar. Zabel ise sadece çabanın yeterli olmadığını vurgulayarak konuyu uzun süredir beklediği devlet yardımına getirir. Adana’daki katliamı kınayan Jön Türk hükümetinin somut bir adım atmasını beklediğini dile getirir. Saniye Hanım Zabel’i onaylar fakat Hükümeti temsil eden eşi Cemal Bey’in daha farklı bir planı vardır: Ermeni yetimhanesine maddi destek sunmak yerine daha donanımlı bir Osmanlı yetimhanesi kurmak. Zabel buna karşı çıkar, Ermeni yetimhanesini desteklemek varken bu fikrin nerden çıktığını sorgular. Saniye Hanım ise Ermeni’lerin bu işi yürütemediklerini, bu çocukların Osmanlı vatandaşı olduklarını ve Osmanlı’nın çocuklara sahip çıkmak istediğini belirtir. Zabel ile Makbule arasındaki gerilimin en yükseldiği anda midesi fenalaşan Catherine Longwood odadaki kovalardan birinin içine kusar. Dün gece Saniye Hanım’ın davetinde üst üste içtiği paça çorbası nedeniyle midesi fenalaşmıştır. Gerilim bir anlığına yumuşar. Saniye Hanım ve Zabel, Catherine Longwood’a yardım ederler. Bunu fırsat bilen Saniye Hanım, kurulacak Osmanlı yetimhanesinin idaresinin bir komisyonda olacağını, bu komisyonda uluslararası, Türk ve Ermeni temsilcilerin bulunacağını söyler. Zabel Yesayan’ın da bu komisyonda bulunmasından mutlu olacağını söyler. Zabel Yesayan bu fikir konusunda şüpheci davranır. Öncelikle Ermeni çocukların din hürriyeti konusundaki yaklaşımı öğrenmek ister. Catherine Longwood da bu konuda Zabel Yesayan’ın hassasiyetine katılır. Saniye Hanım bu konuda çocukların dinlerini özgür yaşayabileceklerinin garantisini verir (ki ileride böyle olmayacaktır). Catherine Longwood’un içi rahatlar. Zabel bu sefer de yetimhanedeki eğitim dilinin ne olacağını sorduğunda Makbule Hanım’ın tavrı kesindir: Türkçe. Zabel Yesayan bunun anne babası olmayan çocukların ana dillerini kaybetmesi anlamına geleceğini belirterek itiraz eder. Catherine Longwood seçmeli Ermenice derslerin verilebileceği önerisi ile yine gerginliği yumuşatmaya çalışır. Daha önce yabancı devletlerin Milletlerarası bir yetimhane kurma fikri olduğunu bilen Zabel Yesayan Catherine Longwood’a Osmanlı yetimhanesi fikrini neden savunduğunu sorar kibarca. Catherine Longwood da Amerikan Hükümeti’nin yeni Jön Türk Hükümeti’ni ve temsilcisi Vali Cemal Bey’i desteklemeye karar verdiği söyler. Milletlerarası yetimhane için ayrılan fonu Osmanlı yetimhanesine aktarmaya ikna olmuşlardır. Fakat hali hazırda bulunan Amerikan misyoner yetimhaneleri hizmet vermeye devam edecektir. Duyduğu tüm planlar karşısında köşeye sıkışmış hisseden Zabel soğukkanlılığını kaybeder ve ailelerini kaybetmiş yetimlere Türklerin ya da sömürgeci devletlerin himayesinde asimile olmaktan başka çare bırakılmadığını ifade eder. 

Yanlış anlamıyorum değil mi? Bizim Ermeni yetimler, Amerikan Misyonerleri’nin elinden kurtarabildiklerimiz tabii, Osmanlı’nın evlatları olacaklar, öyle mi? Kırk katır mı, kırk satır mı? Osmanlı’nın elinde Müslümanlaşmak mı? Yoksa ecnebinin elinde sömürgeleşmek mi? O çocukları bizden alacak olursanız birkaç seneye ana babalarının mezar taşını dahi okuyamayacak hale gelecekler. Hoş, pek çoğunun ana babasına ait bir mezar taşı dahi olmadı…[34]

Zabel’in bağırdığını duyan Verkine ve Takuhi odaya gelmiş ve Zabel’in son sözlerini de duymuşlardır. Bunu sonradan fark eden Zabel kendini köşeye sıkışmış hisseder ve iki çocuğu şefkatle yatakhaneye geri gönderir. Zabel’in bu sözleri karşısında ortam buz kesmiştir. Saniye Hanım Ermeni cemaati razı olsa da olmasa da bu girişimin hayata geçeceğini, o nedenle Zabel Yesayan’ın kendileri ile birlikte hareket etmesinin yetimlerin hayrına olacağını ima eder. Tam odadan çıkmak üzereyken de üstü kapalı bir tehditte bulunur: “Zabel Hanım, acınızdan mütevellit mübalağa ediyorsunuz, bunu anlıyorum lakin bugünlerde biraz daha ihtiyatlı konuşmanızı tavsiye ederim. Zira herkes size benim gibi hüsnüzan ile yaklaşmayabilir.”[35]

Bu sahne boyunca bahsi geçen olaylar ve tartışmaları tarihi gerçekliğe uygun bir şekilde kaleme aldık ve Zabel Yesayan’ın 1911 yılında New York merkezli Arakadz gazetesine yazdığı “Giligya Yetimhaneleri: Kişisel İzlenimler ve Hatıralar”[36] adlı yazı dizisinde yer alan anılardan esinle oluşturduk. Makalede Zabel Yesayan, Ermeni yetimhanesini ayakta tutmak için hem Patrikhane ile hem yeni Adana valisi Cemal Paşa hem de Amerikan misyonu yetkilileri ile nasıl mücadele ettiğini anlatır. Fakat tüm mücadelesi sonuçsuz kalmıştır. Bu mücadeleyi sahnelerken yüksek siyasete pazarlık olan insanı bir meselenin kadınlar arasında nasıl geçebileceğini hayal ettik. Saniye Hanım ve Catherine Longwood karakterlerinin eril iktidarın devamlılığını sağlayan kadınlar olarak nasıl eyleme geçebileceklerini tasarladık. Zabel Yesayan anılarında Cemal Paşa’nın onun çabalarını takdir ettiğini fakat Ermeni yetimhanesinin yetersiz kaldığını ve Osmanlı yetimhanesi kuracağını anlattığı bir görüşmeden bahseder.[37] Biz de bu görüşmenin öncesinde Cemal Paşa’nın anılarında bahsettiği eşi Saniye Hanım’ın Zabel’i ikna etmeye geldiği bir sahne kurmak istedik. Yine benzer bir şekilde Catherine Longwood karakterini kurgularken Zabel Yesayan’ın bölgedeki yetkili Amerikan görevlilerinden birinin evini ziyaret ettiğinde erkek görevlinin onunla görüşmediğini ve bu sebeple eşi Mrs. Dolts ile görüştürüldüğünü anlattığı şu anısından esinlendik: “…beklemem için karısının yanına götürdüler beni. On dakika kadar dul ve yetimler hakkında konuştuk. Bir ara uşak, kadının ayak ölçüsünü almak için ayakkabıcının geldiğini bildirdi. ‘Gelsin,’ dedi, kadın. Amerikalıların nezaket gösterilerindeki hassasiyetlerine yabancı değildim, ama biz neydik! Neyi temsil ediyorduk! Kadın ayağını uzattı ve ayakkabı ölçüsünü aldırttı (…) özel olarak düşmanca bir niyet beslemediğinden eminim, ama ayaklarını uzatmadaki tabiiliği beni son derece hiddetlendirdi; çünkü o ismimi de kişisel konumumu da bilmiyordu, ama Ermeni yetimleri temsil ettiğimi biliyordu.” [38]

  1. Sahne: Sorgu

Osmanlı defalarca, Saniye Hanım’ın yaptığı gibi, Zabel’i tehdit etmiş, sonunda da peşine düşmüş ama yakalayamamıştır. Bunu sorgu komiserine anlatırken, Zabel bir yandan da verdikleri onca mücadelenin bir işe yaramadığını, kötülüğün her yeri sardığını, Osmanlı yetimhanesinin kurulduğunu, o yetimlere sahip çıkamadıklarını ima eder. Zabel bu karanlık dönemi ve o dönem yaşadıkları karşısındaki çaresizliğini hatırlamanın etkisiyle sayıklamaya başlar, çok yorgun ve yıpranmış durumdadır. Sorgu komiseri bu savunmasızlığını fırsat bilip Zabel’e bir itirafname imzalatmaya çalışır, “Çok yoruldunuz, kurtulun bu yükten”, der. Zabel ise sayıklamalarına Antigone’den repliklerle devam eder. “Buyruğunuz bu mu? Ve bir ölümlüden geliyor bu buyruk. O zaman karşı çıkabilir bir başka ölümlü. Ve ben ancak biraz daha fazla ölümlüyüm sizden.” İtirafnameyi imzalamak bir kenara, Zabel üstünü karalar ve yine Antigone’ye ithafla “Gömeceğim kardeşimi, cesedini yerde bırakmayacağım”, der. Sorgu komiseri ise artık iyice çileden çıkar ve bilincinde olmasa da, Kreon’un replikleriyle örtüşür biçimde, Zabel’e “…bu hücrede gömüleceksin. Sana gün yüzü yok artık”, der, hücreyi karartır ve çıkar. Zabel ise sorgu komiserinin kararttığı hücre ışığına yönelip onu yakarak Antigone’nin Kreon’a ve koroya savurduğu tiradın çok benzeri bir konuşma yapar. Bu tirat, Kreon karşısında Antigone’nin kardeşinin ölüsünü sahiplenişiyle, Stalin faşizmi karşısında Zabel’in öldürülen dostu Çarents ve birçok Ermeni aydınını sahiplenişini örtüştürür:

Ey karanlık mezar. Ey kayaların arasına oyulmuş gelin odası. Ey atalarımın şehri. Dinleyin ölüme giden bu kardeşinizi. Tanrıların hangi kanununu çiğnedim ki ben? Tanrılara karşı vazifemi yaptığım için bana tanrısız dediler. Fakat ne olursa olsun, eğer Tanrılar böyle uygun görüyorsa ben tahammül edip suçlu olduğumu itiraf ederim, fakat bunlar suçlu iseler, dilerim ki bana haksız yere yaptıklarından bin beterine uğrasınlar!” Antigone… Hatırladınız mı? Mama? Yaya? Antigone… Sırf kardeşinin ölüsünü gömmek için, hükümdarın buyruğuna karşı çıkıp ölüme giden kadın.[39]

Zabel arkasını döndüğünde, hücre ışığı dekora Zabel’in gölgesini düşürür; Zabel o gölgeyle tıpkı kızı Sofi gibi konuşmaya başlar:

Sofi… Kızım… Bu kitabı sana ben bırakmıştım. Sen de beni Antigone’ye benzettiğini söylemiştin. Ölülerini gömmek uğruna ölüme yürüyen kadına… Hem de en sevdiğini ardında bırakmak pahasına…

  1. Sahne: Sofi

Zabel Sofi’yi hatırladığında onun çaldığı bir piyano melodisini duymaya başlar. Sahne Birinci Dünya Savaşı arefesinin İstanbul’una dönüşür. Liseyi Paris’te okuyan Sofi, yaz tatili için İstanbul’da yaşayan annesi Zabel ve kardeşi Hrant’ın yanına gelmiştir. Sofi, Zabel’in gardırobunu karıştırırken büyük yayası Dudu’nun elbisesini ve mücevherlerini bulmuştur, giyinip kuşanıp Zabel’in yanına koşar. Zabel beklemediği bir anda karşısında kızını görünce adeta yayasını görmüşçesine irkilir. Elbiseyi kızına çok yakıştırmıştır fakat bunların kendisinden Sofi’ye miras kalacağını söyler ve yüzüğünü Sofi’den geri alır. Buna bozulan Sofi piyanonun başına oturup Fransızca bir şarkı çalmaya başlar. Zabel de Sofi’nin yanına oturur ve gönlünü almak için piyanoda ona eşlik etmeye başlar, anne-kız eski günlerdeki gibi düet yaparlar. 

Sofi romantik ve hüzünlü bir kipte çalıp söylerken, Zabel onu neşelendirmek ve buzları eritmek için gayet iyi bildiği bu Fransız halk şarkısının devamını alaycı bir şekilde yorumlar. Sofi çalmayı bırakır çünkü şarkının devamındaki sözler hoşuna gitmemiştir, Zabel’e tepki gösterir. Bu esnada bir yanık kokusu alırlar. Sofi Zabel’in ocakta unuttuğu çorbanın altını kapatmak için mutfağa gider. Sahnede yalnız kalan Zabel, Sofi’den aldığı değerli yüzüğünü son yıllarda Ermenilere dönük baskının artması ile beraber her an evi terk etmek zorunda kalırsa diye hazırda tuttuğu bavula koyar ve yarım bıraktığı işine geri döner, yeni kurdukları bir dergi için bir makale yazmaktadır. Annesi yazarken Sofi de yanında yeniden çorba yapmak için soğan doğrar. Zabel Sofi’nin piyano merakının sebebini sorar kızına. Yeni müzik öğretmeni Monisuer Melen’e duyduğu hayranlığı anlatan Sofi gelecek hafta Paris’e döndüğünde Monisuer Melen’in resitalinde yayasının elbisesini giymek için Zabel’den izin ister. Bunun üzerine Zabel kızına bu hafta değil, gelecek hafta Paris’e dönebileceğini söylemek zorunda kalır çünkü seferberlik nedeniyle gemi seferleri ertelenmiştir. Bu haberi duyan Sofi büyük bir hayal kırıklığı yaşar ve her yaz okullar kapandığında İstanbul’a gelmek zorunda olmaktan, İstanbul’u sevmediğinden şikayet etmeye başlar. Annesi Zabel’in ve kardeşi Hrant’ın da Paris’e taşınmasını istemektedir. Bunu dile getirir. Tüm bu şikayetleri sabırla dinleyen ve cevap vermeye çalışan Zabel bunu duyunca patlar ve Sofi’ye şımarıklık etmemesini, yazar olarak evi kendisinin geçindirdiğini, yazmak için de İstanbul’da, cemaatinde yaşaması gerektiğini söyler. Ayrıca kardeşi Hrant’ın ilk okulu bir Ermeni okulunda okuması gerektiğini, bunun anadilini en iyi şekilde öğrenmesi için elzem olduğunu hatırlatır Sofi’ye. Ayrıca İstanbul’da bir süre daha kalması gerektiğini, memleket bu haldeyken kaçmayı kendine yediremediğini açıklar. Bunun üzerine eline Zabel’in kaçmak üzere hazırda tuttuğu bavulunu alan Sofi Zabel’in onları mutsuz edecek tercihler yaptığını, sadece kendi özgürlüğünü düşündüğünü söyleyerek annesini suçlar ve odayı terk eder: 

Sofi: Her yaz geldiğimde başucunda bu bavulu görüyorum, bizimle Paris’e geleceksin sanıyorum ama asla gelmiyorsun. 

Zabel: O bavul güle oynaya seyahate çıkmak için değil, bir gün zabitler kapıya dayanır da kaçmam gerekir diye hazırda tuttuğum bir bavul. 

Sofi: Mama o zabitler senin kapına gelecekler. Sen bu ülkeye verdiğin değeri burada asla göremeyeceksin. Bu yazdıkların çizdiklerin yüzünden başın derde girecek. İşte o zaman kaçmak isteyeceksin ama bütün kapılar suratına kapanacak.[40]

Zabel Yesayan’ın anılarında ya da otobiyografik eserlerinde Sofi’ye dair çok fazla bilgi bulunmuyordu. Bulabildiğimiz tek kaynak 1977 yılında Ermenistan’da Zabel Yesayan’ın mektuplarının kitaplaştırıldığı bir eserdi.[41] Sofi ile mektuplaşmaları daha çok Zabel’in 1915 yılında İstanbul’dan kaçmak zorunda kaldığı yıllardan hemen öncesine rastlıyordu. Mektupların içeriğinden Zabel’in uzakta da olsa kızının hayatında önemli bir rol oynadığı anlaşılıyordu. Biz de Zabel Yesayan’ın İstanbul’daki son yıllarını anlatırken günümüzde de geçerliliğini koruyan bir mesele ile birlikte sahnelemek istedik. Mesleğine, ideallerine yürekten bağlı bir aydın olan Zabel’in aynı zamanda bir anne olarak uzak kaldığı kızı ile olan ilişkisini hayal ederek kaleme aldık bu sahneyi. 

  1. Sahne: Hastane 

Sofi’nin öfkeyle söylenmiş sözleri gerçek olmuştur. Zabel gerçekten kısa bir süre sonra İstanbul’dan kaçmak zorunda kalmıştır. Bu hatıra ile beraber sahne 24 Nisan 1915 günündeki bir hastaneye dönüşür. Zabel 24 Nisan 1915’te içeri alınacak Ermeni aydınların arasında olduğunu anladığı gün kaçıp bir hastaneye sığınır; ertesi gün bineceği Bulgaristan vapuru evveli geceyi geçireceği bir yere ihtiyacı vardır. Arkadaşı Hekim Mardiros onu hastanesinde saklayacaktır fakat hastaneye geldiğinde onun da götürüldüğünü öğrenir. Ne yapacağını düşünürken baygın durumda olduğunu görünce, yeni doğum yapmış bir annenin odasına refakatçisiymiş gibi girer. Annenin ayılmasıyla ise hemşire taklidi yapmaya başlar. Fakat Zabel gerçekten zor durumda olan anne-bebeğe yardım etmeye başlar. Bir süre sonra gerçek hemşire odaya girdiğinde ise Gülsüm onun aslında refakatçi olmadığını söyleyemez. Bu arada hemşireden, gece nöbetindeki Ermeni hekimin de tutuklanmış olduğunu, çaresizce öbür hekimin beklendiğini öğreniriz. Gülsüm’ün hiçbir bakım alamamasının, hemşirenin koşturup hiçbir şeye yetişememesinin nedeni budur. Gülsüm Zabel’i başta kovmaya çalışır ama onun bakımına muhtaçtır. Zabel yardım eder. Gülsüm hikayesini merak edince de nasıl ve neden kaçtığını anlatır. Zabel de Gülsüm’ün hikayesini merak edecek, kocasının askere alındığını, bebeği kendi başına doğurduğunu, geçinmek için askere don, fanila çorap diktiğini öğrenir. Her iki kadın da aynı coğrafyada eş zamanlı süren iki kırımın mağdurlarıdır. Hastanede bir kaçak olduğu ve kimlik kontrolü yapıldığı haberi üzerine Zabel açık açık yardım ister Hemşire’den. Hemşire de zabitleri önce başka odaya götürerek Zabel’e kaçması için vakit yaratır.

Yaptığımız araştırmalar Zabel Yesayan’ın 24 Nisan gecesi aranan aydınlar arasında şansı ve cesareti sebebiyle kaçmayı başaran yegane isimlerden biri olduğunu söylüyordu. Nasıl kaçtığına dair kesin bilgi bulunmamakla beraber Bulgaristan’a giden bir gemiye bindiği, bir süre orada kaldığı bilinmekteydi. Bazı kaynaklarda bir hastanede saklandığı, bazı kaynaklarda bir dantelci kadın kılığına girdiği gibi bölük pörçük bilgiler yer almaktaydı. Biz de tüm bunlardan hareketle bu hastane sahnesini kurguladık. Dramaturjik olarak hastanedeki iki Türk kadının -Gülsüm ve Hemşire- Zabel ile çatışma yaşasalar da Gülsüm’ün onu açık etmeyerek Hemşire’nin de onu zabitlere teslim etmemeyi tercih ederek ona destek olduğunu, çünkü tüm kadınların savaş ve çatışma süreçlerinden olumsuz etkilendiğini göstermek istedik. Çünkü her üç kadın da bu çatışma ve şiddet ortamında kayıplar yaşamıştı: Zabel memleketini terk etmek zorunda kalmış, can güvenliğinden olmuştu, Gülsüm savaşta kocasını kaybetmişti, Hemşire ise bunca yıllık mesai arkadaşı Hekim Mardiros’un tutuklanmasına şahit olmuştu. 

Final

Zabel’i anılarına çağırmak üzere bu kez hücreye Fransa’dan, üniversiteden öğrencisi Silvi girer. Zabel Fransa’dan ayrılacağı gün verdiği son dersi hatırlamaktadır fakat artık çok yorulmuştur ve anılarına dönmek istemez. Silvi’nin bütün ısrarına rağmen “çok yoruldum, azad ediyorum anılarımı, sürgün ruhumu azad ediyorum” der ve ilk defa olarak hatırındaki Silvi’yi gönderir ve 1915’in ardından artık bir şey daha hatırlamak istemez. Hücrenin karanlığında yalnız kalır. 

Sorgu komiseri hücreye girer: Zabel Yesayan devrim karşıtlığı, halk düşmanlığı, milliyetçilik ve Fransız casusluğu ile suçlanmaktadır. Hakkında idam kararı verilmiş fakat yaşı göz önüne alınarak cezası “müebbet hapse” çevrilmiştir. Karara itiraz yolları kapalıdır. Başka bir hapishaneye nakledilmek üzere, oyunun başındaki gibi ayağa kalkar ve şapkasını takıp beklemeye başlar. 

O sırada hatırına son bir küçüklük anısı gelir, yayasıyla… Anılarına ve geçmişine minnetle bitirir sözlerini:

Yedi sekiz yaşında ya var ya yokum. Yine bir gece, kabus… Bir karabasan tepemde, uçurumun kenarındayım, düştüm düşeceğim. Çığlıkla, terler içinde uyandım. Yayam duymuş sesimi. Elinde bembeyaz, ipek bir havlu… Isıtmış bir de… Sırtımı ovarken “Korkma Zabelcan.” dedi. “Korkma, ceberrutlardan, karakoncoloslardan korkma. Sıyır peçelerini, gözlerinin ta içine bak. İtseler de seni uçurumdan, korkma. Unuttun mu kızım? Senin kanatların var. Sen Ağavni’nin kızısın, güvercinin kızı…” Merci yaya, bana ceberrut- lardan korkmamayı nasihat ettiğin için… Merci mama, bana kanatlarımı hediye ettiğin için, hislerini saklamaktansa, hiç çekinmeden göstermeyi öğrettin, merci… Merci, Madame Düsap, artık biliyorum, mücadele vermeden kavga olmaz. Merci Fayize, bu kardeşinle sofranı ve derdini paylaştın. Sofi, kızım, biliyorum bu hücreye ulaşmıyor ama bana her hafta mektup yazıyorsun, biliyorum. Merci, hepinize binlerce kez teşekkürler… Bana düş kurmayı, düşlerin aydınlığında karanlıktan korkmamayı öğrettiniz. Merci.[42]

 

 

[1] Bkz. Saro Dadyan “Devrim Yaratan Bir Hayat Zabel Yesayan” http://bianet.org/biamag/kadin/159261-devrim- yaratan-bir-hayat-zabel-yesayan; İstanbul Kadın Müzesi, “Zabel Yesayan” http://www.istanbulkadinmuzesi.org/zabel-yesayan; Elif Şafak, “Sürekli Sürgün: Zabel Yesayan Üzerine Bir İnceleme”, Silahtar’ın Bahçeleri (Belge Yayınları: İstanbul, 2013) s.7-32.

[2] Finding Zabel Yesayan [Zabel Yesayan’ı Bulmak] adlı belgeselin yönetmenlerinden biri olan Talin Suciyan, Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar adlı kitabın editörlerinden biri olan Melissa Bilal ve Zabel Yesayan kitaplarını Türkçe’ye çeviren Mehmet Fatih Uslu, Zabel Yesayan’ın Ermeni edebiyatındaki ve Osmanlı kadın hareketindeki rolü üzerine yapmış oldukları çalışmaları bizimle paylaştılar.

[3] Lara Aharonian, Talin Suciyan, (yön.), Finding Zabel Yesayan, 2008.

[4] Zabel Yesayan’ın romanları onun hayat hikayesi açısından inanılmaz değerde kaynaklar; örneğin çocukluğu ve gençliğini anlattığı Silahtar Bahçeleri adlı romanı bir otobiyografik roman. Bu romanının ikinci cildini, yani yetişkinliğini, sürgün yıllarını da yazdığı fakat eserin yok edildiği söyleniyor. Tutukluluk dönemine dair sınırlı sayıda tarihsel belgeden yola çıkarak, boşlukları doldurmak, özellikle dış öykümüzü yazarken kullandığımız teknik oldu.

[5] Anahid Charents, Yeghishe Charents: Poet of the Revolution, Marc Nichanian, Vartan Matiossian & Vardan Matteosean (ed.) Mazda Publishers, 2003.

[6] Finding Zabel Yesayan belgeselinde zamanında Zabel Yesayan ile aynı koğuşu paylaşan bir kadının anısı yer almaktadır. Kadın, Zabel’in diğer kadınlara Fransızca dersleri verdiğini anlatır. Yani Zabel eğitmen ve örgütçü kimliğini orada da sürdürmüştür. Zabel Yesayan’ın ara ara uzun süreli tek kişilik sorgulara alındığını, hatta ağır fiziksel işkenceye maruz kaldığını da yine aynı kadının şahitliğinden biliyorduk ve kendisini bu uzatılmış sorgulardan birinin içinde hayal ettik.

[7] Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s. 21.

[8] a.g.e., s. 17.

[9] Zabel Yessayan, The Gardens of Silihdar, Jennifer Manoukian (çev.) Massachusetts: AIWA Press, 2014, s.19.

[10] Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s.21.

[11]  Zabel Yessayan, The Gardens of Silihdar, Jennifer Manoukian (çev.) Massachusetts: AIWA Press, 2014, s.34

[12] Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s.29.

[13] a.g.e., s. 36.

[14]  a.g.e., s. 40.

[15] a.g.e., s. 41.

[16] a.g.e., s. 43.

[17]  Zabel Yesayan, Silahtar’ın Bahçeleri, Jülide Değirmenciler (çev.), İstanbul: Belge Yayınları, 2013, s.131-232.

[18] Lerna Ekmekçioğlu, Melissa Bilal (ed.), Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar, İstanbul: Aras Yayınları: 2010) s. 202-203.

[19] Örneğin Krikor Zohrab, Mayda karakterinin davranışlarını ahlak dışı bulmuş ve şu şekilde eleştirmişti: “Mayda dul kaldıktan sonra yaşadığı bir saniyelik ümitsizliğin ardından başkasını severek canlanıyor ve onun aşkıyla tutuşuyor. En büyük destekçisi Sira Hanım da ateşi körüklemekten kaçınmıyor. İşte kadınlar için özgürlük talep eden roman! Kadınların özgürlüklerinin yolu onları namussuz ve taşkın göstermek değildir.” (Krikor Zohrab, Kraganutyan Masin, “Mayda” (Erivan, 1973) s. 93-95.) Ünlü hiciv yazarı Hagop Baronyan ise benzer bir yaklaşımla artık namussuzluğun moda olduğu bir dünyayı hicvettiği Aydam adlı bir tiyatro oyununu kaleme almıştı. Örneğin oyundaki anlatıcı karakter bir yerde direkt olarak seyirciye şunları söylüyordu: “Analar, kızlar kocalarının ve babalarının ölümünü bekliyorlarmış meğer âşık olmak, nişanlanmak ve evlenmek için… Ay ne kadar zor bir şeymiş bir kadının namusunu temiz tutması! Demek ki bir koca sadece hayattayken değil, öldükten sonra da karısının yaramazlıklarından sorumlu. Kadın, kocası öldükten sonra kırk âşıkla gönül eğlendirse, namussuzluk rahmetli kocasının üstüne kalacak. Kadın dediğin düpedüz bela desene. Bu fikre sahip kadınlar mı var içinizde? O zaman vay hâlinize!” (Hagop Baronyon, “Aydam”, Yergeri Joğovadzu, (Erivan, 1965) s. 233.

[20] Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s. 58.

[21] Edward Said, Entelektüel: Sürgün Marjinal Yabancı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021.

[22]  Bu tarihsel süreci daha detaylı incelemek için bkz. Marc Nichanian, Vartan Matiossian ve Vardan Matteosean (ed.) Yeghishe Charents: Poet of the Revolution, Mazda Publishers, 2003. Ronald Grigor Suny, “Aşırılıklar Çağında Ermeniler ve Ermenistan Konuşmalar Dizisi”, 2017, https://www.youtube.com/watch?v=uCnaLPJKeRM&list=PLbqvjoscZiLg5ZIYiSFYHRv3T4ZzdWNuR&t=7s . Rober Koptaş, “Toplumsal Hafızamızın Bildiği Konulardı Ama Bize Unutturuldu”, Kaos GL, 30 Nisan 2012, https://kaosgl.org/haber/lsquotoplumsal-hafizamizin-bildigi-konulardi-ama-bize-unutturuldursquo .

[23] Mehmet Fatih Uslu, “Üsküdar’a Dönen Kadın”, Roman Kahramanları, Sayı: 19, 2014, s. 24.

[24] Tarihte Meyerhold ve daha pek çok aydın bu yola itilmiş ve ardından idam edilmiştir. Zabel Yesayan ise Finding Zabel Yesayan adlı belgeselden öğrendiğimiz kadarıyla, kendisine işkence yoluyla imzalatılan itirafnameye itiraz geliştirecek, mahkemede pişmanlık getirmeyecektir. Hakkındaki idam kararı ise yaşı göz önüne alınarak müebbet hapse çevrilecek, yine yaşamını içeride yitirecektir.

[25]  Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s.64.

[26]  a.g.e., s. 65.

[27] Araştırma yaparken Stalin’in o dönem kadınlara birden fazla çocuk dünyaya getirdiklerinde, Sovyet nüfusuna yaptıkları katkıdan dolayı “annelik madalyası” verdiğine dair bilgilere rastlamıştık. Zabel de üniformasındaki madalyadan kadının üçüncü çocuğunu da doğurduğunu anlar.

[28] “Adana katliamı, İstanbul’da 31 Mart olayı olarak bilinen 13 Nisan 1909 askeri ayaklanmasını takip eden günlerde meydana geldi. Söz konusu olan iki ayrı büyük katliamdır. Birincisi 14-16 Nisan tarihleri arasında yaşanmış, bunu 25-27 Nisan tarihlerinde yaşanan ikinci büyük katliam izlemiştir. Katliamlar yalnız Adana şehir merkezi ve vilayeti ile sınırlı kalmamış, Halep vilayetine bağlı kasaba ve köyleri de vurmuştur.” Taner Akçam, “Önsöz”, 1909 Adana Katliamı: Üç Rapor, İstanbul: Aras Yayıncılık, 2015, s. 7.

[29]  Marc Nichanian, “Zabel Yesayan ve Yurttaşlık İlkesi”, Yıkıntılar Arasında, İstanbul: Aras Yayıncılık, 2014, s.11.

[30] Zabel Yesayan, Yıkıntılar Arasında, Kayuş Çalıkman Gavrilof (çev.), İstanbul: Aras Yayıncılık, 2014, s.11.

[31] Marc Nichanian, “Zabel Yesayan ve Yurttaşlık İlkesi”, Yıkıntılar Arasında, İstanbul: Aras Yayıncılık, 2014.

[32] Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s.45.

[33] a.g.e., s. 70.

[34]  a.g.e., s. 78-79.

[35] a.g.e., s. 79.

[36] Zabel Yesayan, “Giligya Yetimhaneleri: Kişisel İzlenimler ve Hatıralar”, Yıkıntılar Arasında, İstanbul: Aras Yayıncılık, 2014, s. 251-269.

[37]  “Bu süreçte Adana valisi Cemal Bey, Ermeni yetimlerin sorumluluğunu üstlenme niyetini açıkça beyan etmişti. Vali yetimlerin her şeyden önce Osmanlı olduğunu iddia ediyordu. Dolayısıyla Adana yetimleri için bir Osmanlı Yetimhane- si (Dârü’l-Eytâm-ı Osmânî) açmak en doğrusuydu. Kurumu nitelemek için kullanılan ‘Osmanlı’ sıfatı anayasal rejime ve Osmanlıcı ideolojiye kasıtlı bir referanstı. Cemal Bey’in yetimhane projesi, ilk bakışta Ermeni cemaatinin yetim ba-kımı konusundaki idealleriyle uyum içinde gibi gözüküyordu; çocuklar vatanlarından uzaklaşmamış olacak ve bakımlarını üstlenenler yabancılar olmayacaktı. Ancak Adana Yetimhane Komisyonu’nun birkaç toplantısının ardından, yetimhanede kullanılacak dil ve eğitimin ihtivası meseleleri, tartışmaların merkezine oturdu. Vali yetimhanede eğitim dilinin Türkçe olmasına dair niyetini çok kereler açıkça dile getirmişti. Bundan başka dinî farklılıklar kesinlikle dikkate alınmayacak, tüm yetimler “bilâ tefrik-i cins ve mezhep” kabul edilecek ancak kesinlikle dinî tedrisat yapılmayacaktı. Cemal yetimhanenin varlık sebebini açıklarken sık sık Osmanlıcılık ve ittihad-ı anasır ideallerine atıfta bulunuyordu.” (Nazan Maksudyan, Üç kuşak üç katliam:1894’ten 1915’e Ermeni çocuklar ve yetimler”, Toplum ve Bilim, Sayı: 132, 2015, s.33-49.)

[38] Zabel Yesayan, “Giligya Yetimhaneleri: Kişisel İzlenimler ve Hatıralar”, Yıkıntılar Arasında, İstanbul: Aras Yayıncılık, 2014, s. 262.

[39] Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s.81.

[40]  a.g.e., s. 89.

[41] Zabel Yesayan, Namagner, Erivan: Yerevan Hamalsarani Hradaragutyun, 1977.

[42]  Aysel Yıldırım, Duygu Dalyanoğlu, Zabel, İstanbul: bgst yayınları, 2018, s.100.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Aysel Yıldırım & Duygu Dalyanoğlu

Yanıtla